29 Aralık 2007 Sayı: SİKB 2007/47 (49)

  Kızıl Bayrak'tan
   2008’e girerken 2007’den kalanlar…
  Bombardımanın örttüğü gerçekler
Kürt halkının dökülen kanı egemenlerin
ahlakına ayna tutuyor!
Tekel işçilerinin eylemlerinden...
Cevizli Tekel’deki özelleştirme saldırısıyla ilgili Tek-Gıda-İş 2 No’lu yöneticileriyle konuştuk...
Gençlik hareketinden...
  Asgari ücrete ilişkin eylem ve etkinliklerden...
  Asgari ücret mi biat ücreti mi?
Yüksel Akkaya
  19 Aralık eylem ve etkinliklerinden....
  Devrimci örgüt yaşamsaldır!
  Birleşik Metal İş 17. Merkez Genel Kurulu üzerine...
  “Erdal Eren kavgamızda yaşıyor!”
  Hayvanlar alemini rüya alemi sanan bir kafa
aydın olamaz!
  “Prekarite/Prekar” ücretler zamanı:
Nereye kadar?
Yüksel Akkaya
  Sincan İşçi Kurultayı’na yürüyoruz!
  Rusya AKKA’dan resmen çekildi!
  Hamas Bush yönetimince muhatap alınmayı
talep ediyor!
  PKK / KCK yöneticilerine açık çağrı!
M. Can Yüce
  Annapolis, Kürdistan ve Ortadoğu - Abu Şehmuz Demir
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

2008’e girerken, 2007’den kalanlar... 

Dünyada ve Türkiye’de oldukça hareketli yaşanan bir yıl daha geride kalıyor. Emperyalist-kapitalist sistemin kanlı bir kaynar kazana çevirdiği yerkürenin neredeyse her yeri, 2007’de de taşarcasına kaynadı. Emperyalist işgal altında altıncı yılını geride bırakan Afganistan ve beşinci yılını dolduracak olan Irak, işgalcilerin her gün daha fazla batağa saplandığı birer kan banyosuna dönüşmüş durumda. Siyonist zorbalığın zulmü altında yaşamaya çalışan Filistin halkı, emperyalist-siyonist oyunlar sonucu (şimdilik durulmuş görünen) bir iç savaşa sürüklendi. Kafkasya ve Orta Asya’da Rusya ile AB-ABD arasında emperyalist nüfuz mücadelelerinin belirlediği gerilimler devam etti. Latin Amerika ülkelerinde sol eğilimli yönetimleri işbaşına getiren sosyal hareketlilik hızından pek bir şey kaybetmedi. Avrupa ülkeleri ise işçi ve emekçilerin değişik biçimler alan direnmelerine, gençliğin militan eylemlerine sahne oldu.

Kaynamanın diğer boyutu ise, yine bizzat emperyalist-kapitalist sistemin ürünü olan küresel ısınmaydı. Geride bıraktığımız yılda doğal felaketler insanlığın üzerine artarak gelmeyi sürdürdü. Deprem, kasırga, tsunamiler bir yana, kuraklık ve ısınma sonucu yerküre gittikçe daha çok çölleşiyor. Dünyamızı kan deryasına dönüştüren emperyalistlerin bu konuda yapabildiği tek şey ikiyüzlü ve oyalayıcı propagandalar yürütmekten ibaret. Bir yandan kutuplardaki buzulların erimesi üzerinden küresel ısınmaya dikkat çekilirken, diğer yandan şimdiden kutup bölgelerinin petrol ve doğalgaz yataklarının paylaşımı konusunda kavga yürütüyorlar.

2007’de Türkiye her iki alandaki kaynamanın şiddetle yaşandığı ülkelerden biri oldu. Tüm yaz boyunca susuzluk ve resmi “yağmur duaları” haberlerin ilk sıralarında yer aldı. Küresel ısınma Türkiye’de ilk kez böylesine geniş ölçüde toplumsal gündem olabildi.

Türkiye’de her alanda hareketli bir yıl

Geçtiğimiz yılın perdesi, son birkaç yıldır gemi iyice azıya alan şovenizmin ve faşist kudurganlığın vardığı boyutu çarpıcı bir şekilde gösteren Hrant Dink cinayetiyle açıldı. Devlet eliyle yürütülen faşist baskı ve terör, şoven histeri ve kudurganlığa paralel olarak tırmandırıldı. 2005-06’da TCK, CİK, TMY ve son olarak 2007’de Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası’nda yapılan faşist düzenlemeler, özellikle bu yılki uygulamalarla daha çok gündeme gelmeye başladı. Şovenizm ve ırkçı kudurganlık linç ve cinayet boyutlarına ulaştı. Kürtler’den ve devrimcilerden başlayarak herhangi bir azınlığa mensup olmaya veya bir parça solcu olmaya kadar genişledi. Polis terörü ise olağanlaşıp sıradanlaştı, sokakta ve karakollarda sıradan insanları işkenceyle, kurşunla öldürmeye kadar vardı.

Sermaye iktidarının şovenizm zehrini enjekte etmekten bir an bile vazgeçmediği bir süreçte Hrant Dink’in alçakça katledilmesi, soykırıma ve tehcire uğramış, neredeyse bir yüzyıl boyunca bu topraklarda olmadık eziyet ve aşağılanmaya maruz kalmış Ermeni halkıyla kitlesel bir dayanışmanın ortaya çıkmasına yol açtı. Kitle hareketine yeni bir soluk getiren bu kardeşlik ve sahiplenme eylemi, düzen sahiplerinin ve faşist güruhların tüm hazımsızlıklarına rağmen bahar dönemi hareketliliklerini de etkiledi.

Devrimci hareketin de etkin bir biçimde yer aldığı 8 Mart, Newroz vb. günlerde kitlesel ve coşkulu eylemlere sahne olan bahar döneminde, sermaye cephesi de Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden siyasi bir krizle çalkalanmaktaydı. 1 Mayıs’ın öncesine denk gelen haftalar içinde önce toplum, “Cumhuriyet mitingleri” vb. üzerinden dinci-laik ikilemiyle taraflaştırıldı. Bu taraflaştırmadaki başarının da verdiği güçle generaller, 27 Nisan’da Çankaya tepesinin kime kalacağını genel seçimler sonrasına bırakacak bir muhtıra yayınladılar.

Bu aynı zamanda, şovenizm zehrine ve faşist kudurganlığa karşı sol hareketin bir nebze yakaladığı avantajın tekrar kaybedildiği bir süreç de oldu. Sermaye iktidarı siyaset alanında yaşadığı şiddetli bir krizi, kitleleri yedekleme ve düzene bağlama noktasında başarılı bir şekilde kullandı. Genel seçimin erkene alınıp cumhurbaşkanlığı seçiminin sonraya kalmasıyla, düzenin siyasi krizi yavaş yavaş dindirildi ve yerini seçim oyununa bıraktı.

Katliamın 30. yılında eylem ve direniş alanı Taksim!

Düzen cephesinin e-muhtıra ile sarsıntılar yaşadığı günlerde, 12 Eylül’den sonra ilk kez Taksim’de moral aşılayan bir 1 Mayıs eylemi gerçekleştirildi. Düzenin bekçi köpeklerinin terörüne rağmen ve bu terörün de etkisiyle devrimciler ve devrimci hareketin etkisi altındaki işçi ve emekçiler, görkemli kutlamanın ve katliamın 30. yıldönümünde, gün boyunca İstanbul ve Taksim’i eylem alanına çevirdiler.

Bunun yarattığı moral etki sonraki aylara taşınsa da, burjuvazinin düzen zemininde fazlasıyla politize ettiği toplumsal atmosferde seçim oyunu, engelle karşılaşmadan, dahası reformist solu ve yedeğindekileri parlamenter hayallere boğarak, yaz dönemine damgasını vurdu. Sözkonusu çevreler her zamankinden daha güçlü bir şekilde bu hayallere sarıldılar; zira Kürt hareketinin yedeğinde ve bağımsız adaylık yoluyla, artık nihayet parlamentoya girme şansı yakaladıklarını düşünüyorlardı.

22 Temmuz seçimleri ve ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi, egemenlerin kendi iç dalaşmalarını geçici de olsa bir çözüme bağladı. Böylece işçi sınıfı ve emekçi kitlelere, özellikle de Kürt halkına karşı gerici ve saldırgan politikalarda birleşmeleri kolaylaştı. Nitekim seçimlerin hemen ardından Kürt hareketi ve Güney Kürdistan üzerinden Kürt halkına yönelik saldırıların dozunu alabildiğine arttırdılar. Sınır ötesi tezkeresi ve 5 Kasım’daki Bush görüşmesinden itibaren ise bu saldırılar seferberlik tarzında çok yönlü bir kirli savaş halini aldı.

Kirli savaşın sersemletici unsuru “psikolojik harp” tüm hızıyla sürüyor

Bu savaşın belki de en kirli boyutu medya üzerinden psikolojik harp olarak yürütülüyor. İşçi ve emekçi kitleler hergün her haber saatinde, gazetelerin baş sayfaları ve köşeleri üzerinden adeta psikolojik bombardımana tutuluyor. Kürt halkına karşı düşmanlığın tırmandırılması, şoven histerinin diri tutulması vb.’ne, ordunun ve devletin ne kadar güçlü olduğu, askerin “operasyonel başarıları”, “teknolojik gücü”nün büyüklüğü propagandaları eşlik ediyor. Bir yandan ABD’nin işine gelmediği halde sınır ötesinin kabul ettirildiği, dolayısıyla onurlu bir devlet olunduğu, diğer yandan da ABD ile ilişkilerin eski gücüne kavuştuğu, “çuval” yaralarının iyileştiği propaganda ediliyor. Burjuva gericiliği, “başarı umudunun kırılması” stratejisi çerçevesinde, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesine karşı tüm olanaklarını seferber etmiş bulunuyor.

Düzenin saflarında taraflaştırılan, seçimlerle daha sıkı bir biçimde düzene bağlanan işçi ve emekçiler, psikolojik savaşın temel kitlesi ve şovenizm zehrinin etkisiyle kirli savaşın destekçisi yapılırken, ellerindeki sınırlı hakların gaspı da yeni saldırılar eşliğinde sürüyor. 2007’nin başlangıcında asgari ücret iki dilim halinde sefalet artışı görmüş, kenar semtlerdeki ev kiralarının bile altında kalmıştı. Sağlık alanındaki yıkım yeni bir boyut kazanmış, koruyucu hekimlik kanalı olan sağlık ocakları işlevsizleşmiş, doktorların haddinden fazla yük altında boğularak özel sektöre kayışını hızlandıran aile hekimliği uygulaması başlamıştı. Seçim yılı olması ve siyaset alanındaki kriz nedeniyle askıya alınan saldırılar (SSGSS Yasa Tasarısı, kıdem tazminatının gaspı, kapitalistleri vergiden ve sigorta primi ödemekten kurtaracak düzenlemeler, eğitim, sağlık ve diğer kamu hizmet alanlarında özelleştirmenin hızlandırılması, Tekel gibi kalan diğer KİT’lerin, doğal kaynakların satışı vb...) artık yeniden gündeme gelmiş durumda. Üstelik sermaye iktidarı adına işleri yürüten AKP, tüm bu saldırıları yılların riyakarlığı ile reform (“sosyal güvenlik reformu”) ve çözüm paketi (“istihdam paketi”) yalanları eşliğinde yapıyor.

Ekonomik-sosyal politikalar açısından diğer iki gösterge ise, asgari ücret görüşmeleri ile 2008 bütçesi idi. Asgari ücretin %6 ile 8 arasında olacağı ise daha bu ayın ilk günlerinde açıklanmıştı. Bütçe ise tam olarak terör devleti ve faiz ödemelerine ağırlık verilerek hazırlanmıştı.

Özetlemeye çalıştığımız tablo, işçi sınıfı ve emekçileri bekleyen yeni yılın onlar payına nelere sahne olacağı konusunda da bir fikir veriyor. Saldırılar boyutlanarak sürecek, emekçiler için yaşam her bakımdan daha da ağırlaşacak, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik özlemlerini boğmak için emperyalistlerden alınan tam destekle birlikte her yol denenecek.

Gelmekte olan yılın emekçilere ve tüm ezilenlere yeni umutlar getirebilmesi herşeyden önce Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik mücadele doğrultusunda neyi ne kadar yapabileceklerine sıkı sıkıya bağlıdır. Burjuva gericiliğinin elinde emekçileri bölmenin ve birleşik sosyal mücadeleden alıkoymanın etkili bir silahına çevrilen şovenizm zehrini bertaraf edebilmenin olmazsa olmaz koşulu birleşik mücedeledir. Bu hayatın her alanında ve gündelik mücadelenin her biçimi içinde başarılması gereken bir iş olmalıdır. Gelmekte olan baharı, 8 Mart’ı, Newroz’u ve 1 Mayıs’ı, bu amaç doğrultusunda en iyi biçimde değerlendirebilmek, devrimci hareket için girmekte olduğumuz yılın en öncelikli görevi sayılmalıdır.