29 Aralık 2006 Sayı: 2006/51 (51)
  Kızıl Bayrak'tan
   TÜSİAD’ın uyarıları ve sermaye iktidarının çözüm arayışları
  2006’da ekonomi cephesi…
  Sefalet ücretlerine son!
  Sermaye sınıfı ve hizmetindeki iktidar asgari ücrette gene bildiğini okudu!
Asgari ücret kampanyası...
Meslek liseleri neden burjuvazi için
“memleket meselesi”?
“Ne olacak bu cumhurbaşkanlığı seçimi?” - Yüksel Akkaya..
 19 Aralık eylemlerinden...
  Açlığın ve yoksulluğun olmadığı bir dünya için Devrimci sınıf mücadelesini yükseltelim!
  İşçilerin ve devrimci
öncü işçilerin birliği sorunu
  Sendikal bürokrasi ve
devrimci sınıf sendikacılığı
  Gençlikten
  Dünyadan...
  Türkmenistan kurtlar sofrasında!
  Küba’nın verdiği ders! - Mumia Abu-Jamal
  Siyaset ve çelişkiler sahası Ortadoğu - Abu Şehmuz Demir
  Volkan Yaraşır’la işçi hareketinin yaşadığı sorunlar ve çözüm önerileri üzerine konuştuk…
  ÖO direnişinin dışarıdaki onurlu sesi, güzel insan Behiç Aşçı’ya mektup...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

“Zor yıllar”ın başlangıcı...

TÜSİAD’ın uyarıları ve sermaye iktidarının çözüm arayışları

Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeler, 2007 yılının pek çok açıdan bir dönemecin başlangıcı olacağına işaret ediyor. Bunun her bakımdan zorlu bir dönemeç olduğu ise, çeşitli çevreler tarafından daha şimdiden dile getiriliyor.

Kuşkusuz yalnızca dile getirilmiyor, aynı zamanda çeşitli müdahalelere de konu oluyor. En son patronlar örgütü TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı, cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle hükümeti ve muhalefeti paylarken “önümüzdeki zorlu yıllar”a vurgu yaptı, herkesi göreve çağırdı. Benzer yöndeki vurgu ve müdahalelerin pek çok ülkede gündemde olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla yalnızca Türkiye’yi değil, tüm dünyayı ve özellikle de Ortadoğu’yu zor yıllar bekliyor.

Peki nedir önümüzdeki yılları sermaye için zorlu kılan?

Önümüzdeki sayıdan itibaren (bu, bayramdan dolayı sayı atlayacağımız için, 12 Ocak’tan itibaren demek oluyor) Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada yıl boyunca ortaya çıkan gelişmelerin ışığında bu konuyu, çeşitli başlıklar altında ayrıntılı olarak ele alacağız. Fakat yine de patronların “zor yıllar”dan ne kastettiğini ve hizmetkarlarından ne beklediğini daha iyi anlamak için, bir krize dönüşmekte olan cumhurbaşkanlığı seçiminin ötesinde, tüm dünyayı ve bölgemizi etkileyen gelişmelere kısaca değinmekte fayda var.

ABD’nın Ortadoğu hesapları altüst oldu

2006, ABD’nin Ortadoğu’daki hesaplarının altüst olduğu, emperyalist işgalcilerin savaş bataklığına gömüldüklerini itiraf ettikleri bir yıl oldu. 5 yıl boyunca savaş ve saldırganlığı tırmandırmak için canla başla çalışan emperyalist savaş çeteleri, 2006’ının ikinci yarısından itibaren bu bataklıktan nasıl kurtulacaklarını yüksek sesle dillendirmeye başladılar. 5 yıl boyunca emperyalistlerin hizmetinde ABD’nin yenilmezliği ve muazzam askeri gücü konusunda kalem oynatan askeri ve siyasi otoriteler bile artık açıkça bir yenilgiden bahseder oldular.

Tüm dünyadaki siyasal gelişmeleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen Ortadoğu’daki emperyalist saldırganlığın henüz tam ve kesin bir yenilgi biçiminde olmasa bile, başarısızlıkla sonuçlanmasının şimdiden gündeme getirdiği bir dizi sonuç ve olasılık var. Bush ve savaş çetesinin gözden çıkarılmasından Ortadoğu’nun işgal ve talanı için yeni politikalar belirlenmesine, ABD’nin AB emperyalizmiyle daha yakın bir işbirliği politikasına yeniden dümen kırmasından bölgedeki uşaklarından maksimum düzeyde faydalanma -uşaklardan bir cephe oluşturma- girişimlerine kadar bir dizi yeni arayış ve olasılık. Hepsi de emperyalistlerin Ortadoğu’da hakimiyet kurmasına dönük olan bu arayışların tüm dünyadaki işçi ve emekçiler ve bölge halkları için tek bir anlamı var: Ek görevler, yeni figüranlar ve araçlarla savaş ve saldırganlığa devam edilmesi.

Her durum ve koşulda Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bu süreç, en başta Türkiye gibi ABD emperyalizmine kölece bağımlı ülkeler için ek yük ve faturaları da beraberinde getirmektedir. Bağrında taşıdığı köklü tarihsel ve toplumsal sorunları çözme gücü ve iradesinden yoksun olan, “sıcak para” girişi olmaksızın ekonomisini döndüremeyen egemen sınıfların, bu köklü sorunların kendilerine karşı bir koz olarak kullanılmasından kaçınmak için bulduğu yegane çözüm, emperyalistlere daha ilerden hizmet etmek, politikalarını emperyalistlerinkiyle uyumlulaştırmaktır. Bu açıdan 2007, ABD emperyalizmine hizmet yolunda altına imza atılan yükümlülüklerin ve verilen sözlerin tam anlamıyla yerine getirilmeye başlandığı bir dönemin başlangıç yılı olacaktır. Buradaki herhangi bir sorun, tüm dönemi etkileyecek bir mahiyete sahiptir.

Emperyalizme “hizmet” ve “uyumlulaştırma” politikası

Emperyalistlerden bağımsız bir bölge politikası geliştiremediği ölçüde bu, sermaye iktidarının savaş bataklığında aktif görevler üslenmesi anlamına geliyor. Lübnan’a asker göndermek, Ortadoğu’da ABD hizmetinde bir cephe oluşturmak için başlatılan girişimlere öncülük etmek vb., bu yönde atılan henüz ilk adımlardır. İçerde üstüste yığılmış onca sorun varken aktif savaş taşeronluğuna soyunan sermaye için önümüzdeki yılı ve yılları zorlu kılan temel nedenlerin başında bu konu gelmektedir.

İç ve dış politikasının temel ekseni öteden beri belirlenmiş olmakla birlikte, ortada hala da çözülemeyen ve kısa vadede de çözülme imkanı bulunmayan başka sorunlar ve zorluklar da var. Kürt sorunu, AB ve Kıbrıs bu sorunların başında geliyor. Denilebilir ki, emperyalistlerle ilişkilerdeki asıl gerilim de bu konularda patlak veriyor. Geleneksel inkarcı yaklaşımda ısrar eden sermaye iktidarı, Kürt halkına taviz vermek anlamına gelecek hiçbir düzen içi esnemeye ya da bir başka yaklaşıma izin vermiyor. AB üyeliği garanti edilmediği sürece (ki asla beklediği garantiyi göremeyecektir) Kıbrıs’ta taviz vermeye yanaşmıyor. Artan basınç nedeniyle gelinen yerde geleneksel yaklaşımlarla bu sorunu eskisi gibi “idare etmek” bile başlı başına bir zorluk alanı.

Emperyalizme “hizmet” ve “uyumlulaştırma” politikasının, içerdeki köklü toplumsal sorunların ve farklı gerici eğilimlerin çeşitli egemen kesimler tarafından çıkar çatışmalarının bir aracına dönüştürülmesi ise sermaye açısından bir diğer zorluk alanını teşkil ediyor. Denilebilir ki, “çok partili” yaşama adımını attığı günden beri Türkiye’de ordu ile işbirlikçi gerici sağ partiler arasında emperyalizme hizmet konusunda kıyasıya bir yarış ve zaman zaman su yüzüne çıkan bir çatışma yaşanmaktadır.(*) Bu gerilim ve çatışma, darbeler ve terbiye operasyonlarıyla ancak bir süreliğine hasır altı edilmekte, fakat her seferinde yeniden su yüzüne çıkmaktadır. İktidar olmak, hükümete gelmek bir tarafa, ordu ya da bürokrasi içinde terfi etmek için bile ABD’nin vereceği desteğin önemli oranda belirleyici olduğu bir ülkede bu yarış-rekabet-çatışma çok kolayından bastırılamaz.

Düzen içi gerici didişme ve çatışma derinleşiyor

Bunun son örneğine AKP ve AKP-ordu gerginliği şahsında bir kez daha tanık oluyoruz. Gerek Erdoğan gerekse ordu kurmayları arasında 4 yıl boyunca yaşanan gerilim cumhurbaşkanlığı seçimleriyle açık bir kamplaşmaya ve çatışmaya doğru gitmektedir. Çeşitli çevreler bu çatışmayı “ulusalcı güçler” ile “liberal-gerici güçler” arasında bir çatışma olarak göstermeye çalışarak, bilinçleri bulandırmaya çalışmaktadır. Bu çevrelere göre, ordu ve CHP’nin başını çektiği “ulusalcı güçler”, dışarıda ABD emperyalizminin içerde ise gerici islami kesimlerin desteğini alarak cumhuriyetin bu güzide kalesini ele geçirmek ve Türkiye’yi ABD’nin istediği “ılımlı islam” modeline göre biçimlendirmek isteyen AKP’ye karşı koruma mücadelesi vermektedir. Gerçekte ise sözkonusu olan, iki uşağın efendisinin gözüne girmek için kıyasıya yaptığı bir yarıştır. Elbette efendiye hizmet yarışını kazanmak, bir anlamda kırıntılardan daha fazla bir pay almak demektir. Ve efendi bundan son derece memnundur. Zira her halükarda kim kazanırsa kazansın, daha fazla hizmet garantisi almaktadır. İşin bir yönü budur.

Öte yandan meclisi, ordusu ve tüm bürokratik kademeleri ile devletin emperyalizmin denetim ve egemenliği altında olduğu bir yerde, bu güzide kurumun farklı bir yerde durmadığı-durmayacağı, aslında tek başına bir şey ifade etmediği de ortadadır. Bu açıdan bakıldığında Amerikancı kimliği konusunda Erdoğan’ın henüz, “Morisson Süleyman”ın ve Özal’ın eline su bile dökemeyeceği, öte taraftan her iki şahsın da dini duyguları sömürme konusunda Erdoğan’dan aşağı kalmadığı da ortadadır. Denilebilir ki, Erdoğan’ın vizyonundaki en çok göze batan dezavantaj, türbanlı bir eşe sahip olmasıdır. Ama meselenin özü bu değil. İt dalaşına girişen tüm kesimler de bunun farkındadır. Meselenin özü, halihazırda AKP’ye karşı genel seçimleri kazanacak bir adayın çıkmadığı ve büyük bir olasılıkla çıkamayacağı bir yerde, AKP’nin hem meclisi hem de Çankaya’yı elinde tutması, böylece bir taraftan ordunun içerdeki gücünü ve etkisini zayıflatırken diğer taraftan ABD ve AB emperyalizmiyle daha farklı bir ilişki geliştirmesidir. Yani ordunun bugünkü konumundan daha geri plana itilmesidir (**)

İşte TÜSİAD’ın son müdahalesi, böyle bir durumu asla kabul etmeyeceğini peşinen ilan eden ordunun gerekirse gerilimi tırmandıracağını ilan etmesinin ardından geldi. Tekelci sermayenin gitgide tırmanan bu krize müdahalesinin göze çarpan yanı, son derece dengeleyici bir yaklaşımla her iki tarafı da -yer yer üstü örtülü biçimde paylayarak- ortak çıkarlarını gözetmeye davet etmesi, birinden ya da diğerinden yana açık bir taraf olmamasıdır. TÜSİAD adına konuşan Ömer Sabancı erken bir seçim isteyen ve AB’yi seçim malzemesi olarak kullanmaya kalkan muhalefeti eleştirirken; hükümeti, cumhurbaşkanlığının uzlaşmayla seçilmesi, laiklik ve atamalar konusunda partizanca tutumlardan kaçınması, mali disiplinden taviz verilmemesi (seçim yatırımlarından kaçınılması, işçi ve emekçilere saldırılara devam edilmesi) konusunda uyardı, vb.

Herkesi “tek sesli olma”ya, “ulusal çıkarlara zarar veren yaklaşımlardan uzak durma”ya, sorunlara “duygusallıktan uzak, uzun vadeli ve soğukkanlı bir bakış açısıyla yaklaşmaya” davet eden TÜSİAD’ın bu uyarılarının ne ölçüde dikkate alınacağını hep birlikte göreceğiz. Bu uyarılar dikkate alınsın ya da alınmasın, mevcut gerilim bir krize dönüşsün ya da dönüşmesin, sonuçta sermaye bu sürecin bütün iktisadi ve siyasi faturasını işçi ve emekçilerden, bölge halkalarından çıkarmakta bir çekince görmemektedir. Örneğin daha şimdiden ordu sırf AKP’ye gözdağı vermek ve önplana çıkmak için Kürdistan’a dönük bir saldırı hazırlığı içerisindedir. Toplumsal muhalefeti ezmeye dönük girişimlerin, üniversitelerde faşist saldırıların son dönemde tırmanışa geçmesi de tesadüf değildir.

Bunlara ek olarak, tartışmalar sürüyorken asgari ücrete yapılan komik zamlar da göstermektedir ki, egemen sınıflar bir taraftan kendi aralarında it dalaşını sürdürürken diğer taraftan işçi ve emekçilere saldırıları sürdürmek noktasında bir uzlaşma içindedirler. Onca gürültü patırtıya rağmen bu konuya özel bir önem vermektedirler. Örneğin AKP’ye karşı bayrak açan hiçbir partinin işçi ve emekçileri sefalete iten saldırılar, İMF reçeteleri, tarımın ve sosyal güvenliğin tasfiye edilmesi konusunda tek bir söz etmemesi, sırf görüntüyü kurtarmak için bile olsa muhalefet etmemesi, dikkat çekicidir. Emekçiler hak ve özgürlükleri için ayağa kalkmadıkları, bağımsız sınıf güçleriyle ağırlıklarını hissettirmedikleri sürece de bu böyle devam edecek, kendi aralarında parsa kavgası verirken bile işçi ve emekçileri dikkate almayacaklardır.

Yakın tarih bu açıdan da öğretici deneyimlerle doludur. Sermayenin bu ölçüde pervasızlaştığı, “zor yılları” nasıl aşacağına ilişkin tartışmalarını yoğunlaştığı bir dönemde, işçi ve emekçiler daha fazla sessiz ve tepkisiz kalamazlar.

(*) Bu açıdan bakıldığında 1960 darbesi, sırtını ABD’ye yaslayarak güç kazanan DP’nin önünün kesilmesinden, ordunun iktidar dizginlerini tam anlamıyla ele almasından başka bir anlama gelmiyor. Fakat ordu bu darbeyi ABD emperyalizmi ile köprüleri atmak için değil, tam aksine mevcut ilişkileri daha da geliştirip kurumsallaştırmak ve bizzat kendisi üzerinden sürdürmek için tezgahlamış, böylece emperyalizmin temel dayanağı haline gelmiştir. OYAK’ın kurulmasıyla ve zamanla ordunun başlı başına tekelci bir sermaye grubu olarak öne çıkmasıyla beraber, bu ilişki gelinen yerde salt siyasi ve askeri bir ilişki olmaktan çıkmış, güçlü bir iktisadi temel de kazanmıştır.

(**) Bir fikir vermesi bakımından buna benzer bir durumun yakın tarihte iki örneğini hatırlatalım:

Birincisi, aynı siyasal eğilimin temsilcileri olan Menderes’in Başbakan, Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı olduğu ‘50-60’lı yıllarıdır. Bir diğeri ANAP’ın hükümette olduğu yıllarda Turgut Özal’ın kısa süren cumhurbaşkanlığı dönemdir.

Birincisinde içerde iktidar dengelerini yerinden oynatan gelişmeler, tarafgirlik vb. bir yana bırakılacak olursa, emperyalizmle olan ilişkilerdeki sonucu DP’nin ABD’ye yaranmak için Kore’ye asker göndermesi, ikinci örnekte ise Özal’ın Türkiye’yi Birinci Körfez Savaşı’na katma girişiminin zamanın Genel Kurmay Başkanı’nın istifa etmesiyle engellenmesiydi. (Buradan ordunun bu kararlara cepheden karşı olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Ordunun karşı olduğu, kendisinin geri planda kalarak bu ve başka kararların alınmasıdır).

Özal’ın Kürt sorunundaki farklı yaklaşımının hayatına mal olduğunu ayrıca hatırlatalım.


TÜSİAD’dan düzen politikasına
balans ayarı

Cumhurbaşkanlığı tartışmalarıyla iyice yoldan çıkan siyaset aracının balans ayarını bu kez TÜSİAD yaptı. Erken seçim istemediklerini açıklayarak muhalefeti, Cumhurbaşkanlığı konusunda uzlaşmasını emrederek de hükümeti uyaran Türkiye’nin büyük sermaye baronları, “istikrar” programlarının bir an önce ve eksiksiz uygulanması isteğiyle de, işçi ve emekçileri uyardı. Fakat asıl uyarının, Türkiye’nin kimler tarafından yönetildiğini hala öğrenememiş olanlara yöneldiğini teslim etmek gerekiyor.

Örneğin; Türkiye’yi biz yönetiyoruz, bildiğimiz gibi de yönetiriz havasındaki hükümet cenahında, TÜSİAD’ın açıklamaları üzerine adeta bir bayram havası esmeye başladı. Erken seçim diye tutturan muhalefet cenahı ise sus-pus. Ağızlarını açıp da “siz bu işe ne karışıyorsunuz?” diye soran yok. Çünkü niye karıştıklarını gayet iyi biliyorlar. Hükümettekiler de seviniyor, çünkü o pek böbürlendikleri ‘iktidar’ koltuklarına kimler tarafından oturtulduklarının farkındalar.

TÜSİAD adına açıklama yapan, klübün başkanı Ömer Sabancı ile Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç. TÜSİAD’ın ve Türkiye’nin başındaki bu iki işbirlikçi sermaye imparatoru, açıklamayı konsey toplantısı öncesi yapıyorlar. Bu ikili, TÜSİAD’ı, dolayısıyla patronlar cephesini kayıtsız şartsız temsil ediyorlar. Danışmaları, fikir almaları gerekmiyor. Çünkü adı üzerinde, onlar imparator! Onların arzusu fermandır. Eğer onlar cumhurbaşkanlığı seçiminde uzlaşı emrediyorsa uzlaşılır. “Anayasa’nın tanıdığı hak ve yetki”, onların ağzından çıkan ferman karşısında hiçbir hükme sahip değildir. AKP hükümeti bu “hak ve yetki”ye dayanarak Erdoğan’ı Köşk’e çıkaramaz. Çıkarmaya cüret edememesinin başka istemeyenlerle de, öncelikle de düzen bekçileri ile alakası vardır elbette, fakat olmasa bile TÜSİAD fermanı yeterlidir.

Patronların hükümete desteği, kuşkusuz şartsız değil. Onlar “kayıtsız şartsız” sadece memleket yönetir. Bunun dışında şartlarını iyice incelemeden parmaklarını bile kıpırdatmazlar. Hükümete koştukları şartlar da, doğrusu desteklerini fazlasıyla ödemeye yetecek mahiyette. Sadece cumhurbaşkanlığı meselesi değil, fakat hükümetin artık iyice zorlanmaya başladığı sözde reformların, sadece hızla tamamlanmasını değil fakat yine aynı hızda uygulanmasını da istiyor işbirlikçi sermaye baronları.

TÜSİAD YİK Başkanı sıfatıyla konuşan Mustafa Koç, “hükümetin reform sürecine ara vermemesini, eksikleri hızla tamamlamasını, bu reformların uygulanmasını ve tabana yayılmasını başarması gerektiği” uyarısıyla destekliyor hükümeti. Erken seçim olmasın, tamam, fakat siz de önünüzdeki şu ödevleri bitirin, demeye getiriyor. Aynı uyarılar, çok benzer ifadelerle TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın konuşmasının da özünü ve esasını oluşturuyor.

Onları ilgilendiren sözde reformların başında, kuşkusuz, sosyal güvenlik saldırısı geliyor. Gerçi iptal kararının ardından, hükümet, ilgili yasayı nasıl hızla çıkarıp uygulamaya sokacak, anlaşılır gibi değil. Ancak işin pürüzleri patronları ilgilendirmiyor. Her ne yapıp edip, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin elindeki son hak kırıntılarının da bir an önce ortadan kaldırılmasını emrediyorlar. Erken seçime karşı çıkmalarının asıl nedeni de budur. Halihazırda uygulama aşamasında olanlar ve yasal düzenlemeleri mecliste sıra bekleyenler, nereden bakarsanız bakın, bir yıla yakın bir gecikmeye uğrayacaktır. Oysa seçimler zamanında yapılırsa, iş başındaki hükümet elindeki bu hazır çalışmaları hızla bitirme imkanı bulabilecektir. Yoksa TÜSİAD’ın, seçimlerle değişecek hükümetle saldırı programlarının tehlikeye düşeceği gibi bir kaygısı, kuşkusu bulunmamaktadır. Türkiye’nin bugünkü siyaset tablosu ise böyle bir kuşkuya yer bırakmayacak düzlüktedir. Türkiye de ABD’nin arka bahçesi olabilir, lakin düzen siyaseti arenası bir Chavez, bir Moralez çıkaracak kadar karışık değildir.

Bu “uzaklar”daki bahçenin tek şansı, düzen aşan ve yıkacak olan politikadadır. TÜSİAD patronlarının saldırı politikalarına karşı saldırı politikalarını hayata geçirecek olan işçi sınıfının politika sahnesine çıkmasını bekliyor bu ülke. Sermaye baronlarının, imparatorlarının iktidarına son verebilecek tek güç, işçi sınıfıdır, onun toplumun tüm ezilenlerini, sömürülenlerini peşinden sürükleyecek devrimci öncü gücüdür çünkü.