3 Ağustos 2007 Sayı: 2007/30(30)

  Kızıl Bayrak'tan
   Seçimler sonrası yeni dönem...
  “İstikrar” sorunu sürüyor!
“Sivil ve demokratik anayasa” masalları…
Düzen partileri seçim depreminin
altında kaldı!
Kemalizm ve Anayasa tartışmaları
ne anlatıyor?
Milletvekillerine cezaevlerine giriş sınırlaması...
  Kıdem tazminatı hakkı gaspedilmek isteniyor…
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Sınıfın devrimci programını işçi ve emekçi kitlelere taşıyan etkin bir seçim faaliyeti
  Direnişçi Sanovel işçileriyle konuştuk...
  Tekstil atölyesi mi, esir kampı mı? - Yüksel Akkaya
  Bir damla su için sosyalizm!
  Binali Soydan serbest bırakıldı!
  Emperyalist işgal Irak’ta halkın
yarısını açlığa mahkum etti!
  Emperyalist-siyonist güçler Filistin halkını teslim almaya çalışıyor...
  Balkanlaşma ve iç savaş sarmalında Ortadoğu - Volkan Yaraşır
  DTP ve meclis - M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor...- 1

Balkanlaşma ve iç savaş sarmalında Ortadoğu

Volkan Yaraşır

Irak’ta her gün yaşanan katliamlar, etnik ve mezhebi polarizasyon, Lübnan’da her an patlamaya hazır siyasal ortam ve iç gerilim. Filistin’de bir davanın kirlenmesi, çeteleşme ve fiilen iki mikro devletin kurulması, Afganistan’ın giderek daha fazla karanlığa gömülmesi başta bölge ülkeleri olmak üzere uluslararası siyaseti etkiliyor ve sarsıyor. Ortadoğu yanıyor…

ABD yeni jeopolitik gereği Ortadoğu coğrafyasını bir odak olarak belirlemiş ve bölgeye Büyük Ortadoğu Projesi adı altında çok yönlü ve vektörlü müdahalede bulunmuştu.

İmparatorluk projesi çerçevesinde gelişen bu emperyalist müdahale kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanmaktaydı. Önleyici vuruşla bölgedeki rejimlerin değiştirilmesi amaçlanıyor, kapitalizmin küresel ihtiyaçlarına uygun bölgenin yeniden dizaynı hedefleniyordu. Yeni jeopolitik gereği enerji kaynaklarının, enerji yollarının, kıymetli madenlerin bulunduğu, verimli toprakların ve su kaynaklarının olduğu coğrafyaların kontrolü amaçlanıyordu. Bu “kontrol” politikası bir başka anlamda ABD ile rekabet edecek başka bir emperyalist gücün veya bloğun da önünü kesmeyi içermekteydi. Büyük Ortadoğu Projesi tam da bu manada hayata geçirilmeye başlandı. Afganistan işgali, arkasından gelen Irak işgali sürecin hızla ve büyük bir vahşetle gelişeceğini ortaya koydu.
 
ABD’nin tek süper güç olma ya da imparatorluk kurma girişimleri, birçok faktörden dolayı aksamaya başladı. Avrupa Birliği’nin bölgenin talanında söz sahibi olma girişimleri sürüyor ve bu yönde yeni denge arayışları devam ediyordu. Ayrıca bölge ülkeleri Büyük Ortadoğu Projesine farklı saiklerle direnç göstermekteydi. Özellikle Irak’ta emperyalist işgale karşı başlayan direniş ve ülkenin kaotik bir ortama sürüklenmesi, ABD’ye projede yeni revizyonlar yapma ihtiyacı hissettirmekteydi.

ABD daha önce devre dışı bıraktığı Avrupa Birliği’ni bu sefer devreye sokarak hareket etmeye çalıştı. Yeni proje Kuzey Afrika’yı kapsamıyor ve bölgedeki rejimlerin değişikliğini gündemine almıyordu. Özellikle bu zamana kadar bölgede emperyalizmin hizmetinde görev alan kesimlere yeni roller yükleniyor ve iç dinamiklerin önemine vurgu yapılıyordu. Ne var ki bu projenin basına yansımasıyla, başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere birçok bölge ülkesi projeye sıcak bakmadığını açıkladı. Ayrıca ABD’nin hızla bataklığa gömüldüğü Irak’a Avrupa Birliği bulaşmamayı tercih ediyordu. Bu faktörler revize edilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin de ölü doğmasına yol açtı.

Özellikle Irak’ta çatışmaların yoğunlaşması, sürecin fiili parçalanmaya doğru hızlanması ve Şii’lerin ciddi bir güç olarak devreye girmesi, ABD ve onun bölgedeki mızrak ucu İsrail tarafından acil önlemlerin alınmasını zorunlu kıldı. İran, Irak’ta Şii’lerin güçlenmesini kendi nüfuz alanının genişlemesi olarak değerlendirdi ve çeşitli müdahalelerde bulundu. Bunun yanında nükleer programını hızlandırdı. “Yeni Ortadoğu Düzeni” içinde Orta Asya, Kafkaslar ve Hazar Bölgesi denkleminde önemli bir yer teşkil eden İran’ın devre dışı bırakılması son derece önemliydi. İşte bu konjonktürde İran’a yönelik saldırı planları gündeme getirildi. Yaşanan yüksek konjonktür bir başka vektöründe devreye girmesine yol açtı. İran’ın ön mevzisi konumunda olan Lübnan’daki Hizbullah hızla öne çıkarıldı.

İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a saldırısı emperyal projede yeni düzenlemeleri işaretliyordu.

Hizbullah’ın tasfiye edilmesi, İran’ın ön cephesini kaybetmesine yol açacaktı ve İran’a yönelik operasyonun gerçekleşmesini kolaylaştıracaktı. Condoleezza Rice’ın “Yeni Ortadoğu” diye tanımladığı proje Lübnan’da yaratılmaya başlandı. Rice aslında ABD, İngiltere ve İsrail’in Ortadoğu’da Lübnan, Filistin, Suriye, Irak, İran, Afganistan’ı kapsayan askeri yol haritasından bahsediyordu. Şiddet sarmalıyla bu coğrafyalarda küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre ekonomik, askeri ve kültürel düzenlemeler hedeflenmekteydi.

Lübnan start noktasıydı. “Yapıcı kaos” adı verilen şiddet dalgasıyla Ortadoğu coğrafyası yeniden yapılandırılmak isteniyordu. Rice, ABD’nin jeo-stratejik amaçlarının gerçekleşmesi için kıyım, sürgün, katliamları zorunlu görmekte, bir anlamda bu vahşeti “Yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları” olarak değerlendirmekteydi. Bu arada ABD bölgedeki işbirlikçi ülkeleri devreye sokarak Ortadoğu’da bir Sünni cephenin oluşması yönünde çalışmalar yaptı. Şii jeo-politiğine karşı Sünni jeo-politiği gündeme getirildi. Bu yönde Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün devreye sokuldu. Bu ülkelerin o dönem Türkiye’yle girdiği mekik diplomasisinin ardında Sünni jeo-politiğinin hazırlanması vardı. Bahsedilen ülkelerde ve bölgenin bütünündeki çürümüş egemen klikler Şii radikalizmini tehdit olarak değerlendirmekteydi.

Ne var ki Hizbullah’ın direnişi ve İsrail’i askeri olarak yenmeyi başarması, bunun yanında siyonizmin hem Lübnan’da hem de Filistin’de bütün vahşetiyle kendini göstermesi bu atağında boşa çıkmasına yol açtı.

ABD’deki iç politik gelişmeler
    
ABD’nin Irak’ta hızla kontrolünü yitirmesi (Kuzey Irak burada özel bir konumda duruyor. Uzun vadede ABD’nin bölgedeki kalıcı karargahı olarak dizayn edilmiş durumda), ölen asker sayılarının “kabul edilebilir” sınırı zorlaması, Irak’ta özellikle Bağdat’ta bir türlü istikrarın sağlanamaması birçok problemi beraberinde getirdi. Bu arada Şii’ler Irak siyasi arenasında önemli bir siyasi ve askeri aktör olarak rol almaya başladı. Irak’ın hızla bir iç savaş ortamına girmesi ABD’yi sıkıştırmaktaydı. Askeri kayıplar düzenli bir şekilde artmaya devam ediyordu. Irak’ta işgal ve savaşın yarattığı anafor başta ABD’yi ve bölge ülkelerini içine çekmekteydi. İşte bu sırada Bush, Irak’ta yaşananları Vietnam’a benzetmek zorunda kaldı.

Bu gelişmelerin yanında Kuzey Kore’nin nükleer deneme yapması, Bush yönetimini iyice sıkıştırdı. İmparatorluk projesiyle hareket eden bir güç, artık dünyadaki gelişmeleri kontrol etmekten acizdi. 2006 yılı içinde Bush yönetimi kamuoyu desteğini hızla yitirmeye başladı.

Başta Bush olmak üzere Neo-Con’lara yönelik eleştiriler yoğunlaştı. Hatta daha önce Neo-Con’ları desteklemiş bazı “önemli” adlar açıkça R. Perle ve P. Wolfowitz’i suçladı.

ABD’de senato ve meclis seçimleri bu politik zemin üzerinde gerçekleşti. Demokrat Parti, Cumhuriyetçi’lere karşı “savaş karşıtlığı” temelinde bir kampanya yürüttü. Fakat bu tırnak içindeki savaş karşıtlığı, savaşın kendisine yönelik değil, yürütülüş biçimineydi. Yani Irak’a yeterli oranda asker gönderilmediği, müttefiklerin desteğinin sağlanmadığı ya da İran gibi bölge ülkeleriyle ilişki kurulmadığı gibi…

Demokrat Parti seçimleri az bir farkla kazandı. Hatta eski Cumhuriyetçi’leri devşirerek, birçok konuda “sağ” argümantasyonlar geliştirerek seçimleri aldı. Seçimler bu yönüyle ABD seçmenlerinin giderek muhafazakarlaştığını gösteren bir platform oldu.

Bu süreçte Demokrat Parti, bazı askeri ve diplomatik kaynaklar ve Irak Çalışma Grubu benzer açılımlarda bulundu. Asker sayısının artırılması, Irak’ta düzenin sağlanması, güvenlik sorunlarının aşılması, petrol gelirlerinin paylaşılması ve bu yönde bir vakfın kurulması, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, bölge istikrarının sağlanması için Suriye ve İran’la temasa geçilmesi istendi.

Çok şey beklenen ve mana yüklenen Baker ve Hamilton Planı ya da Irak Çalışma Raporu başından itibaren kadük kaldı. Bush yönetimi açık zor politikalarını derinleştirerek sürdürdü. İşgal stratejisinde revizyonlar yaptı. Stratejisini iç savaş ve katliamlar zinciri üzerinden yeniden kurdu

Ortadoğu’ya emperyalist müdahalenin evreleri

Bugün Irak’ta ABD’nin uyguladığı emperyalist politikaların kökleri Carter, hatta
Nixon dönemine dayanıyor. Ortadoğu’daki yaşananları Bush yönetiminin ya da Neo-Con’ların fanatikliğiyle açıklamak oldukça sığ bir yaklaşımdır. *

Nixon doktrini, Soğuk Savaş’ın başlamasıyla dünya jandarması konumuyla hareket eden ABD’nin bu pozisyonunu tedricen değiştirerek, hegemonyasını yayması ve sürdürmesi için, kritik coğrafyalarda bölgesel işbirlikçilerin devreye sokulmasını ve rollerinin artırılmasını içeriyordu. Bu perspektifle ABD, Ortadoğu ve Körfez’in denetim altında tutulmasını iki ayakta düzenlemişti. Bu düzenleme içinde İran ve Suudi Arabistan’a önemli misyonlar yüklendi. İsrail ise bölgede bir karşı devrim merkezi gibi hareket ediyordu. Suudi Arabistan bir taraftan geniş petrol rezervleriyle kontrol altındaki enerji kaynağı olarak işlev görürken, diğer taraftan şeriatçı devlet yapısıyla ve petro-dolarların açtığı zeminlerle bir ideolojik saldırı odağı gibi konumlandırıldı. İran, ABD’nin bölgedeki jandarması ve vurucu gücü gibi hareket edecekti. Bölgenin birçok ülkesinde İran gizli servisi Savak ve Mossad’ın ortak operasyonları gerçekleştirildi. İsrail ve İran bölgede Arap olmayan iki devlet olarak, bir savunma kuşağının oluşturulması yönünde hareket etti.

Nixon yönetimi bu amaçla İran’ın bir savaş makinesi dönüşmesi için gayret gösterdi. İran’a yoğun silah yardımı yaptı. Hatta nükleer teknolojinin gelişmesi için özel ilişkilere girdi.

ABD’de Carter’ın yönetime gelmesiyle Nixon’un başlattığı silahlanma yardımı artırılarak sürdürüldü. Carter yönetimi döneminde İran Devrimi gerçekleşti. Devrim, ABD’nin bölgedeki en önemli vurucu güçlerinden birini kaybetmesi anlamına geldi. Ardından Afganistan işgalinin gerçekleşmesi Ortadoğu’da ve Körfez’deki dengeleri altüst etti. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesine karşılık, ABD bölgeye ilişkin yeni emperyalist politikalar geliştirdi.

ABD, Vietnam’dan çıkmasının verdiği rahatlıkla Ortadoğu’ya kalıcı askeri güç olarak girmeye çalıştı. Bu adımına paralel olarak bölgedeki işbirlikçi yönetimlerle ilişkilerini yeniden düzenledi. 1980’de açıklanan Carter Doktrini’nde şu noktalar belirtildi: “Bir dış güç tarafından Basra Körfezi bölgesinin denetimini ele geçirmeye yönelik herhangi bir girişim, Birleşik Devletler’in yaşamsal çıkarlarına karşı bir saldırı olarak kabul edilecek ve böyle bir tecavüz, askeri güç de dahil olmak üzere, her araç kullanılarak geri püskürtülecektir.”

Bölgeye askeri müdahalenin ilk adımı Çevik Güç’ün 1978 yılında kurulmasıyla atıldı. Çevik Güç, ilk döneminde merkezi bir komutanlığa bağlı değildi. Merkezi komutanlık Reagan döneminde kurulacaktı.
 
Reagan “Yeni Soğuk Savaş” stratejisiyle hareket etti. Özellikle bölgede İsrail’e önem verdi. Reagan için İsrail “Ortadoğu’da Sovyet varlığına karşı (Amerikan) askeri dengesini oluşturuyordu” ve İsrail’e yapılan yardım ABD’nin güvenliğine yapılmış iyi bir yatırımdı.

Sovyetler Birliği’nin çökmesi, ABD’ye hegemonyasını yayma ve derinleştirme şansı yarattı. Yaşadığı ekonomik sorunlar ve Sovyetler Birliği sonrası ortaya çıkan “düşmansızlık” durumu ABD’nin ataklar yapmasını ve hegemonyasını restore etme ihtiyacını zorunlu kıldı.

Reagan’dan sonra eski CIA Başkanı George Bush, (1989 başında) iktidara geldi. Bush ABD’nin yeni hegemonya hamlesinin ifadesi olan “Yeni Dünya Düzeni”nin inşasına girişti. Bu süreç bir yanıyla da “küreselleşme” adı verilen finans kapitalin spekülasyon yoluyla dünyayı kumarhaneye (ya da ‘kumarhane kapitalizmi’ne) çevirme süreciydi. I. Körfez Savaşı, Soğuk Savaş’ın ardından Carter Doktrini’ne bağlı olarak bölgenin yeniden düzenlenmesiydi ve “Yeni Ortadoğu Düzeni”nin inşasına yönelik agresif bir ataktı. ABD Irak müdahalesiyle ve Suudi Arabistan’da kurduğu askeri üsle Ortadoğu’ya geri döndüğünü gösterdi. Bu adım bir yanıyla da ABD’nin tek kutuplu bir dünya oluşturma çabasının ifadesi oldu.
 
ABD emperyalizmi, hegemonyasını ekonomik, kültürel, diplomatik yollarla ya da “yumuşak” enstrümanlarla kuramayacağını bildiğinden, bu inisiyatifini yitirdiğinden dolayı askeri üstünlüğe dayanan bir yönelim içine girdi. ABD yönetici elitleri rakip bir emperyalist gücün yükselmesini engellemenin ancak ABD’nin muazzam askeri gücünün daha da büyütülmesiyle olanaklı olduğu ileri sürmekteydi. Bu noktada silah ve petrol lobileri ve tekelleri ağırlıklarını koydu. Bütün bu süreç bir anlamda hegemonyanın restorasyonu süreciydi. ABD, imparatorluk projesine uygun olarak “yeni” bir emperyalist kimliğe girmeye çalışıyordu.

Neo-Con’lar tarafından temsil edilen bu yönelim, hegemonya stratejisini imparatorluk projesine dayandırmaktaydı. Özünde tek yanlı üstünlüğü içeriyor ve temel politika olarak da ünilateralizm uygulanıyordu. “Yeni Roma” tartışmaları o günlerde sıkça yapılmaya başlandı.

Soğuk Savaş’ın bitmesi savunma harcamalarında gerilemelere, savunma ve askeri sanayi alanındaki şirketlerin hisse senetlerinde düşmelere yol açmıştı. 1989-1991 arasında yaşanan bu dalgalanma I. Körfez Savaşı’yla bir ölçüde kırıldı. Askeri sanayi alanındaki şirketler bir toparlanma sürecine girdi.

I. Clinton döneminde “bütün ağırlık” küreselleşme politikalarına verildi. Soğuk Savaş sonrası “bakir kalmış coğrafyaların” ya da eski Sovyet coğrafyalarının hızla emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu, birincil yönelim oldu. Yeni pazar alanları kapitalizmin vahşi sömürüsüne maruz bırakıldı. ABD küreselleşme adı verilen bu politikalarla ülke içine olağanüstü bir değer transferi yaptı. Savunma harcamaları ikincil plana itildi ve önemli oranda azaltıldı.

II. Clinton döneminde bu durum değişti. Seçimler sonucu senato ve mecliste Cumhuriyetçilerin daha fazla koltuk kazanması süreci etkileyecekti.
 
Yeni bir av sahası olarak Yugoslavya parçalandı. Federe devlet sekiz mikro devlete bölündü. Balkan savaşlarında ABD aktif rol oynadı. Irak sürekli bombalandı. Afganistan ve Sudan aralıklı roket saldırılarına uğradı. Bu ataklar ABD üstünlüğüne vurgu yapılan demagojik kampanyalarla tamamlanmaya çalışıldı. ABD halkı savaş psikolojisini alıştırıldı. Vietnam yenilgisinin yarattığı travma kırılmaya başladı. ABD gücünü dünyanın dört bir yanında hissettiriyor, gösteriyordu.

Küreselleşme dalgasının yarattığı halüsinasyon 1997 Asya Krizi’yle hızla dağıldı. Ardından bir dizi krizin (Rusya, Meksika, Türkiye gibi) yaşanması ABD’ye hegemonyasının restorasyonu yönünde hamle yapma ihtiyacını doğurdu. Bu arada ABD ekonomisi hızla resesyon içine giriyordu. 11 Eylül olayları bu konjonktürde gerçekleşti ve arkasından Afganistan ve Irak işgali yaşandı.

Bu kısa tarihçenin de ortaya koyduğu gibi, ABD yönetici elitlerinin farklı kliklerinin yeni hegemonya arayışlarına yönelik itirazları yoktur. Yönetici elitlerin stratejik yönelimleri ve görüşleri birbiriyle uyuşmaktadır. Bugün Irak savaşında yaşandığı gibi problem, savaşın yürütülüş tarzındadır. Irak’ta durumu en çok eleştiren yönetici kliklerin bile ürettiği politikalar, Irak’ta ABD’yi içine çeken anaforun yeni bir Vietnam yenilgisine dönüşmemesi yönündedir. ABD’nin bölgede kalıcı ve etkili bir güç olmasının yöntemleri araştırılmaktadır. Aslında bu projeler bir başka bağlamda Anglo-Amerikan emperyalizminin bölgedeki yeni yol haritasını belirlemede işlev görecektir.

* ABD emperyalizminin farklı dönemlerde izlediği emperyalist konseptler ve bunun Ortadoğu’ya yansımaları hakkında daha geniş bilgi için bkz. Volkan Yaraşır, Gerçeğin Çölüne Hoş Geldiniz 11 Eylül, Gendaş Yay., 2001; Volkan Yaraşır, İmparatorluğun Yeni Av Sahaları, Mephisto Yay., 2005

(Devam edecek...)


Fildişi Sahilleri’nde “barış” tecavüzü!

BM “Barış Gücü”nün “barışı” sağlamaya soyunduğu günden bu yana Fildişi Sahilleri’nden mide bulandırıcı haberler geliyor. Uluslararası yetki ile donatılmış olan söz konusu ordu kuvvetleri akla gelebilecek her türlü pisliğe imza atıyorlar.

Fildişi Sahilleri’nden yansıyan haberlere göre, ülkenin bazı bölgelerini “Barış Gücü” adı altında istila eden ve “Mavi Bereliler” olarak tanınan BM askerleri görev yaptıkları yerlerde 14-18 yaş arası genç kız ve çocuklara sürekli olarak tacizde bulunuyorlar ve dahası yoksul ailelere, genç kızları ve çocuklarıyla birlikte olmak karşılığında yemek dağıtımı yapıyorlar.

Söz konusu bölgeden yüzlerce tecavüz haberinin medyaya yansıması üzerine BM, askerlerden birkaç yüzünü yargılanmak üzere bölgeden çekti. Ancak bu göstermelik yargılama sürecinin kendisinin orada yaşananların önünü keseceğini beklemek yersiz. Zira yerlerine gelecek olanlar gidenlerden daha temiz olmayacak.

BM’nin ve diğer tüm emperyalist odakların barış anlayışının bu çıplak yansısı daha önce konumlandırıldıkları tüm coğrafyalarda da açığa çıkmıştı! BM’nin “Barış Gücü”, emperyalizmin halkların tepesine indirdiği bir balyozdur! BM’nin “Barış Gücü” o coğrafyada yaşayan tüm insanlara tecavüzdür!