01 Eylül 2006 Sayı: 2006/34 (34)
  Kızıl Bayrak'tan
   Sermaye iktidarı stratejik kararlarla sonunu hızlandırıyor: Bataklığa giden bataklığa gömülür!
  Amerikancı generallerin “yeni dönemi”
  Genelkurmay devir teslim töreni
konuşmalarının gösterdikleri
  Asker gönderme tartışmaları ve Sezer’in
çıkışı
  KESK’in 29 Ağustos eylemlerinden
Hak almak için g(ö)reve!
AL-CO işçilerinin direniş kararlılığı yol
gösteriyor!
“Anadoluya gelin, işçi maliyetleri çok
düşük”!
   Devrimci bir gençlik mücadelesi için bir
adım daha! “Gelecek, özgürlük ve sosyalizm için gençlik kampı” başarıyla gerçekleşti! / Orta sayfa
  ABD-İsrail taşeronu Kofi Annan bölge
ülkelerini dolaşıyor
  Siyonist rejimin gözeneklerinden kan ve
irin akıyor
  İran yönetimi ABD dayatmalarına
direnmeyi sürdürüyor
  Güneşin esmer çocuklarına
  Samandra’dan bir işçi ile sınıf hareketinin
durumu ve İstanbul İşçi Kurultayı üzerine
konuştuk
  Savaş ve barış
  D‹SK’ten kampanya: “Lübnan’a asker gönderilmesin!”
  Tekstil İşçileri Bülteni
dağıtımlarından
  Mamak İşçi Kültür Evleri'nin "Ortadoğu
Halklarıyla Dayanışma Günleri" etkinlikleri
  Kamu Emekçileri Bülteni'nden
  İstanbul İşçi Kurultayı Bülteni'nden
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Savaş ve barış

1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaştıkça barış eksenli demeçler, etkinlikler, eylemlikler de artmaktadır. Barış istemi ve özlemi dile getirilmekte, barış mücadelesinin önemi vurgulanmaktadır. Bu söylemler ve vurguların çoğu, içinde yaşamakta olduğumuz dünya ve çağ gerçekliğini kavramaktan çok onu ıskalayan bir hayale, isteme dayanmaktadır. Şiddetin ve savaşların egemen olduğu, her gün onlarca, yüzlerce insanın yaşamını yitirdiği, şehirlerin bombalandığı, doğal, ekonomik ve kültürel değerlerin tahrip edildiği bir dünyada barış özleminin dile getirilmesi, savaşsız ve kansız bir dünya hayalinin vurgulanması anlaşılırdır; aynı zamanda bir ihtiyacı anlatmaktadır.

Ancak savaşsız, şiddetsiz, kansız bir dünyanın nasıl ve hangi koşullarda gerçekleşeceği ortaya konulmadan, bunun, mevcut sisteme karşı mücadele ile kesin ve doğrudan bağlantıları kavranmadan dile getirilmesinin gerçek bir değerinin olmadığı, olmayacağı da bilinen bir olgudur.

Barış mücadelesi verilmeli, evet! Her fırsatta barış özlemi vurgulanmalı, evet! Ancak öncelikle barışa yüklenen anlamın, barış tanımının çok iyi konulması gerekir. Savaşın nedenleri kavranmalı, bunun sistemle var olan bağlantıları ortaya konulmalıdır! Bu yapılmadan, barış üzerine söylenecek her söz içi boş kalmaya mahkumdur!

Kürdistan'da da “barış”, “barış mücadelesi” her fırsatta “güncellenen”, tekrarlanan kavramlar. Ama içeriği boşaltılmış, bilinç ve devrimci mücadele ruhunu tahrip eden bir araca dönüştürülmüş kavramlar… Son günlerde adına “Kürt Sorununda Çözüm Deklarasyonu” denilen “yeni” bir girişim başlatıldı. Bu girişim de hep tekrarlanagelen “barış çizgisinin” güncel versiyonudur… Bir dizi laf kalabalığıyla sunulan bu girişimin özü, bir af karşılığında düzene kabul edilme ve kimi kırıntılar karşılığında teslim olma, sömürgeci sistemle bütünleşme çizgisidir!

Hemen vurgulamamız ve her fırsatta tekrarlamamız gerekiyor ki, “Adil ve onurlu barış ile sömürge egemenliği, özel savaş yan yana gelmez kavramlardır. ‘Adil ve onurlu barış' kavramı da kendi içinde belirsizlikleri taşıyor, ama buna rağmen eğer ‘barış' kavramı kullanılacaksa bu sözcüklerle birlikte kullanılmalıdır. Kürtler açısından adil ve onurlu barış, kendi kaderini ve geleceğini özgürce belirleme hakkını güvence altına alan, bunun üzerinde yükselen bir siyasal sistem demektir! Sömürge egemenliğine dokunmayan, onu kalıcılaştıran, yeniden Kürtler'e yedirmeye çalışan her barış anlayışı ve hareketi, bilinmelidir ki, sömürgeci düzenin kendisinden başka bir şey değildir.

Kürtler için adil ve onurlu barışın yolu güç olmaktan geçer! Gücü esas almayan hiçbir ‘kurtuluş ve özgürlük' eğilimi, projesi samimi ve tutarlı olamaz!” (İçi Boşaltılan Kavramlar: Savaş ve Barış)

Bir kez daha hatırlatmak gerekiyor ki, Kürdistan'da sömürgeci sisteme dokunmadan, daha doğrusu bu sistemi cepheden hedeflemeden, bunun için güç haline gelmeden, güç araçlarına sahip olmadan “barış”, şiddetsiz bir ülke”, “özgürlük ve barış” hayalden başka bir şey değildir; dahası bilinçleri tahrip eden öğelerden öte bir anlam ifade etmeyecektir. Yeniden vurgulamakta yarar var:

“1990'lardan bu yana ‘barış', ‘siyasal çözüm', ‘diyaloga dayalı çözüm' lafları Kürdistan siyasetinde dillendirilmeye başlandı; İmralı ile birlikte bu, egemen çizgi haline getirildi. Bugün, hem İmralı Partisi, hem de ona karşıt olduğunu söyleyen grup, çevre ve kişilerin hemen hemen büyük bir çoğunluğu aynı şeyleri dile getirmektedir! Burada politik çizgi bağlamında aynı şeylerin dillendirilmesi söz konusudur! Bunların ilk planda devrimci ve sosyalist görüş ve değerlere saldırmaları, onunla kesin bir sınır çizgisini aralarına koymaları da boşuna değildir. Bu eğilimin sınıfsal olarak Kürt egemen ve orta sınıflarına dayandığını, bu sınıfların da binbir bağla bu düzene bağlı olduğunu, dolayısıyla bu düzene cepheden kafa tutmalarının olanaklı olmadığını, bunu son on yılların mücadele pratiğinde kanıtladıklarını, kişilerin niyetlerinden bağımız bir sosyal-siyasal gerçeklik olduğunu sadece vurgulamakla yetinelim! Bunların bir gözü, içte sömürgeci sistemde bazı ‘düzeltmeler' yapabilmek için düzen efendilerinin kendisinde, bir gözü de ‘statüko dağıtıcı' ABD ve AB'dedir! Bundan dolayı öncelikle kendilerini iç ve dış düzen sahiplerine kabul ettirme çabası, arayışı ve pratiği içinde olmaları anlaşılırdır! Peki, güç olmadan, gerçekten güç dengelerini etkileyecek bir güç olmadan kim bunları dinler? Kim bunları ciddiye alır? Güney Kürt Partilerini örnek alıyorlar… Ama onların neden ciddiye alındıklarını inceleme, kavrama gereğini dahi görmüyorlar… Güneydeki yenilgilerle, katliamlarla kesintiye uğrasa da devam eden direniş ve onun ortaya çıkardığı politik ve askeri güç olmasaydı, bunun tarihin belli aşamalarında kazandığı mevziler olmasaydı kim onları muhatap alırdı, kim onları ciddiye alırdı? Başka etkenler de sayılabilir, ancak burada anlatmak istediğimiz şu: Bir davada samimi ve tutarlı olmanın en belirleyici unsuru, güç karşısındaki duruştur! Yıllardır, ‘siyasetle' Kürdistan'ı kurma iddiasında olanlar şimdi neredeler? Bunların katkıları ne oldu?” (İçi Boşaltılan Kavramlar: Savaş ve Barış)

Güç olmanın ilk koşulu ise doğru ve devrimci bir çizgiye, devrimci bir programa sahip olmaktır. İki yıl önce Diyarbakır Newroz kutlamalarında 500 binin üzerinde kitle toplanmıştı, ama bu kitle Kürtçe konuşma, mitingi Kürtçe yönetme olanağını yakalayamamıştı, ya da tasfiyeci yöneticiler sayesinde bu kazanımı bile kullanamamıştı. Devrimci bir programdan ve öncüden yoksun yüzbinlerin politik olarak bir güç ifade etmediğini bu örnekten daha güzel anlatan başka bir örnek yoktur. Kuşkusuz devrimci program ve öncülük de tek başına yetmez, bunun devrimci araç ve mücadelenin kendisiyle tamamlanması ve geliştirilmesi gerekir.

Aslında tasfiyeci ve teslimiyetçi bir çizginin etkisinde ve güdümünde de olsa dinamik bir halk gücü ve potansiyeli var. Bütün mesele bu halk gücünü ve potansiyelini devrimci bir program ve öncüyle buluşturmakta düğümleniyor.

Kısacası TC gibi esneme ve kendini reforme etme yeteneğine sahip olmayan bir ezici güç karşısında “barış” hayalleri görmek, bütün umudu ve mücadele reflekslerini buna bağlamak halka, davaya, halkın gelecek umutlarına yapılmış en büyük kötülüktür! Unutmamak gerekiyor ki, Kürdistan sorunu, bir devrim sorunudur, güç sorunudur! Bunu da ancak emekçiler, ezilen sınıf ve tabakalar, gruplar ve onların devrimci mücadelesi gerçekleştirebilir.

Ülkemizde “barış ve savaş” sorununun özü böyle olduğu gibi dünyada ve bölgede de sorunun yakıcı özü bundan başkası değildir! Daha dün “Yeni bir Ortadoğu'nun inşası için” Lübnan ateşe verilmedi mi, 1 milyona yakın Lübnanlı yerinden yurdundan edilmedi mi, yüzlerce insan katledilmedi mi? Emperyalistlerin ve siyonistlerin “barışı” bu… Onlar barıştan bunu anlıyorlar… Onların barışı, güç, iktidar ve mutlak egemenlikten başka bir şey değildir. Onlara göre, halkların çıkarları, iradeleri, özgür ve bağımsız yaşama istemleri bir değer ifade etmez. Ama İsrail bombardımanına ve işgal hareketine karşı Lübnan halkı da sonuna kadar direnmiş ve siyonistlere önemli bir yenilgiyi tattırmayı başarmıştır.

“Barış, duygulara dönük bir yüzü olan bir kavram, üzerinde şekillendiği tarihsel ve toplumsal gerçeklikten koparıldığında ‘insancıl' bir yönü olduğu duygusunu ve düşüncesini uyandıran bir kavram… Ama ‘kimin barışı', ‘nasıl bir barış', ‘neyin barışı' soruları sorulduğunda ve bu soruların yanıtları verili gerçeklere bağlı kalarak ve bilimsel bir tarzda verildiğinde bu kavramın bütün büyüsü bozuluyor, ‘masumiyeti' yerle bir oluyor…

II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyamız, ‘iki sisteme ve onların dengesine dayalı' bir ‘barış' dönemini yaşadı… Bu barış, en geniş ve tam anlamında gücün ve güç dengelerinin damgasını vurduğu bir barıştı! Bu, gerçek anlamda eşit, adil, her türlü özgürlüğü güvence altına alan ‘savaşsız', çatışmasız, her halkı, sınıfı, toplumsal kesimi gözeten bir barış mıydı? Böyle bir barış var mı, olanaklı mı?

Hayır, burjuva pasifistleri bile bu kadar ham hayalci, naif, gözü kapalı değildi. 20. yüzyıl, savaşlar, çatışmalar, devrimler, kırımlar, katliamlar, dehşet düzeyinde silahlanma yüzyılı oldu; özellikle son yarısı… Bunlara rağmen yine de görece bir ‘barış' düzeniydi, BM de onun ‘Koruyucu Meleği' idi… Evet, bu bir barış dönemiydi, ama bu, iki gücün ABD ve Sovyetler Birliği'nin damgasını vurduğu, onların güçlerinin ‘dehşetengiz' dengesinin egemen olduğu bir barış dönemi… Aslında bu barış dönemi, tam anlamıyla bir savaştı, çatışmalı politikaların sayısız araç ve yöntemle devam ettiği bir savaş… Kimileri bunu ‘Soğuk Savaş' olarak karakterize etti, ama bol miktarda ‘sıcak savaşı' da içeren bir savaş dönemi…

‘Güç ve egemenlik', işte, politikanın da, savaşın da, barışın da temel belirleyenleri, temel dinamikleri, gerçek itici öğeleri bunlardır! Toplumsal sınıflar, sömürü ve ezilme olgularından kaynaklanan ve beslenen gerçeklik budur! Diğerleri mi, bilinç saptırması ve çarpıtmasından başka bir şey değildir!

Verili barış, güç ve egemen olanın sistemi ve barışıdır! Burada ‘barış' ve ‘düzen', aslında tarihsel ve toplumsal olarak bir ve aynı kavramlardır. Bu, ister ‘ulusal', isterse uluslararası düzlemde olsun, yine de böyledir! Boşuna Roma İmparatorluğu'nun dünya egemenliğine, dünya düzenine Pax Romana, Roma Barışı dememişlerdi! Roma Barışı, Roma Dünya Düzeni'nden başka bir şeyi mi anlatıyordu?

Sömürü, sömürgecilik, her türlü kölelik, baskı, ezme biçimi, özgürlük mü, egemenlik mi isterdi? ‘Emperyalizm, özgürlük değil, egemenlik ister'di! Sadece emperyalizm değil, bütün sömürücü düzenlerin temel dili buydu; devlet, ordular, silahlar, yani güç ve zor araçlarının tümü bunun içindi! Boşuna bu kadar pahalı ve tehlikeli ‘şeyler' el üstünde tutulmuyordu!

Sovyet sistemi çözülüp dağıldığında ‘sonsuz barış çağının' kapılarının aralanacağı varsayılıyordu. Ne de olsa dehşet dengesi çözülmüştü, silahlanma yarışı da sona erecekti… Peki, ne oldu? Yeni bir Dünya Düzeni kurulmalıydı, bu kurulana kadar savaş baltaları toprağa gömülmemeli, bu düzene, aynı anlama gelmek üzere bu ‘Barışa' kafa tutanların kelleleri bir bir uçurulmalıydı… Yeni Dünya Düzeni, yani Amerikan barışı kurulana, Amerikan imparatorluğu sınırsız egemenliğini oturtana kadar orası burası ateşe verilebilirdi, bu, dünya barışı, istikrarı ve güvenliği için kaçınılmazdı! Düzenin, barışın dili buydu, bu, diğer yüzyılların olduğu gibi bu yüzyılın da temel diliydi, dili olmayı sürdürecekti…

Kuşkusuz yaşamın kendisi bu kadar basit, tek düze ve yalın değildi, daha karışık, çelişkilidir, ama özü bu kadar yalın ve basittir. Sömürü sistemi, sınırsız egemenliği; bu da güç ve şiddeti koşullar. Sömürü ve baskı düzeninin egemen olduğu günümüzde tek geçerli yasa var: Güç yasası! Barış da savaş da bu yasaya göre anlam ve biçim kazanır! Bu gerçekliği her somut tarihsel ve güncel olay ve gelişmede görmek mümkündür!” (İçi Boşaltılan Kavramlar: Savaş ve Barış)

1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle yine “barış” demeçlerinin, mesajlarının bombardımanına maruz kalacak, “barış” etkinlikleriyle oturup kalkacağız. Elbette barış bir ihtiyaç, ama bu kendiliğinden ve birileri tarafından, egemenler tarafından bahşedilecek bir şey değildir. Onların bize “bahşettikleri” barış, kendi sömürü, soygun ve mutlak egemen oldukları düzenlerinden başkası değildir. Bizden istedikleri ise mutlak itaat ve boyun eğmedir! “Barış”ın ancak böyle mümkün olduğunu dayatıyor, bilincimizi ve ruhumuzu bu kaba gerçeklikleriyle teslim almak istiyorlar.

Ama tarih ve güncel gelişmeler de göstermiştir ki, ezilenlerin, özgürlük ihtiyacı olan halkların temel eğilimi, direnmek, direnmek ve yeniden direnmek olmuştur! Direnişi devrimci bir program ve öncü ile yürütmek ise başarının, özgürlük ve eşitlik üzerine kurulu barış isteminin gerçek teminatıdır!

28 Ağustos 2006

SOSYALİST-ŞOREŞGER

(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)