30 Kasım 2007 Sayı: SİKB 2007/46(46)

  Kızıl Bayrak'tan
   İşçi sınıfı, emekçiler ve ezilen Kürt halkının
birleşik devrimci mücadelesi!
  Kürt sorununa Amerikan formülü netleşiyor
Gazetemize yönelik hukuk terörü sürüyor!
Telekom grevi üzerine...
Telekom işçileriyle dayanışma eylemlerinden...
Tersanelerde kurultay çalışmaları...
  TÜMTİS’ten “abluka”ya yanıt!
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  AK Parti Kürtler’in Deccal’i mi?
Yüksel Akkaya
  Marks’ın Kapital’i
  140. Yılında Kapital‘in Güncelliği sempozyumu...
  Fırtına öncesi sessizlik!..
Haluk Gerger
  Dünyadan...
  Şiddetin kaynağı olan kapitalist sisteme karşı
emekçi kadınlar bir adım ileri!
  İstanbul Gençlik Forumu toplanıyor!
  Söz sırası gençlikte...
  İstanbul Liseli Gençlik Platformu’ndan çağrı:
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Fırtına öncesi sessizlik!...

Haluk Gerger 

Bu akşam yine zor bir görevle karşınızdayım. Başdöndürücü hızda değişikliklerin yaşandığı, bütün aktörlerin gerçekten zora girdiği bir dönemde bu gelişmeleri yorumlamak elbette çok zor. Benim de bu gelişmelere ilişkin somut, sizin beklediğiniz türden yanıtlarım yok ama düşüncelerimi sizinle paylaşmak için yine karşınızdayım.

Çok değil bir hafta on gün öncesini düşünün ve bugünkü duruma bakın. Aradaki müthiş değişimi ve kargaşayı görmeniz mümkün olacak. Biz bir hafta on gün önce ne tartışıyorduk? Muazzam bir şovenizm dalgası ve müthiş bir militarizm karşısında bir sınır ötesi harekat ve Güney Kürdistanın kalıcı işgaline yol açabilecek askeri gelişmeleri tartışıyorduk hep birlikte. Ve asıl tartıştığımız şuydu: Türkiye bir akıl tutulması yaşıyor;  Kürt sorunu karşısındaki çaresizlik ve bunalım içinde kıvranan, dolayısıyla da korkan, korktukça da saldırganlaşan ve bu militarist ve şovenist girişimin toplumsal altyapısını oluşturmuş bir Türkiye düzeni karşımızdaydı. Ne tartışıyorduk? Bunun özünde bir psikolojik savaş harekatı olduğu gerçeğini... Bunun toplumdaki tepkileri bir biçimde paralize etmek, ama aynı zamanda düdüklü tencereden buharı çıkarmak operasyonu olup olmadığını, Türkiye içindeki bir iktidar mücadelesinin sonuçları olduğunu ve sonuçta Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı ve büyük güçsüzlüğü karşısında böyle bir maceranın yaşanıp yaşanamayacağını tartışıyorduk.

Ama cevaplar farklı olmakla birlikte iki nokta kesindi.

Birincisi, Türkiye’nin bütün bu şiddeti tırmandırma harekatında son sözünün emperyalizm tarafından, ABD tarafından söyleneceğini biliyorduk, çünkü Türkiye’nin bağımlılığının farkındaydık. Türkiye’nin ABD’den izin ve icazet almaksızın radikal adımlar atamayacağını biliyorduk. Birinci bildiğimiz buydu. Yani bütün bu yapılanların bir tarafıyla da Kürtlere karşı bir psikolojik savaş, Türk halkına karşı bir psikolojik savaş operasyonu olduğu kadar ABD’ye yönelik de bir şantaj olduğunu biliyorduk.  “Ya Barzani ya biz!” sloganı aslında bu şantajı ele veriyordu.

İkinci olarak şunu biliyorduk: Son tahlilde egemenler bir bütün olarak tek bir amaca sahiptiler; gerektiğinde şiddet yoluyla tasfiye. Ama ayrıca biliyorduk ki, yöntem farklılığı da vardı egemenler arasında. Genel olarak bir ulusalcı-orducu damar vardı, doğrudan şiddeti öngören... Bir de işte sivil hükümetin ve müttefiki liberal kanadın yöntem farklılığı sözkonusuydu. Bunların özde birleştiklerini, tasfiyede birleştiklerini, emperyalizme bağımlılıkta birleştiklerini, militarizm ve şovenizmde birleştiklerini de biliyorduk.

Fakat bir hafta on gün önceki saldırıda bir temel gerçeği daha gördük; amaçları aynı olan egemen güçlerin bu ayrı kanatları neredeyse yöntemde de birleşmiş görünmekteydiler. Liberaller de militarizm bayrağını çekip o büyük koroya katıldılar. Kürt sorunu karşısında ılımlı bir ses, hatta kimilerinin şahsında Kürt dostu olarak çıkan liberallerin bu şoven ve militarist dalgaya nasıl katıldıklarını, nasıl kışkırtıcı olabileceklerini bir hafta on gün önce gördük. Bunun çok büyük derslerle dolu olduğunu da bu arada söylemek istiyorum. Fakat sonuçta bunun ikili bir yöntem olduğunu biliyorduk. Nihayet liberal-emperyalist çizgi ile ulusal çatışmacı çizgi arasındaki mücadelenin kararını Beyaz Saray verecekti ve Genelkurmay Başkanı dahil herkes sonuçta Erdoğan’ın Bush’la görüşmesini beklemek durumundaydılar.

O görüşmenin ardından birden bire bugünkü geri çekilmeyi anlatan bir duruma ve sessizlik dönemine girildi. Buradan şöyle bir düşünce ortaya çıkıyor: Demek ki Beyaz Saray’daki görüşmede liberal-emperyalist çizgi galip çıkmış durumda. Nedir bu? ABD, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini kabul etmeyeceğini ve Türkiye’nin, ABD’nin kırmızı çizgilerine uyması gerektiğini, anlaşıldığı kadarıyla, açık bir biçimde ifade etti. Yani ABD, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a kalıcı işgale de yol açabilecek ölçülerde bir kara harekatına karşı çıktı. Bunu anladık. Bu durumda tabii, bu olasılık geri plana itilince, liberal-emperyalist çizgi kendini göstermeye başladı. Neydi liberal çizgi? Liberal çizginin sınıf hareketi ve ulusal kurtuluş hareketleri karşısındaki klasik formülü bellidir: Şayet engelleyemiyorsan, şayet yenemiyorsan, yok edemiyorsan denetim altına al ve tasfiyeyi bu şekilde yap!

Egemenler ikili hedeften vazgeçmiş değiller. İkili hedefi açık bir biçimde ortaya koymak lazım. Türkiye’nin hedefi ikilidir. Bir tarafta kuzeydeki Kürt ulusal uyanışını boğmak ve onun bütün örgütsel ifadesini tasfiye etmek, yok etmek. Fakat Türkiye’nin ana meselesinin bu olduğunu ya da sadece PKK meselesi olduğunu da düşünmemek lazım. Türkiye aynı zamanda Güney Kürdistan’daki Kürt varlığını ve onun gelişimini de boğmak istiyor. Şiddet şimdilik geri çekilmiş gibi görünüyor ama bu ikili hedef emperyalist-liberal çizginin yöntemleriyle bugün için gündeme sokulmuş görünüyor.

Baykal’ın son açıklamalarına bakarsanız, bu yaklaşımın Güney Kürdistan’a ilişkin bir devlet çizgisine dönüşme eğilimi ortaya çıkar. Daha doğrusu, baykal’ın önerdiklerinin Devlet’ten bağımsız bir girişim olduğunu düşünemeyiz. Burada, bu tasfiye yönteminin beklentileri açık; Güney Kürdistan’a ilişkin emperyalist liberal çizgi, belli roller biçiyor. Ve burada esas olarak yapılmak istenen, Güney Kürdistan’ı uydulaştırmak ve bu uydulaştıma süreciyle tasfiye etmek. Kuzey Kürdistan’da ise, bir taraftan örgütsel tasfiye, öte taraftan da işbirlikçi sınıfsal temelde onu yeniden sisteme enetegre etmeye çalışmak. Bugün emperyalist- liberal çizgi Güney Kürdistan’a herşeyden önce kardeşlerine karşı tetikçiliği dayatıyor. Türkiye’nin alt sistemdeki hegemonyasının basit bir işbirlikçisi, uydusu olmayı dayatıyor. Ve nihayet Türk sermayesinin elbette küresel sermaye ile birlikte bir uydu pazarına dönüşmesini dayatıyor. Bu emperyalist-liberal çizgi Kuzey Kürdistan’a ilişkin olarak ise, kapitalistleşme sürecinin gelişerek bu türden bir modernleşmenin yaşanmasını, Avrupa Birlikçi yeni burjuva işbirlikçi sınıfın gelişmesini, giderek, Güney Kürdistan üzerindeki alt sisteme bağlayıcı hegemonyanın taşıyıcısı olmayı, baskıcısı olmayı tahayyül ediyor. Ve Kuzey Kürtlerine, ayrıca, bir yandan Türkiye kapitalizminin ucuz işgücü, batıdaki göçmen işgücü olmayı, bir yandan da Türkiye kapitalizminin kirli işlerini yapan lumpen proletaryanın kaynağı olmayı dayatıyor. Ona bu kirli modelden başka bir şey sunmuyor.

Değerli Arkadaşlar,

Güney’de de, Kuzey’de de Kürtler emperyalizmi ve liberalizmi bir kez daha yeniden yaşayarak öğreniyorlar. Biz bundan memnun değiliz. Kürt halkına yönelik ulusalcı şiddetin karşısında olduğumuz gibi, liberal-emperyalist çizginin dayatmalarına ve tasfiye politikalarına da elbette karşıyız. Kürtlerin Güney’de ve Kuzey’de emperyalizm ve liberalizmin bir kez daha oyununa geliyor olmasından hoşnut değiliz.

Ama şunu da biliyoruz ki, tablo bir kez daha netleşiyor, bir kez daha şu ortaya çıkıyor arkadaşlar: Sınıf kardeşliği ve emperyalizmin saf dışı edilmesi, halkların kardeşliğinin ve halkların eşitlik, özgürlük ve kurtuluş arayışının temelini oluşturur. Bu tablodan bir kere daha ortaya çıkıyor ki, sınıf dayanışması, yani yoksul yığınların ortaklığı bir devrimci kurtuluş rotasını da çiziyor. Bundan şu çıkıyor ki, bu devrimci rotada halkların eşitliğini ve kardeşliğinin inşasının ancak emperyalizmin ve onun liberal ya da milliyetçi müttefiklerinin saf dışı edilmesiyle, ve elbette mazlumlara karşı şiddete sonuna kadar direnerek, mümkün olduğu bir kez daha netleşiyor.

Ve çok açık bir biçimde bir kez daha, biz komünistlerin Kürt halkının bütün ulusal ve toplumsal taleplerinin ve haklarının savunucusu, gerçek ve kalıcı dostları olduğu ortaya çıkıyor. Biz aslında bugün Güney Kürdistan’ı emperyalizm karşısında savunuyoruz. Biz Güney Kürdistan’ın emperyalist baskıları altında Türkiye’nin uydusu, Türkiye’nin pazarı olmasına ve kendi kardeşlerine tetikçilik yapan bir üsse dönüşmesine karşı çıkıyoruz. Biz Güney Kürdistan’ın kendi öz gücüyle, öz mücadelesiyle on yıllardır Arap Baasçılığına karşı verdikleri mücadele sonucunda elde ettikleri kazanımların korunmasından ve derinleşerek gelişmesinden yanayız. Biz aynı zamanda Kuzey Kürdistan’da ulusal demokratik hakların sağlanmasından, daha da önemlisi Anayasal güvence altına alınmasından yanayız. Biz aynı zamanda Kürt halkının birliğinin önündeki engellerin kaldırılmasından yanayız. Söylediğimiz net: Şu ya da bu biçimde, açık şiddet yoluyla ya da emperyalist-liberal yöntemin tasfiyeci girişimleriyle, resmi militarizmle ya da liberal oyunlarla, emperyalizmle işbirliği içinde, Kürt halkının sorunlarının çözülmeyeceği bir kez daha anlaşılmıştır.

Biz sonuçta, bütün bölgede halkların eşitliğinin, özgürlüğünün ve kardeşliğinin gerçekleşmesine dayalı devrimci bir proje dışında, ulusal ve toplumsal kurtuluşun var olmadığının bugün bir kez daha kanıtlandığını görüyoruz. Dünkü militarist şovenist dalganın hedefi de aynıydı, bugün yumuşak gibi görünen liberal-emperyalist saldırı dalgasının sessizliği de aslında aynı amaca hizmet ediyor. Güney’de de, Kuzey’de de Kürt haklarının, Kürt kazanımlarının, Kürt örgütlenmesinin tasfiyesi, uydulaşması, işbirlikçileşmesi ve yok edilmesi. Her iki damar da sonunda amaçlarını emperyalizme dayanarak gerçekleştirmek istiyor...

Bunun karşısında biz komünistler ve devrimciler bir kez daha Kürdistan’ın güneyinde de, kuzeyinde de bütün ulusal demokratik ve toplumsal kurtuluş taleplerinin dostları olarak bu zor günlerinde onların yanında yer alıyoruz. Kürt halkının yanında yer almak komünistlerin ve devrimcilerin namus borcudur...

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: Bugünkü sessizlik iki bakımdan hiç kimseyi aldatmasın. Birincisi, nasıl o büyük militarist şovenist dalgadan bugüne geldik, yarın da ne olacağı belli olmaz. Yarın yeniden o büyük militarist şovenist dalga serüvenine geri dönebiliriz. Şiddet, açık şiddet olarak tekrar kendisini dayatabilir. İkinci olarak unutmamak gerekir ki, liberal- emperyalist çizgi de son tahlilde militarizmi içermektedir. Her ikisi de Kürt halkının düşmanıdır.

Bu çarkın kırılması, Kürt halkının direngen öncülerine ve devrimcilerine bağlıdır sonuçta. Önümüzdeki sessizlik, kurbanlık koyunların sessizliği mi olacak, yoksa, halkların kardeşliğini, toplumsal ve ulusal kurtuluşun birlikte örülmesini isteyenlerin kavgasının, “Saraylara savaş, kulübelere barış!” diye gürleyecek olan devrimci fırtınanın öncesindeki sessizlik mi olacak? Biz biliyoruz ki, yaşamakta olduğumuz bu fırtına öncesi sessizliktir aslında.

Hepinize teşekkür ediyorum.

(İsviçre’de yapılan 20. Yıl Gecesi’ndeki konuşma, 25 Kasım 2007)