16 Şubat 2007 Sayı: 2007/06(06)

  Kızıl Bayrak'tan
   Ordu ve hükümet Beyaz Saray’ın kapısında sıraya girdiler…
  Emperyalistleri ve siyonistleri
topraklarımızda istemiyoruz!
  İşbirlikçiler Washington’daki savaş
ağalarının huzurunda!
  Faşizme ve şovenizme karşı militan
kitle mücadelesi!
Düzen solunda seçim manevraları
Baharı kazanmak 8 Mart’ı kazanmaktan geçiyor!
Geleneksel şiddetten kurtulmak için
geleneksel devletten kurtulun!
 Clara Zetkin (1857- 1933): Uluslararası emekçi kadın
hareketinin komünist öncüsü...
  Kadına yönelik şiddete karşı tavır almak sınıfsal bir görevdir!
  Tersane İşçileri Birliği Derneği 1. Olağan Genel Kurulu’nda buluşalım!
  İşçi sınıfının toplumsal konumu ve tarihsel devrimci misyonu
  El Fetih’le Hamas “Mekke Konferansı”nda anlaştı…
  Putin’den ABD-NATO tehditlerine rest!
  Kaymağı özel
ordular yiyor - Mumia Abu-Jamal
  Dünden kalan miras ve yeniden düşünmek -
Yüksel Akkaya
  TÜMTİS Genel Sekreteri Gürel Yılmaz ile konuştuk...
  Devlete hizmette gelinen aşama:
Türk(iye) milliyetçiliği!
M. Can Yüce
  Eylem ve etkinliklerden...
  Basından...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

İşçi sınıfı ve gerici teoriler...

İşçi sınıfının toplumsal konumu ve tarihsel devrimci misyonu

“İşçi sınıfının modern burjuva toplumundaki yeri, devrimci konumu ve misyonu, çağdaş siyasal tartışmaların can alıcı konularından birini oluşturmaktadır. Bu konuda teorik bir açıklık sağlanmadan devrimci sınıf mücadelesinin diğer sorunlarının çözümünde bir mesafe alınamaz. Zira bu devrimci teorinin ve pratiğin özüne ilişkin kilit önemde bir temel sorundur. Sosyalizmin bir bilim haline gelmesi, proletaryanın modern toplum içindeki yerinin ve bundan kaynaklanan tarihsel devrimci misyonunun açıklığa kavuşturulması ile olanaklı olabilmiştir. Bu bile başlı başına sorunun anlamını ve önemini ortaya koymaya yeter. Öte yandan burjuvazinin çok yönlü ideolojik saldırılarının odak noktasını tam da bu konunun oluşturması rastlantı değildir. Ve nihayet, dün olduğu gibi bugün de, her türlü siyasal karamsarlığın, sağa ya da sola savrulmaların gerisinde işçi sınıfına, onun tarihsel misyonuna ve devrimci potansiyeline şu ya da bu nedenle duyulan güvensizlik ve kuşkular yatmaktadır.

“İşçi sınıfının üretimdeki konumunun, toplumsal yaşamdaki yerinin ve bu çerçevede tarihsel devrimci misyonunun açıklığa kavuşturulmasıyla birlikte, sosyalizm bir ütopya olmaktan çıkarak maddi temelleri üzerine oturtuldu ve böylece bir bilim haline geldi. Bilime dönüşen sosyalizm maddi dayanağını ve silahını işçi sınıfında bulmuştu. Tersinden de işçi sınıfı, sömürüden ve zincirden niçin ve nasıl kurtulması gerektiği sorusunun yanıtını, bilimsel sosyalizm öğretisinde buldu. Bu, işçi sınıfının burjuvazinin karşısına programıyla, sendikal ve politik örgütlenmeleriyle, bağımsız ideolojisi ve eylem gücüyle, ayrı ve bağımsız devrimci bir sınıf olarak çıkabilmesi demekti.

“Geniş çaplı sosyal mücadelelere, devrimci sınıf başkaldırılarına ve muzaffer devrimlere olduğu kadar büyük yenilgilere de tanıklık eden 20. yüzyılda, işçi sınıfı devrimci bir sınıf olarak rüştünü ispatlamakla kalmadı, aynı zamanda insanlığı kapitalist sömürüden ve emperyalist barbarlıktan kurtarabilecek yegane güç olduğunu da dünya ölçüsündeki mücadelenin ateşi içinde kanıtladı. Dünyanın her karış toprağını kanıyla sulayarak kazandığı zaferler ve aldığı yenilgilerle tarihe damgasını vuran bir sınıf vardı artık tarihin gündeminde. Bu sınıf yine var ve bu kavga hala sürüyor!..” (Sınıfa Karşı Sınıf Kurultayı, “İşçi sınıfının toplumsal konumu ve tarihsel devrimci misyonu” başlıklı sunumdan...)

***

Sınıfların ve sınıflar arası mücadelenin keşfi, bizzat burjuva düşünürlerine aittir. Klasik burjuva iktisatçıları kapitalist üretimi çözümlerken sermaye, toprak ve hammaddenin yanı sıra emeği de temel unsurlar arasında saydılar. Ne var ki, mesele her bir öğenin üretime katılmış olmaktan dolayı aldığı payı hesaplamaya gelince, işler çatallaştı. Bu yüzden burjuva iktisatçılar, değer sorununun ya üstünden atladılar ya da onu kabaca çarpıtma yoluna gittiler. Onların bıraktığı yerden meseleyi ele alan Marks, özelde sermayedarın elde ettiği kârın nereden geldiği, daha genelde ise üretilen malların değerinin ne olduğu sorununa çok yönlü bilimsel bir açıklık getirdi.

Son derece basit ve yalın bir keşiftir bu: Üretilen tüm mallar ve toplumsal zenginlikler, canlı insan emeğinin eseridir. Hiçbir değer yaratmayan, kendisi artı-değer sömürüsünden oluşan ve toplumsal bir ilişki, bir egemenlik biçiminden başka bir şey olmayan sermayenin kendisine hak olarak gördüğü kâr ise, karşılığı ödenmemiş emekten başka bir şey değildir. “İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretilmesinin her zaman için zorunlu bir koşuludur. Kısacası, işçi sınıfı yoksa sermaye de yoktur; sanayi yoksa artı-değer yoktur, dolayısıyla kâr yoktur, faiz yoktur, borsa oyunları yoktur.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Yayınları, s.610)

Fakat Marks bununla da kalmadı, sınıfların belli bir toplumsal yapılanmanın temelini oluşturan üretim ilişkilerinin özel bir ürünü olduğunu, tarihin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olan sömürücü sınıfların kaçınılmaz olarak gericileşip çürüdüğünü ve toplumsal bir devrim sonucunda tarihin çöp sepetini boyladığını bilimsel olarak kanıtladı. Böylece “baldırı çıplaklar” ilk kez işçi sınıfı şahsında, bağımsız bir mücadele programına ve devrimci bir sınıf ideolojisine kavuştular. İşçi sınıfı sömürüden ve zincirden niçin ve nasıl kurtulması gerektiği sorusunun yanıtını, bilimsel sosyalizm öğretisinde buldu. İşçi sınıfının üretimdeki konumunun ve toplumsal yaşamdaki rolünün açıklığa kavuşmasıyla sosyalizm, bir ütopya olmaktan çıkarak maddi temelleri üzerine oturtuldu. Barutunu kısa sürede tüketen burjuvazinin karşısında programıyla, sendikal ve politik örgütlenmeleriyle, bağımsız ideolojisi ve eylem gücüyle, devrimci bir sınıf vardı artık.

Kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalizm, işçi sınıfının bir avuç asalak sömürücünün dayattığı yıkım, çürüme ve yozlaşmadan kurtulmasının niçin bir zorunluluk olduğunu bilince çıkarıp hareket geçmesinde paha biçilmez bir itilim sağladı. Varlığını borçlu olduğu biricik üretici gücü, emeği yıkıma sürükleyen barbarlık ve sömürü, karşılığını bulmakta gecikmedi. Paris işçilerinin “Ekmek ve özgürlük yoksa barış da yok!” diyerek cüretle giriştiği mücadelede ilk sonucu almak, Rusya proletaryasına düştü. İşçi sınıfının “Savaşa karşı sınıf savaşı!”, “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşin!”, “Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!” diyerek ayağa kalkması ve Ekim Devrimi’yle Rusya’da iktidara el koymasıyla, 20 milyon insanın ölümüne yol açan dünya çapındaki birinci emperyalist boğazlaşma sona erdi. Yalnızca yirmi yıl sonra ikinci bir emperyalist paylaşım savaşıyla dünyayı kana bulayan faşizmi ezen ve pek çok ülkede halkların kurtuluşuna paha biçilmez bir destek sunan da, yine buzu kırıp yolu açan Sovyetler Birliği şahsında işçi sınıfı ve bir işçi devleti oldu.

Özetle, tüm bir yüzyıla damgasını vuran işçi ve emekçilerin başını çektiği ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine tanık olduk. Yaşanan tarihsel kesit, işçi sınıfının yalnızca devrimci bir sınıf olarak rüştünü ispatlamakla kalmadığını, aynı zamanda insanlığı kapitalist sömürüden ve emperyalist barbarlıktan kurtaracak yegane güç olduğu da kanıtladı. İstisnasız dünyanın her karış toprağını kanıyla sulayarak kazandığı zaferler ve aldığı yenilgilerle tarihe damgasını vuran bir sınıf vardı artık.

Evet, “Bu sınıf yine var, bu kavga hala sürüyor!..”

***

Öncesinde irili ufaklı mücadele girişimleri ile son altı yıldır sürmekte olan geriye çekiliş dönemi bir yana bırakılacak olursa, 1950’lerden itibaren nicelik olarak gelişmeye başlayan Türkiye işçi sınıfı, en kitlesel ve zaman zaman militan biçimler de kazanan direnişlerin altına imza atan bir sınıf olduğunu göstermiştir. 60’lara Saraçhane Mitingi ile adım atan, tarihe yazılan Kavel Grevi’nden başlayarak tek tek militan fabrika direnişleriyle kendisini gösteren işçi sınıfı hareketi, 15-16 Haziran’da kendiliğinden bir patlama noktasına ulaşmış, küçük burjuva devrimciliğinin damgasını vurduğu 1968-80 yılları arasında bile, gerek militanlık gerekse siyasal sorunlara duyarlılık bakımından ileri bir düzey sergileyebilmiştir. 1976’da “DGM’yi ezdik sıra MESS’te!” diyen, yükselen faşist saldırılara karşı üretimden gelen gücünü kullanmaktan geri durmayan, 16 Mart (‘78) katliamını yüzbinlerin katıldığı bir genel uyarı grevi ile yanıtlayan, 1 Mayıs yasağının kaldırılmasının ikinci yılında (1977) 500 bin kişiyle Taksim’e yürüyen, yüzbinlerce işçinin katıldığı grevler örgütleyen, Tariş ve daha onlarca fabrika direnişini yaratan bir sınıftır. Tüm bunlar, sermayenin azgınca saldırıları ve işçi sınıfının ana gövdesinin henüz devrimcileşmediği bir dönemin eylemlilikleridir. Bu kadarı bile sermayenin yüreğine korku salmaya yetmiştir. Nitekim, 12 Eylül faşist darbesinin generalleri, yıllar sonra işçi sınıfından duydukları korkuyu itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Askeri darbeye karşı kitlesel bir militan işçi direnişi beklediklerini, hazırlıklarını buna göre yaptıklarını söylemek durumunda kalmışlardır. Fakat yazık ki gerek devrimci sol hareketin sınıfla köklü ve sağlam bağlar kuramaması, gerek pek çok sol örgütün çok kolayından yenilerek dağılması ve gerekse sendika yöneticilerinin temsil ettikleri sınıfa yaraşır bir tutum almayarak cuntanın önünde eğilmeleri nedeniyle, sonuçta onların bu korkusu gerçekleşememiştir.

Fakat işçi sınıfı, gecikerek de olsa 12 Eylül karanlığını yırtan kitlesel eylemlere imza atarak tepkisini göstermiştir. ‘84’te başlayan tekil direnişler ve arayışlar ‘89 Bahar eylemlilikleriyle tüm sınıfa yayılmış, ‘91 madenci fırtınası ile bir doruğa çıkmış, işçi sınıfı ardı ardına patlayan grev ve direnişlerle toplumsal muhalefet içinde önplandaki yerini almış, bu rüzgarı arkasına alarak örgütlenme mücadelesine girişen kamu emekçilerine esin ve güç kaynağı olmuştur. Çiller hükümetinin devrilmesinde büyük bir rol oynamış, ‘96-2000 yılları arasında tarihinin en kitlesel eylemlerini gerçekleştirmiştir.

Tüm bunların; sosyalizmin aldığı ağır yenilgiyi fırsat bilen sermayenin koyu bir ideolojik saldırıya geçtiği, devrimden ve devrimcilikten kaçışın yaygınlaştığı, sendikaların sınıfa ihanette birbiriyle yarıştığı, yani işçi sınıfının bırakalım devrimci bir önderlikten, mücadele edecek doğru dürüst bir sendikal örgütlülükten bile yoksun kaldığı bir dönemde, deneyimli önderliği biçilmiş genç bir sınıf tarafından gerçekleştirilen ve bir kısmı da kazanımlarla sonuçlanan eylemler olduğu unutulmamalıdır.


Bugün ne yazık ki, bizzat gerçekleştiği ülkelerde sosyalizmin yozlaşıp çökmesiyle çağa damgasını vuran proleter ve halk devrimleri dalgası kesintiye uğramış bulunuyor. Türkiye’deki sınıf hareketi de bugün yakın tarihinin en geri bir döneminden geçiyor. Burada bu yenilginin nedenleri ya da sınıf hareketinin geriye çekilişi gibi özel sorunlar üzerinde durmayacağız, konumuz bu değil. Konumuz, alınan yenilgiler ve yaşanan durgunluğa bakarak, işçi sınıfının eski konumunu ve önemini yitirdiğine ilişkin eski burjuva ve küçük-burjuva bilim dışı görüşlerin piyasayı kaplaması, sınıf mücadelesinin ve tarihin inkarına kadar varan kaba gerici saldırılardır. Fakat yine de bu konuda birkaç söz söylemeden geçemeyiz.

Birincisi; tarih, işçi sınıfının toplumsal mücadelede yalnızca belirgin bir devrimci rol oynamakla kalmadığını, aynı zamanda iktidarı ele geçirebildiğini de kanıtlamıştır.

İkincisi; işçi sınıfının bugün sınıf bilincinden ve sosyalizm mücadelesinden uzak olması, onun toplumsal konumundan kaynaklanan nesnel devrimci potansiyelini ortadan kaldırmaz. Sınıf mücadelesi asla düz çizgisel bir seyir izlemez. Yengiler ve yenilgilerle, devrimci kabarmalar ve geriye çekilişlerle ilerleyen bir süreçtir bu. İşçi sınıfının tarihi devrimci misyonu alanında bugünkü zayıflığı bu tarihsel diyalektik içinde anlaşılabilir bir durumdur.

Üçüncüsü; işçi sınıfının şimdiye kadar uğradığı başarısızlıklar ve aldığı yenilgiler mutlak, aşılmaz ve bir sınıfın nesnel doğasından kaynaklanan sonuçlar değildir.

Ve nihayet dördüncüsü; sınıf savaşında giriştiği işi yarım bırakanlar, sınıf düşmanlarının en şiddetli saldırılarına maruz kalırlar. Ya da 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin liderlerinden S. T. Just’ün sözleriyle, “yarım devrim yapanlar, kendi mezarlarını kazarlar”. Bugünkü mevcut tablo tamı tamına bu sözleri doğrulamaktadır.

Uluslararası burjuvazi, işçi sınıfının bir dizi ülkede gerici burjuva sınıf egemenliğine son vererek başlattığı tarihi devrimci süreci ilerletmeyi başaramamasının bedelini, tüm dünyadaki işçi ve emekçilere ödetmeye yeminlidir. Şimdi tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz. Meydanı boş bulan burjuva ideologları, bizzat işçi sınıfının varlığını bile inkar edecek kadar kudurganlaşmış bulunuyor. “Elveda proletarya” diyerek sosyalizme karşı bayrak açanlar ile onların açtığı yoldan yürüyenler, onlarca yıldan beridir sosyalizmden kopmuş ve bürokratik kapitalizme dönüşmüş rejimlerin çöküşünün hemen ardından, sonunu ilan ettikleri tarihin kefenine sardıkları işçi sınıfını diri diri mezara gömmekte adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Daha temkinli olanlar ise işçi sınıfının değil ama, işçi sınıfını bir sınıf yapan temel siyasal ve ideolojik ölçütlerin artık geçerliliğini yitirdiğini, sınıflar arası çelişkilerin silikleştiğini ileri sürerek, onlardan devraldıkları taşı gediğine yerleştirmeye çalışıyorlar. Onların sloganı ise “elveda başkaldırı” oluyor. Burjuvazinin bu paralı uşaklarına göre tarih bitmiş, işçi sınıfı ruhunu teslim etmiştir. Ama elbette küstahlıkları bu kadarla da sınırlı değil. Burjuva ideolojik saldırıları işçi sınıfının üretimdeki konumundan başlayıp toplumsal mücadeledeki rolüne, çağa damgasını vuran temel çelişkilerden kapitalizmin niteliğine kadar bir dizi temel alanı kapsayarak genişlemektedir. Her biri sermaye egemenliğini perçinlemeye hizmet eden zehirden ve çamurdan karılmış bu iddiaları kabaca şöyle özetlemek mümkün:

* Sosyalizm yenildiğine göre, işçi sınıfının uğruna mücadele edeceği bir toplumsal hedef kalmamıştır.

* Sınıf savaşı tarihi artık son bulmuş, sınıf mücadelesi yerini uygarlıklar arası çatışmalara bırakmıştır.

* Kapitalizm kendisini aşmış, sanayi ötesi bir toplum evresine geçilmiştir. Çağımız “bilgi çağı”, “iletişim çağı”dır. Dolayısıyla, genelde üretim, daha özelde meta-üretimi kapitalist toplumun ayırt edici bir özelliği olmaktan çıkmıştır.

* Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, üretimde otomasyonun hayata geçirilmesiyle işçi sınıfı üretimdeki ve toplumsal yaşamdaki önemini yitirmiştir. Yeni kapitalist üretim ve yönetim teknikleri, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanacak zemini ortadan kaldırmıştır. Sınıf içi farklılıklar, rekabet ön plana çıkmış, ortak sınıf çıkarları ortadan kalkmıştır.

* Sınıf kimliği ve sınıf çıkarları aşılmış, yerini alt toplumsal ve kültürel kimliklere ve evrensel çıkarlara bırakmıştır.

* Sendikaların işlevi değişmiş, çatışmadan uzlaşmaya ve işbirliğine kayarak gerçek işlevine kavuşmuştur.

Tüm bunların en temel dayanağını ise, işçi sınıfının devrimci konumunu yitirdiği iddiası oluşturuyor.

Her türden burjuva gericiliğinin işçi sınıfının devrimci konum ve rolünü öncelikli ve temel hedef olarak alması son derece mantıklıdır. Zira, bir kez işçi sınıfının hesabı görülürse, iktidar dizginlerini istedikleri gibi ve istedikleri sürece ellerinde tutabilirler. Ama elbette, burjuvazi salt gözü dönmüş ideolojik saldırılarla işçi sınıfının nesnel varlığını ve devrimci rolünü ortadan kaldırılabileceğine, yani işçi sınıfının hesabını lafla görebileceğine inanacak kadar saf bir sınıf değildir. Asıl amaç, sosyalizmin bu biricik nesnel dayanağını ideolojik ve siyasal olarak mümkün olduğunca zayıflatmak ve böylece onu mümkün mertebe mücadeleden alıkoymaktır. Burjuva bozgunculuğunun başından beri solda ve sınıf bölükleri üzerinde bir karşılık bulması, onların niçin bu kaba saldırılarda ısrar ettiğini de açıklamaktadır.

***

İşçi sınıfının toplumsal yaşamda ve sosyalizm mücadelesinde hiçbir ayrıcalıklı konuma sahip olmadığını, aslında işçi sınıfının devrimci bir politika üretme olasılığının ezilen öteki toplumsal kesimlerden daha zayıf olduğunu ileri süren küçük burjuva akımların, burjuva ideolojik saldırıların mihenk taşını oluşturan “işçi sınıfının devrimci konumu ve misyonu yoktur” tespitine paralel bir noktadan hareket etmeleri de, bu yüzden hiç de şaşırtıcı ve tesadüf değildir. Bu mantıkla hareket edenler, işçi sınıfının toplumdaki ve üretimdeki yerini, buna kopmaz biçimde bağlı olan tarihsel devrimci eylem potansiyelini, bir sınıf olarak kapitalizm ile derin ve uzlaşmaz nesnel çelişkisini değil, fakat sınıf hareketinin konjonktürel geriliğini, sınıfın kendi içinde bölünmüşlüğünü, tek tek işçilerin geri bilincini veri alıp mutlaklaştırıyorlar. Onlara göre, lütfedip “ideolojik önderlik” payesi biçtikleri işçi sınıfı, mücadeleye katılan diğer ezilen sınıflardan yalnızca bir tanesidir ve mücadele içinde tüm ötekilerden esasa ilişkin bir farklılığı ya da üstünlüğü yoktur. Ara katmanlarda ve ilkesiz ittifaklarda devrimci bir çözüm keşfeden küçük burjuva devrimcileri ile, işçi sınıfının yapısının, dahası kapitalizmin değiştiğini, geleneksel işçi sınıfının yerini yeni bir sınıf tipinin aldığını, dolayısıyla yeni bir mücadele ve ittifaklar anlayışı geliştirmek gerektiğini ileri süren liberal, sol lafazanlar aynı küçük burjuva sınıfsal zemininde hareket etmektedirler.

Bu ideolojik saldırıların bir diğer politik ürünü ise, işçi sınıfının önüne kırıntılardan oluşan bir mücadele programını, sömürü düzenini kendi içinde dönüştürme projesini koyan reformizm, yani devrime gerek kalmadan, reformlar yoluyla sömürü düzeninin ortadan kaldırılabileceğine ilişkin boş yavanlıklardır. Ve gerisinde sınıfın devrimci rolü ve konumuna ilişkin açık bir güvensizlik yatmaktadır.

Tüm bu anlayışlar, niyetlerden bağımsız olarak, işçi sınıfının devrimci konum ve rolünün yadsınması gibi ortak bir paydada buluşuyorlar. Böylece sınıfın, ve sınıf mücadelesinin kaba inkarı ile sınıfın devrimci konum ve rolüne duyulan güvensizlik biçiminde kendisini dışa vuran anlayışlar birbirini tamamlıyor.

Ne burjuvazinin ideolojik saldırıları ne de bu saldırıların solun belli kesimlerinde yankı bulması elbette yeni bir şey değil. Kapitalizmin barbar yüzünün gitgide daha çok açığa çıkması, dün uzattığı havucu bile geri çekerek daha çok sopa göstermesi de yeni değil. Bir kez daha bir taraftan kaba şiddet, diğer taraftan kaba tahrifatlar ve yalanlarla sınıf mücadelesinin bastırılması hedeflenmektedir.

Ama boşuna! Sermayenin yüreğine korku salan hayalet kol gezmeye devam ediyor. “Yok oldu, değişti” denilen işçiler dünyanın dört bir yanında “kapitalizm öldürür-kapitalizme ölüm” şiarlarıyla yürüyorlar. Egemenlerin küreselleşmeden bahsettikleri yerde, bugün direnişler boy veriyor. Yüzyıllardır koyu bir gerici cendere içinde tutulan, sosyalizme karşı kışkırtılan halklar, kendilerini hedef alan barbarca saldırıları direnişlerle yanıtlıyor ve emperyalizmin yenilmezlik efsanesini tuzla buz ediyor.

Kısacası, tarihsel bir ölçekten bakıldığında, bugün, sınıf çelişkileri düne göre çok daha keskinleşmekte, çok daha yıkıcı boyutlar kazanmaktadır. Kapitalizm yeryüzüne savaş, yıkım ve ölüm saçarken, aynı zamanda bu barbarca gidişe dur diyecek potansiyel gücü bir kez daha sahneye çıkmaya zorlamaktadır. Çünkü bir kez daha, her şey sınıfsal mantığına uygun olarak gelişmektedir.

Bugün en yakıcı sorun ise, işçi sınıfı ve emekçilerde somutlaşan bu mücadele ve direniş potansiyelinin, asalak sermayenin, emperyalist barbarların iktidarını yıkacak bir kuvvete dönüşmesini sağlamaktır. Sınıfa karşı sınıf çizgisinde, kapitalizme karşı sosyalizm programında net bir tutum, açık bir ısrar ve sınıf mücadelesinde militanca bir fedakarlık gösterilmeden bu başarılamaz. İşçi sınıfının niçin devrimci bir sınıf olduğu sorusuna net bir yanıt vermek, bu nedenle tüm diğer sorunların ötesinde belirleyici bir önem kazanmaktadır.

Parıltılı sözcüklerle kapitalizme çağ atlatıldığı, yakıcı hale gelen çelişkilerin üstünün çamurla sıvanmaya çalışıldığı bir yerde, kapitalizm üzerine üretilen safsataların iç yüzü ancak bu soruya verilecek bilimsel bir yanıtla sergilenebilir. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın nasıl kurulacağı sorusunun yanıtı da burada saklıdır.

***

1- İnsanın bir tür olarak varlığını sürdürmesi toplumsal yaşama, toplumsal yaşam ise varlığını üretime borçludur. Üretim, tüm toplumların ve toplumsal formasyonların maddi temeli, merkezi ve kalbidir. Kapitalizmde ise bu merkezileşme önceki tüm toplumsal formasyonlardan çok daha ileri bir düzeye kavuşmuştur. Bu yüzden de üretimin geri plana düştüğünü iddia etmek, içi boş bir söz kalıbından öte bir anlam taşımamaktadır.

2- Kapitalizmle birlikte gitgide çeşitlenen ve artan üretimin, yaratılan zenginliklerin biricik kaynağı ise canlı insan emeği-emek gücüdür. Teknolojik gelişmeler ve üretimde otomasyon ne kadar gelişirse gelişsin, insan emeğinin üretimdeki yeri asla ortadan kalkmaz, aksine sürekli artar. Üretimde tam otomasyon kapitalizmde asla mümkün olamaz. Olsaydı, bu kapitalizmin sonu olurdu. Çünkü artan toplumsal ihtiyaçları karşılamak için zorunlu olan emek gücü, aynı zamanda sermayenin varlığının ve büyüyebilmesinin biricik koşuludur. Sermayeyi büyüten makineler-makineleşme değil, makineleri de yaratan ve üretken kılan canlı insan emeğidir. Çünkü en gelişmiş robotlar bile ne kendi başlarına üretim yapabilir, ne artı değer üretebilir, ne de üretilen ürünleri tüketebilirler.

3- Nüfus artışından daha büyük bir oranda artan ve çeşitlenen ihtiyaçları karşılamak için, üretim ve dolayısıyla canlı insan emeği zorunlu olduğu için, işçi sayısı da artıyor. Tepesinde çalınan ölüm çanlarına inat, işçi sınıfı nicelik olarak her geçen gün daha da büyüyor. Tüm dünyada diğer ara katmanlar (küçük üreticiler, az topraklı köylüler, küçük bireysel işletme sahipleri vb.) çözülürken, işçi sınıfı sayısal anlamda belirgin bir güç kazanıyor. Bugün dünyada istihdam edilemeyen yaklaşık 1 milyar işsizin ezici bir çoğunluğu da dahil olmak üzere, ücretli emek ordusu, en alçak gönüllü bir hesapla dünya nüfusunun yaklaşık olarak yarısına yaklaşmaktadır. Türkiye’de 1970 yılında toplam istihdam içinde ücretli emeğin oranı % 27.6 iken, bu oran 1996’da % 41.5’e yükselmiştir. Son iki krizin ardından yüzelli bin kadar esnafın iflas edip ücretli işçiler safına katılması ya da kırdan kente göç, yalnızca Türkiye’ye özgü bir olgu değildir. Şimdiye kadar kendi yağıyla kavrulan küçük işletmeler tüm dünyada iflas etmekte, düne kadar bakir kalan kırlar büyük bir hızla çözülmekte ve emek ordusuna katılmaktadır. Kapitalist gelişmenin yol açtığı göç dalgası artık ulusal sınırları aşıp uluslararası bir boyut kazanmaktadır.

4- Ücretli emek ile sermaye, üretimin kollektif niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki, kapitalizmin özü ve esasıdır. Kapitalizmin gelişmesi, emeğin üretkenliğinin artması, bu çelişkiyi tali plana itmek, azaltmak bir yana daha da keskinleştirmekte, toplumsal yaşamın her alanına yaygınlaştırmakta ve gitgide yıkıcı bir boyut ve önem kazandırmaktadır. Bir başka ifade ile, emek üzerinde sömürü oranı her geçen gün daha da artmaktadır. Bu da sınıflar arası sert bir mücadeleyi koşullamaktadır. Servet-sefalet kutuplaşmasının vardığı boyutlar, diz boyunu aşan işsizlik ve sefalet, her yıl 100 milyon insanın canına mal olan açlık ve önlenebilir düzeydeki hastalıkların yaygınlaşması, bu keskinleşmenin olağan, güncel sonuçlarıdır.

5- Kapitalizmin onulmaz çelişkilerinin bir diğer yüzünde kâr oranlarının düşmesi, pazar sorunu ve kapitalistler arası gitgide keskinleşen rekabet vardır. Kapitalizm bu temel çelişkiler üzerinden yalnızca ve yalnızca barbarca paylaşım savaşları, yıkım, kitlesel sefalet ve gericilik üretir. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.

6- Kapitalizm tüm bu çelişki ve sorunları çözmeye muktedir olmadığı gibi, biricik çözüm yolunun önünü sonsuza kadar tıkayamaz. Bu çelişkinin aşılması kapitalizmin yol açtığı sorunların çözülmesi, ancak toplumsal ve siyasal bir devrimle; yani işçi sınıfının iktidarı ele alarak, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla “sanayi ötesi toplum”, “iletişim çağı”, “bilgi çağı”, “tüketim toplumu” vb. tanımlamalar, çağa damgasını vuran emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtmek için kullanılan yaldızlı birer süsten ibarettir. Çağımız, meta üretimi temelinde gelişip büyüyen ve gelinen yerde üretici güçlerin gelişmesinin önünde bir engele dönüşen emperyalizm ve bu engeli ortadan kaldıracak olan proleter devrimler çağıdır. Ne çağımıza damgasını vuran çelişkiler ortadan kalkmıştır ne de bu çelişkileri ortadan kaldıracak olan işçi sınıfı devrimci konum ve misyonunu yitirmiştir. Bu konum yerli yerinde durmaktadır. Yeter ki, sermayenin açtığı tuzaklara düşülmesin.


Sınıf bir kurgu ya da aklın ürettiği teorik bir soyutlama değil, nesnel bir gerçekliktir. Sömürü ilişkileri ve üretim araçları karşısındaki farklı konumlanma, bu nesnelliğin iktisadi temeli ve nesnel zeminidir. Sınıf aynı zamanda bu nesnel temele dayanan ideolojik ve siyasal bir olgudur. Bu ölçütler keyfi biçimde birbirlerinden koparılıp ele alınamaz. Sınıfın tanımlanmasında, yalnızca siyasal ve ideolojik etmenlere, yani sınıf bilincine belirleyici bir öncelik veren yaklaşımlar, yöntemsel planda idealizme, siyasal planda ise oportunizme ve sınıf uzlaşmacılığına kapı açar. Tersinden salt iktisadi temele dayalı bir sınıf anlayışı ise, ekonomizme, reformizme, kendiliğindenciliğe ve sınıf kuyrukçuluğuna varır.

Öte taraftan sınıfı, sadece üretim organizasyonundaki teknik iş bölümü ya da ücret açısından tanımlama eğilimi, yalnızca kol gücü ile çalışanların işçi kabul edilmesi ya da sınıf içindeki bir takım tali farklılıkların mutlaklaştırılması gibi son derece kısıtlı, sakat bir sınıf anlayışına yol açmaktadır.

İstihdam yapısındaki değişimi, işçi sınıfının yapısında ve niteliğinde bir değişim olarak sunmak ise bir diğer hatalı ve zaaflı eğilimdir. Yalnızca emperyalist kapitalist ülkelerde hizmet sektöründeki istihdamın sanayiye oranla daha fazla büyümesini veri alanlar, buradan sanayii üretiminin ve işçi sınıfının gerilediği, sanayii üretiminin ve sınıfın öneminin azaldığı sonucunu çıkaranlar, mantığa takla attırmaktadırlar. Her şeyden önce istihdamın yapısı ile işçi sınıfının niteliği, birbirlerine indirgenemeyecek iki ayrı olgudur. Öte taraftan emperyalist ülkelerde istihdam yapısının sanayiden hizmet sektörüne; gelişmekte olan ülkelerde ise tarımdan sanayiye doğru bir gelişim gösterdiği bir gerçektir. Ve bu değişim son derece olağandır. Zira, birincisi, emeğin üretkenliği sürekli artmaktadır. İkincisi; hizmet sektöründe çalışanların ezici bir çoğunluğu nihayetinde ücretli emek ordusunun bir parçasıdırlar. Ve üçüncüsü, istihdam yapısındaki bu değişim tüm dünyada gelişen proleterleşme dalgasıyla birlikte ele alınmalıdır. Zira, emperyalist ülkeler, en başta ucuz hammadde ve ucuz işgücünden faydalanmak, bu arada çevre kirlenmesinin etkilerinden kurtulmak için, sanayii işletmelerini gelişmekte olan ülkelere kaydırmaktadır. Bu yüzden de emperyalist metropollerde işçi sayısının artışı göreli olarak azalırken, tüm dünyada işçi sayısı artmakta ve proleterleşme dalgası sürmektedir.

Elbette, bir toplumsal kategori olarak işçi sınıfı durağan, üretimdeki teknolojik yeniliklere kapalı ve toplumdaki değişmelere duyarsız bir sınıf değildir. İşçi sınıfı değişen-dönüşen ve dönüştüren toplumsal bir dinamiktir. Öncelikle bu değişim hangi yönde olursa olsun, kapitalizmde işçi sınıfının üretimdeki nesnel konumu ve toplumsal yaşamdaki rolü azalmak bir yana, sürekli artmaktadır.

Öte taraftan yeni üretim teknikleri ve istihdam politikaları yüzünden işçi sınıfının örgütlülüğünün zayıfladığı doğrudur. Zira, sermaye, yeni istihdam politikaları ve üretim teknikleri, üretimi ve büyük işletmeleri uluslararası ölçekte parçalamakta, esnek üretim yöntemiyle sınıf içinde ücret ve statü farklılaşması (kadrolu-taşeron, sigortalı-sigortasız, vb) yaratmaktadır. Böylece birleşik bir mücadeleyi kısa ve orta vadede zora sokmaktadır. Ama uzun vadede, sınıfı alta doğru eşitlediği ölçüde büyük bir patlama dinamiğini yarattığı da aynı ölçüde doğrudur. İstihdam biçimlerindeki bu değişim, hiçbir biçimde işçi sınıfının üretimdeki rolünü ve konumunu değiştirmemektedir. Değişen işçi sınıfının kapitalist üretimdeki yeri, toplumsal konumu ve rolü değil, istihdam biçimleridir. Bu değişim kısa ve orta vadede örgütlenme ve mücadelenin önüne engeller çıkarsa da, uzun vadede sınıf mücadelesinin sertleşmesini beraberinde getirmektedir.

Sonuç olarak; kapitalizm ne kadar gelişirse gelişsin, hangi üretim ve istihdam yöntemlerini uygularsa uygulasın, hangi ideolojik maskeyi yüzüne takarsa taksın, ücretli emek sömürüsü olmadan ne varolabilir ne de işçi sınıfını devrimci bir sınıf yapan temel çelişkileri ortadan kaldırabilir. Üretimde tuttuğu stratejik konum, ortak mücadele ve eylem yeteneği, toplumsal dönüşümü sağlayacak güce ve sermaye karşısında bağımsız bir mücadele program ve eylem kapasitesine sahip olmasıyla işçi sınıfı, kapitalizmi devirebilecek biricik sınıftır.

İşçi sınıfı devrimcidir! Çünkü; ücretli kölelik zincirleri, tam da üretildiği yerde kırılır. İşçi sınıfı bu üretimin tam kalbinde yer alır... İşçi sınıfı modern toplumun biricik tutarlı ve sonuna kadar devrimci tek sınıfıdır! Çünkü o, emeği ve insanlığı köleleştirmenin temeli olan özel mülkiyet ilişkilerinin dışındaki biricik sınıftır...

Küçük burjuvazi ve diğer ezilen kesimler de dönem dönem devrimci eylemlere yönelebilir, devrimci mücadeleye katılabilirler. Küçük burjuvazinin aydınlanmış kesimlerinden de son derece kararlı militanlar çıkabilir. Hatta küçük burjuvazinin bazı kesimleri ve bazı ara katmanlar, işçi sınıfından daha fazla eziliyor ve acı çekiyor da olabilirler. Ama diğer ara katmanlar, ne kadar ezilirlerse ezilsinler, sınıfsal çıkarları ve üretimdeki konumları itibarıyla kapitalizmle bin bir bağla bağlı oldukları için ve asıl dertleri konumlarını korumak ve geliştirmek olduğundan dolayı, sermayeye karşı sonuna kadar mücadele edemez, ona karşı bağımsız bir tutum alamazlar, karşıt bir mücadele geliştiremezler. İşçi sınıfının dışındaki ezilen diğer kesimlerin mücadele ufku, temelde sömürü düzenini aşmaz. Bu yüzden de çok kolayından sermaye ile uzlaşmaya gidebilmektedirler. İşçi sınıfı ile sermaye arasında zaman zaman uzlaşmalar olsa da bu asla kalıcı, sürekli ve mutlak bir uzlaşma değildir. Çünkü sermaye, işçilerin taleplerini asla sonuna kadar karşılayamaz. Bir eliyle vermek zorunda olduğunu, bir diğer eliyle almaya çalışır. Yani onu mücadele etmeye mahkum eder.

Ezilen kesimler zaman zaman sert mücadelelere girişseler de, güç karşısında çok kolayından dağılırlar. Kaldı ki sınıf dışı ezilen katmanlar, üretimdeki yerleri ve toplumsal doğaları gereği, güçlerini birleştirmek yeteneğinden de yoksundurlar. Tüm öteki ezilen sınıf ve katmanların, genel olarak toplumun mülksüzleştirilmiş ezici çoğunluğunun çıkarlarının örtüştüğü tek sınıf, işçi sınıfıdır. Öteki ezilen sınıf ve katmanlar, ancak işçi sınıfı şahsında acılarına son verecek bir programa ve sürükleyici önder güce kavuşabilirler. Ve ezilenler, güçlerini ancak ve yalnızca işçi sınıfıyla birleştirdikleri ölçüde, kendileri de tarihsel gelişmede rol oynayabilen önemli bir güç haline gelirler..

İşçi sınıfının sermaye ve sermaye düzeni ile çıkarları uzlaşmazdır. İşçi sınıfının devrimci konumu ve potansiyeli, her türlü öznel niyetin ötesinde, kapitalist üretim sisteminin yarattığı nesnel ilişki ve çelişkilerin ürünüdür. İşçi sınıfını potansiyel olarak devrimci kılan, üretimdeki yeri, özel mülkiyet dışı konumu ve nihayet bir sınıf olarak sömürü düzeni altında yaşadığı sonu gelmez çelişkiler yığınıdır. Ücretli köleliğe dayalı özel mülkiyet düzeninin sürmesinde işçi sınıfının hiçbir çıkarı yoktur. Bir başka ifade ile onun, kapitalizmde zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Zira, onu ayakta tutan yegane geçim kaynağı olan ücret karşılığında sermayeye sattığı emek gücü, kendisi için sürekli sefalet ve kölelik, sermaye için servet üretir.

Bu uzlaşmaz sınıfsal çelişkiler işçi sınıfını kaçınılmaz olarak sermayeye karşı mücadeleye sürükler. Aksi, eşyanın tabiatına aykırı olurdu. İşçi sınıfının bugün sınıf bilincinden ve sosyalizmden uzak olması, ne onu devrimci bir sınıf olmaktan ne de onu mücadeleden alıkoyar. Sözkonusu olan günlük ve sıradan sorunlara karşı tepkilerden başlayıp iktisadi taleplere ve iktisadi taleplerden genel siyasal taleplere kadar uzanan bir mücadeledir. Sınıf ilişkileri, iktidar ilişkileridir. En basit mücadeleler bile gelip iktidar sorununa dayandığı için işçi sınıfı bu sorundan da kaçamaz.

Dünyayı değiştirecek, sermaye iktidarına son verecek konum, güç ve yeteneğe sahip olan tek sınıf işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı potansiyel olarak başka hiçbir sınıf ve katmanda olmayan büyük bir toplumsal güce sahiptir. Bu hiç de onun sayısal çoğunluğuna ya da çok acı çekmesine dayanmaz. Bu işçi sınıfının üretim sürecindeki konumundan gelen kolektif gücüdür. İşçiler bu güçlerinin farkına kendi günlük pratikleri yoluyla varırlar, kolektif hareket yeteneklerini bizzat üretim içinde edinirler. Kolektif hareket yeteneği, üretimden gelen disiplin işçilerde örgütlenmeye, sermayeye karşı mücadele etmeye doğal bir eğilim yaratır. Dolayısıyla işçi sınıfının devrimciliği tek tek işçilerin bilinci ve eyleminde değil, bir bütün olarak, tarihsel kolektif eylem ve mücadele kapasitesinde saklıdır. İşçiler örgütlü olarak harekete geçtiklerinde, bireysel sınırlılıklarını ve yetersizliklerini aşar, bir sınıf olduklarını hissederler. Sınıf mücadelesinde sendikaların vazgeçilmez rolü de bunu sağlamasıdır.

Öte yandan işçi sınıfı, ortak sınıf çıkarları etrafında ulusal ve uluslararası düzeyde birleşip örgütlenme koşullarına ve yeteneğine sahip tek sınıftır. Daha önceki ezilen-sömürülen hiçbir sınıf, kapitalizmin yarattığı ara katmanlar ve küçük burjuvazi bu olanağa ve yeteneğe sahip değildir. Bunu işçi sınıfına sağlayan ise, bizzat kapitalizmin kendisidir. Dünyanın dört bir yanına yaygınlaşan meta üretimiyle burjuvazi, en ücra, en uzak bölgelerdeki ücretli köleler ordusuna kendisine karşı birleşme ve ortak mücadele etme koşullarını bizzat kendisi hazırlar.

İşçi sınıfı, kendisiyle birlikte tüm ezilenlerin yaşadığı acılara, sömürüye, her türden eşitsizliğe, adaletsizliğe ve çürümeye son verebilecek, onlara önderlik edebilecek yegane sınıftır. Tüm insanlığın kurtuluşunu kendisinde cisimleştirdiği gibi, bunu gerçekleştirecek bir programa sahip tek sınıf olduğu için işçi sınıfı devrimcidir.

“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf... Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün bunlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf proletaryadır.” (Marks)

İşçi sınıfının, tarihsel rolünü oynayabilmesi, üretimden gelen gücünü harekete geçirebilmesi, günlük-iktisadi çıkarları için girdiği mücadelelerden daha büyük mücadelelere adım atması ve nihayet diğer ezilenleri kendi bayrağı altında sermayeye karşı birleştirebilmesi için, herşeyden önce bilinçlenmesi ve siyasallaşması gerekir. İşçi sınıfı bu yakıcı ihtiyacı kendiliğinden ancak bir yere kadar karşılamayı başarabilir. İşçi sınıfı devrimci bir teori kılavuzluğu ve devrimci bir partinin önderliği olmaksızın, kendiliğinden mücadele içinde bir takım muharebeleri kazansa bile, hiçbir biçimde ciddi bir iktidar mücadelesi yürütemez ve hele de bu mücadelede zafer kazanamaz. Her modern sınıf gibi işçi sınıfı da devrimci siyasal birliğini ancak bir parti çatısı altında sağlayabilir. Mücadelesini ancak bir parti öncülüğünde sonuca ulaştırabilir. Ve bu, herhangi bir parti değil, işçi sınıfının en bilinçli, en örgütlü, en kararlı, en fedakar, işçi sınıfının çıkarlarının dışında ayrı çıkarları olmayan kesimlerini bağrında toplayan devrimci sınıf partisidir. Devrimci sınıf partisi ve sınıf devrimcileri görevlerini hakkıyla yerine getirdikleri ölçüde, işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirmesi yeni bir dünyanın kapısını açması o ölçüde hızlı olacaktır.

Burada tartışacağımız sorunlar bağlamında ifade edersek; burjuvazinin ideolojik saldırılarının yarattığı tahribatlar, işçi sınıfının birleşip örgütlenmesini engellemek için geliştirdiği istihdam politikaları ve üretim teknikleri, mücadelenin önüne diktiği yasal ve fiili engeller ve nihayetinde yenilgilerin yol açtığı karamsarlık ve umutsuzluk, tüm bunlar mutlak ve aşılamaz değildir. İşçi sınıfının mücadele kapasitesi, siyasal örgütlülük düzeyi ne kadar gelişir ve geliştirilirse, bu engeller de o ölçüde etkisiz kalır. İşçi sınıfı adım adım örgütsüz, dağınık, kendiliğinden bir sınıf olmaktan çıkar, devrimci sınıf partisinin önderliği altında sermaye sınıfına karşı örgütlü birleşik bir devrimci güç haline gelir.