25 Mayıs 2007 Sayı: 2007/20(20)

  Kızıl Bayrak'tan
   Düzen cephesinde seçim hazırlığı...
  Sermayenin seçim sonrası “niyeti”
Ankara’nın göbeğinde kontrgerilla
provokasyonu!..
Bir “solda dönüşüm” öyküsü
“Sol” görünümlü faşist parti DSP
Ah şu liberaller -
Haluk Gerger
  Düzen güçlerinin Kürt halkına karşı
“kutsal ittifakı”
  Büyükanıt emretti, Yargıtay uyguladı!
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Rejim krizi ve gündemdeki parlamento seçimi
  Seçim kampanyası ve kadro sorunu
  İbrahim Kaypakkaya ülke genelinde düzenlenen eylemlerle anıldı...
  Lübnan’da iç çatışmalar yeniden başladı
  Düşük maliyetli katil istihdamı
  Alman devleti G8 karşıtlarına saldırılarını artıyor
  Dünyadan...
  Batı Avrasya ve Ortadoğu
Abu Şehmuz Demir
  Gençliğin çözümü devrimde!
  Seçimler ve devrimci yurtsever tavır/1
M. Can Yüce
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Rejim krizi ve gündemdeki parlamento seçimleri

Sermaye düzeninin rejim krizine dönüşen açmazı

İçinde bulunduğumuz yılın düzen payına zor bir yıl olarak yaşanacağı daha baştan belliydi ve hemen herkesin beklediği bir sonuçtu. Bu genel beklentinin gerisinde bir dizi öteki etkenin yanısıra egemen sınıf klikleri arasındaki dalaşmanın cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimlerin yakınlaşmasıyla birlikte şiddetlenecek olması gerçeği vardı. Beklenen oldu; güdümlü ama etkili cumhuriyet mitingleriyle tırmandırılan gerilim, ordunun cumhurbaşkanlığı seçimine muhtıralı kaba müdahalesiyle yeni bir düzeye ulaştı. Bu siyasal süreci kilitledi ve mevcut koşullarda erken bir genel seçimi durumdan çıkış için tek seçenek olarak gündeme getirdi.

Rejim krizine bir çıkış sağlayıp sağlamayacağı henüz belli olmayan erken genel seçim Mayıs başından beri artık resmen toplumun gündeminde ve rejim bünyesinde karşı karşıya gelen tüm gerici siyasal güçler kendi yönlerinden en iyi sonucu almak için hummalı bir çalışma içinde. ABD, AB ve başta TÜSİAD olmak üzere işbirlikçi büyük burjuvazinin kendi hesapları çerçevesinde yeni bir seçim dönemi için daha destek verdiği AKP, bu desteğin sağladığı siyasal-moral güçle rejim bekçileri tarafından son dönemlerde örgütlenen kuşatmayı yarmak için seçimleri yeniden kazanmak, parlamentodaki mevcut durumunu ve dolayısıyla tek başına hükümet olma konumunu korumak istiyor. Ordu tarafından desteklenip yönlendirilen ve CHP’den MHP’ye ve yeni DP’ye uzanan parçalı gerici-faşist cephe ise, en fazlasından AKP’nin tek başına hükümet olmasını engelleyebilecek bir sonucu elde etmek için uğraşıyor. (Bunu zora sokabilecek en önemli handikap, Kürt hareketinin parlamentoda temsilini engellemek için tam bir “milli mutabakat” halinde korunan yüzde on barajından başka bir şey değildir.)

Bu tablo karşısında burjuva düzeninin açmazı şudur: AKP’nin kazanması, ABD, AB ve TÜSİAD’ın hesap ve beklentilerine uygun bir biçimde, istikrarlı bir parlamento bileşimi ve dolayısıyla içerde ve dışarda emperyalizmin ve sermayenin çıkar ve ihtiyaçlarına uygun tüm politikaların zamanında ve eksiksiz olarak uygulanabilmesi demektir. Fakat bu başarı ve hizmetin dinci gericiliğin baş siyasal odağı olarak AKP cephesinde karşılığı, devlet iktidarında daha etkin bir konum kazanmak, dolayısıyla sömürü ve rant kaynaklarının kontrolünde temsil ettiği özel sermaye grupları lehine daha büyük avantajlar elde etmek ve elbette kendi dinsel gerici eğilimleri doğrultusunda toplum yaşamına daha çok biçim vermeye çalışmak olmaktadır ve olacaktır. Sonuçta rejim krizine dönüşen sorun da buradan çıkmaktadır. Ordu eksenli faşist-şovenist burjuva gericilik cephesinin AKP’nin emperyalizme ve işbirlikçi sermayeye sorunsuz hizmetiyle esasa ilişkin bir sorunu yoktur. Sorun tam da AKP’nin dinsel gericiliğin temsilcisi olarak bunun karşılığını devlet iktidarında (ve dolayısıyla rant kaynaklarının denetiminde) etkinlik ve toplum yaşamına müdahale biçiminde devşirmesinde çıkmaktadır.

Karşı cephenin AKP’nin tek başına hükümet olmasını engelleyecek muhtemel bir seçim başarısı ise bugünkü biçimiyle rejim krizini hafifletecek, fakat bu durumda da parçalı bir parlamento bileşimi ve koalisyona dayalı hükümetlerin yaratacağı sorunlarla yüzyüze kalınacaktır. Emperyalist çevreler ve TÜSİAD bunu istememekte, bu nedenle de rejimin yerleşik dengelerini sarsarak yarattığı ve yaratacağı sorunlara rağmen bir dönem daha AKP’yle işleri götürmek istemektedirler. Kıbrıs, Kürt sorunu, bölge politikaları ve AB ile uyum sürecinin gerekleri konusunda AKP’nın daha uyumlu ve uysal bir hizmetkar olması, onların bu tercihini ayrıca güçlendirmektedir.

Emperyalist çevrelerin ve TÜSİAD’ın bu tercihi, düzen bekçiliğini cumhuriyetin yerleşik değerlerini korumak ve kollamak olarak topluma sunan ordunun siyasal yaşama müdahalesine belli sınırlar getirmekte, bu ise alışık olmadık bir biçimde bugünkü çatışmanın parlamento zeminini güçlendirmekte, burjuva siyasal yaşamın iç dengeleri ve dolayısıyla yakın gelecekteki seyri bakımından gündemdeki seçimlere apayrı bir önem kazandırmaktadır.

28 Şubat başarısının yarattığı beklenmedik handikap

18 Nisan 1999 seçimlerini konu alan Seçimler ve Parti Taktiği başlıklı yazıda, Türkiye’de parlamento-siyaset ilişkileri konusunda şu değerlendirmelere yer verilmişti:

“Türk parlamentosu başından itibaren güdümlü bir kurum olarak doğdu ve bütün bir tarihi boyunca da böyle kaldı. Fakat güdümlü olması işlevsiz olması ile aynı şey demek değildi. Tersine, rejime yığınlar nezdinde parlamenter bir görünüm kazandırması, ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ yanılsamasına bir inandırıcılık sağlaması, özellikle çok partili dönemde ‘demokrasicilik’ ve ‘milli irade’ oyununa aksesuar oluşturması bakımından hakim sınıf payına hayli işlevsel de oldu. 27 Mayıs darbesi ile birlikte ‘anayasal bir kurum’ olarak MGK üzerinden ordu vesayetine alınan hükümetler ve parlamento, buna rağmen, halkın yükselen toplumsal muhalefetinin de basıncı altında, egemen sınıflar arası çelişki ve çatışmaları belli ölçülerde yansıtan kurumlardı. Ordu bunun yarattığı sorunları bilindiği gibi 12 Mart ve 12 Eylül’le aştı.

“12 Eylül darbesi bu açıdan bir dönüm noktası oldu. Darbenin hedeflerinden biri de düzen içi çatlakları onarmak, egemen sınıfın tüm gruplarını tek program/çizgi etrafında birleştirmekti. Darbeyi izleyen ilk ‘serbest seçim’ sayılan ‘87 seçimleri, 12 Eylül’ün bu çerçevede amacına ulaştığının, düzen partilerinin MGK-İMF çizgisinde giderek tekleştiğinin, birbirinden ayırdedilemez hale geldiklerinin ilk işaretlerini verdi.

“Yapısal bunalımın düzenin esneme olanaklarını en aza indirmiş olması ile Kürt halkının özgürlük mücadelesinin rejimin yerleşik dengelerinde yarattığı sarsıntı, MGK denetiminde bu aynı program etrafında tekleşmeyi hızlandırdı ve kolaylaştırdı. 20 Aralık ‘95 seçimlerine kadar bunun tek istisnası RP olarak görünüyordu. Tüm temel düzen politikalarına tam destek verdiği halde, halkın dini duygularını istismar ile sosyal demagojiyi kullanma yeteneği, yine de bu partiye ayrı bir görünüm kazandırıyor ve onu parlamentoda da aykırı bir konumda gösteriyordu.

“Ordunun 28 Şubat müdahalesiyle yaptığı operasyon bu sorunu da tümüyle değilse bile önemli ölçüde çözdü. Kürt halkına karşı kirli yoketme savaşını yönetiyor ve yürütüyor olma konumunu yıldan yıla siyasal yaşama daha dolaysız müdahale için bir araca çeviren ordu, 28 Şubat sonrasında RP ve onun isim değiştirmiş hali FP’yi de hizaya getirerek, böylece tabloyu tamamladı. Bu arada, dinsel gericiliğe, onun temsilcisi olan partiye yönelik müdahalesini ‘laiklik’ ve ‘çağdaş değerler’ adına yaptığı için, siyasi yaşam üzerinde bu dolaysız ve kaba müdahalesini toplumun ilerici kesimleri nezdinde bile meşrulaştırmayı başardı.” (Parti Değerlendirmeleri-1, Eksen Yayıncılık, s. 31-32)

Ne var ki bugünkü rejim krizini de işte tam da düzen bekçilerinin bu başarılı müdahaleler silsilesi hazırladı. AKP bazı generallerin kendi nitelemesiyle bu 28 Şubat’ın ‘post-modern darbe’siyle elde edilen başarının hem meyvesi ve hem de bugün soruna dönüşen handikapı oldu. 28 Şubat’ın dinsel gericiliği rejim için kabul edilebilir sınırlara çekmeye yönelik terbiye operasyonu, sonuçta Erbakan liderliğindeki hareketi bölünmeye götürdü ve ABD’nin özel desteği ve yönlendirmesi altında AKP siyaset sahnesine çıkarıldı. Bu çıkış yığınlar nezdinde 2001 krizinin yarattığı büyük sosyal yıkımın sorumluları olarak görülen ya da önceki süreçler içinde zaten yıpranmış bulunan CHP dışındaki tüm öteki düzen partilerini sandığa gömünce AKP’nin üçte bir oyla üçte iki çoğunluğa dayalı parlamento üstünlüğü tablosu doğdu.

ABD ve TÜSİAD desteği olmayınca...

AKP dönemi istikrarlı parlamento bileşimi, istikrarlı hükümet ve dolayısıyla emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçlarına uygun kararların seri ve eksiksiz biçimde uygulanması demekti. Bu ise uzun yıllardır arzulanan bir siyaset tablosu anlamına geliyordu ve bir tek 1 Mart tezkere kazası dışında emperyalizme ve işbirlikçi sermayeye umulan yararları fazlasıyla sağladı. Anayasayı bile değiştirebilecek çok belirgin parlamento üstünlüğüne rağmen AKP hükümet olma gücünün kaynağının parlamentoda değil fakat ABD’de ve işbirlikçi büyük burjuvazide olduğunun tam olarak bilincindeydi ve bu nedenle tüm çabasını bu güçlere güven vermeye ve onların desteğini almaya yoğunlaştırdı. Onların her istediğini ve beklediğini eksiksiz biçimde yerine getirmek, siyaseten güçlü olmanın ve parlamentodaki üstünlüğünü kendi hesapları doğrultusunda siyasal bir güce dönüştürebilmenin biricik olanaklı yoluydu. AKP bu yoldan yürüdü ve bu sayededir ki aradan geçen beş yıla yakın bir dönemin ardından yine bu aynı güçlerin desteğini bugün hala koruyabilmektedir.

Fakat bunun karşılığını da son derece ihtiyatlı ve ölçülü adımlarla da olsa parça parça aldı. Sözkonusu olan beş yılı bulan bir hükümet icraatı süresi olunca ve bunu yerel yönetimlerdeki belirgin üstünlük de tamamlayınca, bu ihtiyatlı ve ölçülü adımlar bile zaman içinde AKP, onun şahsında dinsel gericilik payına önemli sonuçlar ve kazanımlar anlamına geliyordu. Nitekim devlette kadrolaşmada büyük bir mesafe katedildi. Toplum yaşamına, özellikle de eğitim ve kültür yaşamına sinsi ve etkili müdahalelerde bulunuldu. Hükümet olmanın da gücüyle düzen medyası içinde dolaysız ve dolaylı biçimlerde etkin bir konum kazanıldı. Ve bütün bunlar, mevcut adımlara bir sıçrama kazandırmanın ötesinde büyük bir siyasal-moral anlamı da bulunan cumhurbaşkanlığının ele geçirilmesiyle birleştirilmek istenirken, işler sonuçta izlemekte olduğumuz rejim krizine vardı.

Olaylar bunun düzen bekçilerinin katlanabileceği sınırlar olduğunu ortaya koymuş bulunuyor ve sürecin bundan sonraki seyri henüz tüm belirsizliğini koruyor. Zira çatışma çözülmüş değil, fakat yalnızca seçimlerin ortaya çıkaracağı yeni tabloya kadar ertelenmiş durumda.

Bu çatışmanın egemen sınıf siyasetinde parlamento zeminine ve dolayısyla gündemdeki seçimlere alışılmadık ölçüde bir önem ve işlev kazandırdığını söyledik. Bunun gerisinde, siyasal yaşamın işleyişinde bugüne kadarki çizginin, bugün için ve kuşkusuz geçici bir durum olarak, bozulmuş olması gerçeği var. Bugüne kadar ordunun siyasal yaşama dolaylı ya da dolaysız tüm önemli müdahalelerinin gerisinde her zaman Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçi büyük burjuvazinin tam desteği, dahası dolaysız teşviki ve yönlendirmesi vardı. 12 Mart’tan 12 Eylül’e ve 28 Şubat’a kadar bu hep böyleydi. Bugünkü özel konjonktürde ise Amerikan emperyalizmi ve TÜSİAD bu desteği vermiyorlar, zira bu dönem ihtiyaç duyduğu bazı adımların atılmasında istikrarlı ve uyumlu bir hükümet istiyor ve bunu da mevcut koşullarda AKP şahsında buluyorlar. Mevcut siyasal tablo içinde, emek düşmanı politikaların eksiksiz uygulanmasının ötesinde, (ki bu konuda tüm öteki partiler AKP kadar hizmete hazır ve gönüllü durumdalar), Kıbrıs sorununun çözümü, Kürt sorununun ve dolayısıyla Güney Kürdistan sorununun Amerikancı çizgide belli bir çözüme bağlanması, ABD’nin Ortadoğu politikalarına tam uyum, AB sürecine uyumun gerektirdiği tavizlerin verilmesi vb. konularda AKP’yi tüm öteki partilere göre daha uyumlu, uysal ve hizmete hazır görüyorlar.

Fakat AKP’ye bu özel konumu kazandıranın aynı zamanda halen korumakta olduğu önemli seçmen desteği olduğunu da unutmamak gerekir. Bu seçmen desteği AKP’yi ABD ve TÜSİAD için ayrıca tercih nedeni haline getiriyor ve bunların verdiği destek de gerisin geri AKP’nin seçmen desteğini güçlendiriyor.

Böyle olunca, ordu siyasal yaşama daha etkin ve sonuç alıcı bir müdahaleyle dinsel gericiliği dizginleyebilecek bir dolaysız desteği ABD ve TÜSİAD’dan bugün için alamayınca, bir yandan cumhuriyet mitinglerinde görülen türden bir güdümlü kitle hareketi ve öte yandan sözde “laik cephe” içindeki partilerin yeni seçimlerdeki başarısı, mevcut duruma müdahalenin araçları olarak daha çok önem kazanıyor. Bu özel ve kuşkusuz geçici evrede parlamento seçimlerinin rejim bünyesindeki krizin çözümü bakımından kazandığı göreli önem de buradan geliyor.


 

Düzen içi iktidar çatışmasında zorlu yıl

Türkiye’nin kapitalist düzeni siyasal planda da uzun yıllardan beridir aşılamayan, ancak dinamikleri ve dolayısıyla mahiyeti değişmiş bulunan bir kriz yaşıyor. Bu halen çıkarları karşıt sınıflar arasındaki zorlu sosyal mücadelelerin ürünü bir siyasal kriz değil kuşkusuz, değişen dinamikler ve muhtevadan sözederken bu önemli noktayı vurgulamış oluyoruz. Alt sınıflardaki tarihsel hareketlenmenin ürünü sosyal mücadelelerin siyasal krizi yarattığı, beslediği ve derinleştirdiği dönemler oldu yakın zaman Türkiye’sinde. ‘60’lı, özellikle de ‘70’li yılların ikinci yarısında, Türkiye’de, yaygın sosyal mücadelelerin devrimci bir kitle hareketi biçimini aldığı, böylece rejimi zora soktuğu, devlet işleyişini zaafa uğrattığı, hükümetleri etkisiz kıldığı, dolayısıyla burjuvaziyi belli sınırlar içinde yönetemez duruma düşürdüğü dönemler yaşandı. O dönemler temel kriz etkeni, ilerici-devrimci akımların içinde önemli bir yer tuttuğu sosyal mücadelelerdi ve gerici burjuva düzeninin kendi iç çelişkileri de bunun bir yan ürünü olarak depreşiyor, krizi derinleştiren bir etkide bulunuyordu.

Fakat 12 Eylül faşist darbesi ile toplumsal muhalefete ve devrimci harekete vurulan ağır darbeden bu yana, Türkiye’deki siyasal kriz dinamikleri arasında bu etken, sözü edilemeyecek denli tali plana düşmüş durumda. ‘90’lı yıllar boyunca ve halen bunun tek istisnası, Kürt sorunu eksenli toplumsal-siyasal muhalefettir. Bugün devrimci çizgiden tümüyle kopmuş, düzen içi reformist bir çizgiye oturmuş bir siyasal akım tarafından temsil ediliyor olsa da, Kürt sorunu ve dolayısıyla hareketi, düzen için ciddi bir siyasal kriz etkeni olmayı sürdürmektedir. Fakat paradoksal bir biçimde bu aynı sorun, toplumun önemli bir kesiminin şovenizmle zehirlenmesini kolaylaştırarak, burjuva gericiliğine ekonomik ve siyasal krizi yönetme imkanı da vermektedir. 12 Eylül’ün düzlediği ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarda serpilip palazlanan dinsel gericiliğin yanısıra, Kürt sorunu üzerinden kışkırtılan şovenizm, bugün burjuvazinin elinde, kitleleri denetim altında tutmanın, onları ilerici sosyal mücadeleden ve siyasal bilinçlenmeden alıkoymanın, böylece tüm zorluklara ve açmazlara rağmen toplumu nispeten kolay yönetebilmenin iki etkili silahı durumundadır. Dolayısıyla ilerici bir kriz dinamiği olarak Kürt sorununun/hareketinin oynadığı role buradan, bu çelişik etkileri üzerinden bakmak gerekmektedir.

Yine de, yönetmekte gösterilen başarı ne olursa olsun, düzen için siyasal boyutu ile de kriz bugünün açık bir olgusudur ve Kürt sorununun oluşturduğu ağırlığın ötesinde, bunu esas nedeni düzenin kendi bünyesinden kaynaklanan sorunlardır. Siyasal kriz dinamikleri öncelikle rejimin iç işleyişinde ve burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar ve iktidar dalaşmalarında ifadesini bulmaktadır.

12 Eylül faşist darbesinin düzen siyasetine müdahalesinin önemli sonuçlarından biri, bunu kolaylaştıran ekonomik ve sosyal faktörlerin de etkisi altında, tüm düzen partilerinin aynı program ekseninde tekleşmesi ve böylece kitleler nezdinde inandırıcılıklarını yitirmesi oldu. Bu uzun yıllar boyunca, oy desteği zayıf partiler, parçalı bir parlamento bileşimi ve birbirini izleyen koalisyon hükümetleri şeklinde bir siyaset tablosu çıkardı ortaya. Düzen temsilcileri, özellikle de sermaye kuruluşları, aynı yıllar boyunca burjuva siyasetinin bir türlü aşamadığı bu krizden “siyasal istikrarsızlık” söylemiyle yakınıp durdular. Yakındıkları sorun, ihtiyaç duydukları politikaları seri ve eksiksiz biçimde uygulayacak uyumlu ve güçlü hükümetlerin mevcut parlamenter işleyiş içerisinde bir türlü çıkamamasıydı.

3 Kasım 2002 seçimlerinin ortaya çıkardığı yeni parlamento bileşimi ve tek parti hükümeti bunun nihayet ve hiç değilse bir seçim dönemi için aşılması anlamına geliyordu. Nitekim şu son 4 yıllık hükümet icraatı boyunca burjuvazi bu anlamda bir “siyasal istikrar”ın tüm sonuçlarından en iyi biçimde yararlandı da. İstenen herşey, AKP hükümeti ve parlamento tarafından tam olarak ve gecikmeksizin yerine getirildi, emekçilere yönelik çok yönlü saldırılar pervasızca uygulandı. Mevcut hükümet, bu çerçevede işbirlikçi burjuvazinin ve uluslararası sermayenin tam desteğini aldı ve işin bu yönü bakımından bu destek halen de sürüyor.

Fakat bu aynı imkanın bir de öteki yüzü vardı. Bir yönüyle burjuvazi için adeta bir nimet olan, yılların özlemini karşılayan bu aynı parlamento bileşimi ve ona dayalı hükümet, bir başka yönden ve üstelik daha baştan, bir siyasal kriz etkeni oldu. Zira parlamentoda neredeyse anayasayı tek başına değiştirebilecek üçte ikilik bir çoğunluğa dayalı parti ile ona dayalı hükümet, gerici islamcı gelenekten geliyordu ve bu konumuyla rejimin oturmuş dengelerini zorlayacak bir ağırlık ve tehdit oluşturuyordu. Geride kalan dört yıl içinde buna ilişkin bir dizi siyasal dalgalanma yaşandı. Fakat içerden işbirlikçi burjuvazinin ve dışardan Amerikan emperyalizminin dengeleyici müdahaleleri ile; bu arada AKP’nin, büyük burjuvaziye ve emperyalizme güven vermek kaygısı ve geleceğe yönelik hesapları çerçevesinde ifade uygunsa soluğunu tutması sayesinde, bunun rejimin işleyişini tıkayacak boyutlara dönüşmesi bugüne kadar engellendi.

Fakat bugüne kadar iyi kötü kontrol edilebilen bu ilişkiler, bu hassas dengeler siyaseti, gelinen yerde ve özellikle de girmiş bulunduğumuz yıl içinde, yerini bir çatışmaya ve belki de hesaplaşmaya bırakacak gibi görünmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni seçim yılı bunu belirgin bir kuvvetle zorlamaktadır. Yıllardır işbirlikçi burjuvaziye ve emperyalizme sadakatle hizmet edip güven vermeye çalışan gerici islamcı parti, gelinen yerde bunun karşılığını almak istemekte; oysa kendilerini geleneksel olarak devletin sahibi ve düzenin bekçileri olarak gören güçler -başta ordu olmak üzere- buna direnmekte, bunun önünü ne edip edip almak istemektedirler. Sorun ve çatışma buradan doğmakta, bunda ifadesini bulmaktadır.

Rejimin içten içe yaşadığı siyasal krizin bir yönü halen budur ve bu, 28 Şubat’a yolaçan özel evre dışta tutulursa rejim için nispeten yeni, AKP hükümeti dönemiyle ilgili bir sorundur.

Bir dizi noktada bunu da kesen ve dolaysız olarak içeren öteki yönü ise, egemen sınıfın farklı kesimleri arasındaki çıkar ve iktidar dalaşıdır. Evet bu, çıplak bir çıkar ve bu çıkarları kollamak, devlet katında kritik mevzileri elde tutmak ya da ele geçirmek çerçevesinde, bir iktidar dalaşıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile yeni parlamentoyu ve dolayısıyla hükümeti çıkaracak yeni genel seçimlerin kritik önemi de buradadır.(...)

(Sermaye Düzeninin Zor Yılı, Ekim, Sayı: 246, Şubat 2007)