29 Aralık 2007 Sayı: SİKB 2007/47 (49)

  Kızıl Bayrak'tan
   2008’e girerken 2007’den kalanlar…
  Bombardımanın örttüğü gerçekler
Kürt halkının dökülen kanı egemenlerin
ahlakına ayna tutuyor!
Tekel işçilerinin eylemlerinden...
Cevizli Tekel’deki özelleştirme saldırısıyla ilgili Tek-Gıda-İş 2 No’lu yöneticileriyle konuştuk...
Gençlik hareketinden...
  Asgari ücrete ilişkin eylem ve etkinliklerden...
  Asgari ücret mi biat ücreti mi?
Yüksel Akkaya
  19 Aralık eylem ve etkinliklerinden....
  Devrimci örgüt yaşamsaldır!
  Birleşik Metal İş 17. Merkez Genel Kurulu üzerine...
  “Erdal Eren kavgamızda yaşıyor!”
  Hayvanlar alemini rüya alemi sanan bir kafa
aydın olamaz!
  “Prekarite/Prekar” ücretler zamanı:
Nereye kadar?
Yüksel Akkaya
  Sincan İşçi Kurultayı’na yürüyoruz!
  Rusya AKKA’dan resmen çekildi!
  Hamas Bush yönetimince muhatap alınmayı
talep ediyor!
  PKK / KCK yöneticilerine açık çağrı!
M. Can Yüce
  Annapolis, Kürdistan ve Ortadoğu - Abu Şehmuz Demir
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Hayvanlar alemini rüya alemi sanan bir kafa aydın olamaz!

A. Eylül

Neredeyse 10 gündür Türkiye’nin gündemini Fazıl Say meşgul ediyor. Cumhurbaşkanlığı protokolüne davet edilmemenin kırgınlığı ile Türkiye’de artık yaşayamayacak hale geldiğini ifade eden Say hakkında kalem oynatmayan neredeyse kalmadı. Elbette Fazıl Say yalnızca çağrılmadığı protokolden yakınmadı, Türkiye Cumhuriyeti rüyasının bitmeye yüz tuttuğundan, %30’luk bir azınlık ve % 70’lik bir iktidar gücünden dem vurdu, Çankaya’nın başka her şeyinin üstünü örtmekte birebir o meşum başörtüsünden söz etti.

Yazık; sonunda AKP hükümeti Türkiye’nin yetenekli bir piyanistini Türkiye’de yaşayamaz hale getirmişti... Şimdi bütün bir toplum kenetlenmeli ve “Fazıl Say, sen Türkiye’nin büyük bir yeteneğisin, gitme” diyebilmeliydi... Ama doğal olarak böyle olmadı. AKP çevresi ve bağlı yazarları “cehenneme kadar yolun var” derken, ulusalcı cenah “gitme kal-mücadele et” ile “çocuk haklı, ben de gideceğim buralardan” arasına sıkışan yorumlarda bulundu. Ancak Fazıl Say’ın ifade ettiği %70 ile uzak-yakın ilişkisi bulunmayan bir başka % 70’in bu tablodan fazlası ile kafası karıştı. Zira Fazıl Say’a sahip çıkanlar arasında Ertuğrul Özkök dahi bulunuyordu...

Coğrafyamızın gündeminin belirlenmesinde etkin bir rol oynayan bukalemunlar topluluğunun ne dediğinin bugün zerre önem taşımadığı açık. Ancak Fazıl Say’ın da katkı sunduğu bu bulanık suyu arındırmak gerekiyor. Zira ortada bir rüyadan, bir çoğunluk-azınlık tanımlamasından, bir protokolden, bir gitmekten bahsediliyor ki bütün ulusalcı klişeler katılarak hazırlanmış bu bulamaçtaki her bir zehir ayrıştırılmadığında bir yanlışa, bir seçkinciliğe, bir devletçiliğe aydınlık anlamlar yüklenmesine sessiz kalınmış olunacak.

“Bitmeye yüz tutan TC rüyası” bu coğrafyanın çoğunluğunun kabusudur!

Fazıl Say’ın “terk-i vatan” hadisesinin temel gerekçesine dönüşmüş olan “TC rüyasının bitmeye yüz tutması” argümanı üzerinde biraz düşünelim... Say’ın verdiği röportajın bütününden anlaşıldığı kadarıyla sözkonusu rüyayı bitiren temel faktör bir türban, bir protokol, özü-özeti AKP’nin ikinci kez hükümete gelişi... Yani Fazıl Say anlayabildiğimiz kadarıyla AKP ikinci kez hükümete gelmezden önce bir rüya ülkesinde yaşadığı halet-i ruhiyesi içerisindeymiş. Ne hoş?!

Fazıl Say’ın bu açıklamaları Aralık ayı içerisinde ve böylesi bir “bugün 50 kelleyi ölü ele geçirdik, ne güzel!” sürecinde söylemiş olması ise gerçekten hoş! Zira Aralık ayı Say’ın “rüya cumhuriyetinin” katliamlar ayıdır. Fazıl Say’ın 22 Temmuz 2007’den önce içinde yaşadığı o rüya alemi, 24 Aralık ‘78’de Maraş’ı kan gölüne çevirmiş, hamile kadınların karınlarından ceninleri deşerek çıkartmış, 13 Aralık 1980’de 17 yaşında genç bir devrimciyi darağacında sallandırmış, 19 Aralık 2000’de 28 insanı diri diri yakmış ve şimdilerde öldürdüğü her bir gerillanın ardından bayram sevinci yaşamaktadır. Bu katliamların yaşandığı dönemlerin her birinde Çankaya’da farklı saç rengine ve modeline sahip olan “first lady”ler oturmaktadır.

Kısacası Fazıl Say’ın rüyalar ülkesi bu coğrafyanın milyonları için açık bir kabustan ibarettir. Hem de bu kabus 29 Ekim 1923 ile kurulmuş olup, günümüze kadar kesintisiz süregelmektedir. Zira bu cumhuriyet bir ulusun reddi üzerine kurulmakla kalmayıp, aynı ulusun imhasını görev bellemiş, yıllar içerisinde ABD’nin taşeronluğuna soyunarak, Say’ın geçmişte o pek çok alkış tuttuğu Afganistan işgaline ve daha nicelerine katkı sunmuş, Fazıl Say’ın varlığından habersiz olduğu milyonlarca işçi ve emekçiyi iliğine kadar sömürmüştür. Bugün oturup da sermaye devletinin tarihinin 22 Temmuz 2007 öncesi için “rüya” tanımını kullanmak, olsa olsa aymazlıktır, vurdumduymazlıktır.

22 Temmuz 2007’den sonra bu coğrafyada çok şey yaşanmıştır. Sosyal yıkım saldırıları, özelleştirmeler hız kazanmış, Kürt halkına yönelik saldırganlık dehşet verici boyutlara ulaşmıştır. Peki Say’ı uykusundan uyandıran bu mudur? Hayır! 22 Temmuz 2007 doğal olarak kendi seçkinlerini de beraberinde kültür-sanat alanında hükümete taşımıştır. Yani Say’ın pabucu bir süreliğine, örneğin CHP hükümet olana kadar, dama atılmıştır. Kısacası Say’ın rüyasında belirleyici kriter demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik değil, Çankaya köşkünde içilecek olan sıcak bir çay, yudumlanacak şaraptır.

Gitme ve gitmeme ikilemi ile bu sözde ikilemi gergin karşılamak için nedenler!

Bu konu gündeme geldiği günden bu yana Yılmaz Güney, Nazım Hikmet vb. isimler sıkça telafuz edilmekle kalmayıp, bir takım kirli ellerin tuttuğu kalemlerce de anıldı. Fazıl Say içerisinde toplumcu tek bir kaygı taşımayan bir açıklamanın ardından Nazım Hikmet ve O’nun gibi bu coğrafyanın kalıbına sığmadığı için “terkedilmeye zorlanan” aydınla bir tutulur oldu. Sonra Fazıl Say da aynı havaya kapılmış olacak ki; “gitmeyeceğim, kalıp mücadelemi sürdüreceğim” deyiverdi.

Ama terkedilmeye zorlanmakla, terketmeyi tercih etmek arasında hiç de ince olmayan bir ayrım var ki bugün bilinçli olarak hasıraltı edilmeye çalışılıyor. Fazıl Say Çankaya Köşkü’ne girip çıkabildiği, şımarık oğlan çocuğu-dahi piyanist rolünü “özgürce” sürdürebildiği, Türkiye coğrafyasının Avrupalı yüzü olarak anılmaya devam ettiği sürece, onun için bu ülke bir rüya ülkesi olmaya devam edecekti. Zira o zaten hep pembe masalların anlatıldığı, “zeka”sının parlatıldığı, “yeteneğinin” övüldüğü bir rüyalar aleminde yaşamaya alışkındı. Kimse O’nun bu coğrafyada müzik yapmasına engel olmadı. Kimse O’nun dilini yasaklamadı, anasına sövmedi, ekmeğini çalmadı, oturduğu sırça köşklerin kapısına buldozerler dayanmadı. O 301 kokulu adliye kapılarında tehditlere maruz kalmadı. Ötekileştirilmedi. O’na kimse “çok konuşursan...”la başlayan cümleler kurmadı. O’nun babası başka bir etnik kökenden geldiği için vurulmadı. O babasına sahip çıktığı için bu coğrafyada yaşayamayacak hale gelmedi. O “vatan haini” ilan edilmedi. Bursa’yı hiç demir parmaklıklardan seyretmedi. Sanatını hapishane koşullarında üretmenin ne demek olduğunu bilmedi. O ne yazık ki büyük konserlerle andığı Nazım Hikmet’in Afganistan işgali konusunda ABD’yi haklı bulacağını söyleyecek kadar basitleşti. Ve yine konser salonlarında büyük alkışlar eşliğinde icra ettiği Hiroşimalı Çocuk eseri için, “ABD üç-beş Japon kızını öldürmüştür ama milyonlarcasını kurtarmak için...” diyebilecek kadar düştü...

Özetle Fazıl Say’a yalnızca rahat batmıştır. Fazıl Say’ın rahatını kaçıran resmi tarihin kirliliği, güncel sürecin dehşet verici akışı değil, kendi seçkin konumunda yaşanan belki geçici sarsıntı, belki süreli erezyondur.

Hayvanlar alemini rüya alemi olarak gören bir kafa aydın olamaz! Aydın olmak tutum almayı gerektirir. Kendisi için değil; tam da Hiroşimalı, Afgan ve dünyanın bütün milletlerinden insanlar için...