29 Aralık 2007 Sayı: SİKB 2007/47 (49)

  Kızıl Bayrak'tan
   2008’e girerken 2007’den kalanlar…
  Bombardımanın örttüğü gerçekler
Kürt halkının dökülen kanı egemenlerin
ahlakına ayna tutuyor!
Tekel işçilerinin eylemlerinden...
Cevizli Tekel’deki özelleştirme saldırısıyla ilgili Tek-Gıda-İş 2 No’lu yöneticileriyle konuştuk...
Gençlik hareketinden...
  Asgari ücrete ilişkin eylem ve etkinliklerden...
  Asgari ücret mi biat ücreti mi?
Yüksel Akkaya
  19 Aralık eylem ve etkinliklerinden....
  Devrimci örgüt yaşamsaldır!
  Birleşik Metal İş 17. Merkez Genel Kurulu üzerine...
  “Erdal Eren kavgamızda yaşıyor!”
  Hayvanlar alemini rüya alemi sanan bir kafa
aydın olamaz!
  “Prekarite/Prekar” ücretler zamanı:
Nereye kadar?
Yüksel Akkaya
  Sincan İşçi Kurultayı’na yürüyoruz!
  Rusya AKKA’dan resmen çekildi!
  Hamas Bush yönetimince muhatap alınmayı
talep ediyor!
  PKK / KCK yöneticilerine açık çağrı!
M. Can Yüce
  Annapolis, Kürdistan ve Ortadoğu - Abu Şehmuz Demir
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Asgari ücret mi biat ücreti mi?

Yüksel Akkaya

“Temel gelir”, “vatandaşlık geliri” gibi sosyal politikada yeni arayışların yaşandığı kapitalist dünyadan bir haber olarak bizim sendikacılarımız, hükümet adamlarımız, işverenlerimiz bir kez daha asgari ücreti “birlikte” belirlemeye çalışıyorlar. Kuşkusuz, bir orta oyunu olarak. Kapitalist sistemin tıkandığı, işsizliğin, yoksulluğun derinleştiği bir dönemde çıkış yollarından biri olarak görülen “temel gelir” üzerine daha sonraki yazılarda değinmek üzere şimdilik asgari ücreti nasıl algılamamız gerektiği üzerine, tekrara kaçan bir yazı ile değinmekte yarar var.

Kapitalist bir sistemde ücret, asgari ücret, yüksek ücret hiçbir zaman “adil” bir ücret olmaz. Bu ücretlerin düzeyi sadece işçinin emeğinin sömürü düzeyini gösterir, hiçbir zaman sömürünün sona ermiş olduğunu göstermez, ne kadar yüksek olursa olsun. “Refah” dönemlerinde “yükselen” ücret, kriz dönemlerinde, yıkıcı bir rekabetin baskısı ve işsizliğin korkunç tehdidi ile iyice dibe vurur. Bu dönem emekçiler için bir var olma, ayakta kalma mücadelesi dönemine dönüşür. Öyle olduğu için emekçiler her düzeyde ücrete, yaşamlarını sürdürebilmek için rıza gösterirler.

Sadece ücretiyle yaşayabilen işçiler, birbirleriyle ve işsizlerle girdikleri iş kapma ve koruma mücadelesinden her seferinde daha da yoksullaşarak çıkarlar. Bu dehşetengiz rekabet sömürü oranını, kâr oranını yükseltirken işçiye  sefil bir yaşamı sürdürmeye yetecek bir ücrete razı olmaktan başka yol kalmaz! Öyle ki, F. Engels’in ifadesi ile işsizlerin son erkeği, son kadını, son çocuğu iş bulamadıkları sürece rekabet, ücretleri sıkıştırıp durur. Sermaye ile olan rekabette ise, işçi sadece açlığa, sefalete itilmez, bir de ayağına sımsıkı perçinlenmiş bir pranga vurulur.

Kapitalist sistem, normal durumlarda, işçinin kendi ortamının ve ülkesinin koşullarına uygun olarak kendisine çalışma ve yeniden üreme olanağı sağlayacak araçları edinmesi için gereksindiği bir parayı ücret olarak verir, ki buna da “adil ücret” derler. Kuşkusuz, bu “adil ücret” asgari ücretten biraz daha fazladır! Demek ki, kapitalist sistemde “adil” olmayan asgari ücret sadece işçinin asgari düzeyde yaşamını sürdürmesini sağlayacak araçları edinmesi için gereksindiği para olacaktır.

İşçi hareketlerinin yükseldiği, rakip bir sistem olarak sosyalist sistemin kapitalist sistemi tehdit ettiği bir zaman diliminde, sistem ve düzen sürekliliğini sağlamak için sosyal politika uygulamalarından biri olarak asgari ücretten de bir araç olarak yararlanmaya çalışmıştır. Bu dönem “asgari ücret” sistemi rahatlatan, işçi sınıfına da bir “rüşvet” olarak teklif edilen bir ücrettir. Aslında bu ücret sermayenin de işine yaramış, “refah” döneminde ücret üzerinden kaynaklanacak bir “kirli” rekabetten kurtulmuşlardır. Özellikle büyük sermaye, küçük sermayenin daha düşük ücretli mal ve hizmet üretme baskısı ve “kirli” rekabetinden kurtulmuştur.

Gelişimi açısından bakıldığında asgari ücretin kapitalist sistem içinde üç temel anlamı bulunmaktadır. İlki, işçinin yaşamını sürdürmesi için gerekli ve zorunlu olan araçları almaya yetecek kadar bir paranın ücret olarak belirlenmesidir, ki bu en düşük ücret düzeyidir, bir doğal ücret olarak da kabul edilebilir. Burada sömürü oranı yüksektir, üretilen değerin büyük bir bölümüne kapitalist el koymaktadır. Bu ücret düzeyi ile kriz dönemlerinde olduğu kadar yıkıcı bir rekabetin yaşandığı her dönemde de karşılaşılır. İşsizlik baskısı, korkusu, kaygısı bu ücret düzeyini iyice aşağı çeker. 19. yüzyıl ücretleri ile 21. yüzyıl ücretleri bu tür ücretlerdir. Bu dönem işçi hareketleri de etkisizdir, kapitalist sistemi tehdit eden bir dış etken de yoktur.

Asgari ücretin ikinci temel anlamı kapitalistler arasındaki ücret farkından kaynaklanan “kirli” rekabetle ilgilidir. Gerek ülkeler arasında gerekse işletmeler arasındaki bu ücret farkı, taraflar arasında, maliyetleri ve fiyat düzeyini belirlediği için, bir “haksız”, “kirli” rekabete neden olur. “Düşük ücret”, “yüksek ücreti” kovar, tıpkı kötü paranın iyi parayı kovması gibi! Böyle olduğu için, “yüksek ücret” ödeyen kapitalistler, “düşük ücret” ödeyenlerle rekabet edebilmek için standart bir ücret talebinde bulunurlar, ki bu da asgari ücret olur. Kuşkusuz, bu anlaşmada kabul edilmek istenen en düşük olan ücret olacaktır, ancak somut durum buna el vermediğinden bir pazarlık ile mümkün olduğunca en düşüğe yakın bir ücret üzerinden anlaşılır. İşçi sınıfının potansiyel tehlike/tehdit düzeyine bağlı olarak da bu ücret biraz daha yüksek tutulabilir. Böylesi bir ücret, refah dönemlerinin yanı sıra kriz dönemlerinde de benimsenebilir.

Üçüncü temel anlam, asgari ücretin sosyal politikanın bir aracı olması ile ilgilidir. Bu aslında işçi sınıfına teklif edilen bir “rüşvettir” de. Kapitalist sisteme karşıt olmak ve onu değiştirmek yerine, sistemle bütünleşmeyi ve onunla varlığını sürdürmeyi önerir, bunun karşılığında da “daha” iyi, “adil” bir ücret önerir, ki bu öneriyi de asgari ücret olarak yapar. Bu daha çok refah dönemlerinde başvurulan, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra benimsenen bir politikadır. Burada işçinin “normal” ihtiyaçlarını karşılayan bir ücret gözetilmeye çalışılır. Geçimden çok, “insanca yaşam” gibi bir kriterden sık sık söz edilir. ILO’nun tanımı ile “asgari ücret işçiye uygun yaşama normları sağlayacak bir ücret” olarak kabul edilir, ettirilmeye çalışılır.

Türkiye’deki asgari ücretlere ve belirlenmesine yönelik politikalara yukarıda belirtilen üç temel anlam çerçevesinde bakıldığında, iç pazara yönelik üretim sürecinin dışında, sosyal politikanın bir aracı olarak bakılmadığı görülecektir. Tarihsel gelişim, seyri ve bugünkü durumu bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bugün asgari ücret yıkıcı rekabetin acımasız ücreti olarak kabul edilmekte, bir maliyet unsuru olarak değerlendirildiğinden mümkün olduğunca en düşük düzeyde tespit edilmeye çalışılmaktadır. Milyonlarca asgari ücretli emekçi ise örgütsüzlüğünün bir sonucu olarak bu sürece müdahale etmemekte/edememektedir. Sendikaların üyelerinin asgari ücretten yüksek bir ücret alıyor olması, sendikaları ve sendikalı işçileri asgari ücretin belirlenmesi mücadelesi dışına itmektedir. Bir kölelik ücreti bile olmayan günümüz asgari ücreti yükseltmek şiarı yerine, böyle bir rüşvete razı olmak yerine F. Engels’in 150 yıl önce söylediği gibi “Üretim araçlarının: hammaddelerin, fabrikaların ve makinelerin emekçi halkın eline geçmesi” şiarı ile mücadele etmedikçe, bu kadere hep razı olmak zorunda kalacaktır. Üstelik bu kaderi bu kez dinsel araçlarla tahkim eden yönetim altında daha “uhrevi” olarak benimsetmeğe çalışacaklardır. Yörsan’da “iş ihsan” edilenlerin, sendikaya üye olma “hainliğinin” cezasız bırakılmaması, yeni ücret politikaları için bir gösterge olabilir mi? Sorunun yanıtından çok, soruyu sormak ve üzerine düşünmek önemli.