01 Eylül 2006 Sayı: 2006/34 (34)
  Kızıl Bayrak'tan
   Sermaye iktidarı stratejik kararlarla sonunu hızlandırıyor: Bataklığa giden bataklığa gömülür!
  Amerikancı generallerin “yeni dönemi”
  Genelkurmay devir teslim töreni
konuşmalarının gösterdikleri
  Asker gönderme tartışmaları ve Sezer’in
çıkışı
  KESK’in 29 Ağustos eylemlerinden
Hak almak için g(ö)reve!
AL-CO işçilerinin direniş kararlılığı yol
gösteriyor!
“Anadoluya gelin, işçi maliyetleri çok
düşük”!
   Devrimci bir gençlik mücadelesi için bir
adım daha! “Gelecek, özgürlük ve sosyalizm için gençlik kampı” başarıyla gerçekleşti! / Orta sayfa
  ABD-İsrail taşeronu Kofi Annan bölge
ülkelerini dolaşıyor
  Siyonist rejimin gözeneklerinden kan ve
irin akıyor
  İran yönetimi ABD dayatmalarına
direnmeyi sürdürüyor
  Güneşin esmer çocuklarına
  Samandra’dan bir işçi ile sınıf hareketinin
durumu ve İstanbul İşçi Kurultayı üzerine
konuştuk
  Savaş ve barış
  D‹SK’ten kampanya: “Lübnan’a asker gönderilmesin!”
  Tekstil İşçileri Bülteni
dağıtımlarından
  Mamak İşçi Kültür Evleri'nin "Ortadoğu
Halklarıyla Dayanışma Günleri" etkinlikleri
  Kamu Emekçileri Bülteni'nden
  İstanbul İşçi Kurultayı Bülteni'nden
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Amerikancı generallerin “yeni dönemi”

Son bir haftadır siyasal gündemin temel konusu, TSK'nın üst düzey yönetimindeki değişiklik için yapılan devir teslim törenleri sırasında generallerin yaptıkları konuşmalar oldu. Yeni Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, selefi Hilmi Özkök ve yeni Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ, yaptıkları konuşmalarla ordunun, demek oluyor ki işbirlikçi sermaye iktidarının önümüzdeki döneme ilişkin politikalarına dair son derece net açıklamalarda bulundular. Düzen medyasında “siyasal iklim sertleşiyor-yeni dönem” biçiminde değerlendirilen bu konuşmaların içeriğine geçmeden önce belirtmek gerekir ki, generallerin görev değişimine gösterilen ilgi ve yapılan konuşmaların içeriği çok net bir biçimde göstermektedir ki, ülke yönetimi tartışılmaz biçimde ordunun ellerindedir. Diğer tüm düzen kurumları, ordunun yönetimi ve yönlendirmesi dışında bir karar alma iradesi ve inisiyatifine sahip değildir.

Ordunun meydan okuması!

Bu gerçeği bir kez daha özel olarak vurgulamamızın nedeni, Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanlığı'na atanma töreninde söyledikleridir. Söylenenler boşuna değildir. Zira, Şemdinli ve Danıştay saldırısı çerçevesinde yürüyen ordu ve hükümet çatışmasından üstün çıkan generaller olmuş ve ordu bir kez daha durumu tümüyle kontrolü altına almıştır.

Büyükanıt, bu iç çatışma sırasında ordu içerisindeki özel konumu ve ilişkileriyle çatışmanın sembolü haline gelmişti. Hükümetin “ucu nereye giderse gitsin peşini bırakmayacağız” dediği Şemdinli olayı, kuyruğu ele veren “derin devlet”in merkezinde Büyükanıt şahsında Genelkurmay'ın durduğunu net bir biçimde ortaya koyuyordu. Fakat Şemdinli raundu, Van savcısının iddianamesinin ardından ordunun üstünlüğü ile noktalandı. Ordu buradan aldığı güçle daha kapsamlı ve sert bir operasyona yöneldi. Danıştay saldırısı ve sonrasında yaşananlar hatırlanırsa, Ordu ve AKP arasındaki gerilim karşılıklı hamleler biçiminde süren bir çatışmaya dönüşmüştü. Fakat bu çatışmadan da güçlü çıkan ordu oldu. İşte Büyükanıt'ın, hem de devletin yerleşik “temayülleri”nin dışına çıkılarak erken bir tarihte yeni Genelkurmay Başkanı ilan edilmesi bunun ifadesidir. AKP sıkıştırıldığı köşeden teslim bayrağını çekerek, en azından şimdilik, bükemediği eli öpmüş oldu.

İşte bu koşullarda yapılan Genelkurmay Başkanlığı devir teslim töreninde, ordunun hükümete karşı elde ettiği moral üstünlüğün yansıtılması olağan bir sonuçtu. Hükümet ve onunla aynı safta duran güçlerin hedef haline getirmek istediği Büyükanıt, onların üzerine basa basa koltuğuna oturmaktaydı. İşte bu durum, Büyükanıt'ın konuşmasında şöyle dile getirildi: “Rüzgâr küçük ateşleri söndürür, büyük ateşleri daha da büyütür. Benim ve silah arkadaşlarımın kalplerinde ulus ve vatana hizmet yolunda, çok büyük bir ateş yanmaktadır.”

Belli ki ordunun yeni bir denge durumunu kabullenmeye niyeti yoktur. Zira, siyasal ve moral güç elindedir ve her an yeni çatışmalara gebe bu mücadele gevşemeye gelmez. Genelkurmay artık bu noktadan ileriye gitmeye ve düşmanlarının tüm direncini kırmaya ve konumunu daha bir sağlama almaya bakmaktadır. Bundan dolayı generaller sadece zaferlerini kutlamakla kalmamış, beraberinde oldukça sert ve net mesajlar vererek hükümet ve yandaşlarına açıktan meydan okumuşlardır. Bu meydan okuma alenen aşağılamaya kadar varmıştır.

İçeride baskı ve terörde sınır tanınmayacak!

Diğer taraftan generallerin sert mesajları sadece hükümet ve aynı safta yer alan güçlere yönelik değildir. Dahası, hükümete yönelik gibi gösterilen tehdit ve saldırıların büyük bölümünün hedefinde esasında ilerici-devrimci güçler ile Kürt halkı bulunmaktadır. Generaller konuşmalarında sıklıkla irticanın yanında en büyük tehdit olarak bölücülüğü göstermektedirler. Kürt sorunu karşısında oldukça sert bir meydan okuma ve saldırı kararlılığı ortaya konulmaktadır. Bu, yeni ve topyekûn bir kirli savaşın habercisidir.

Elbette generallerin tehdit ve saldırgan mesajlarının hedefinde sadece Kürt halkı yoktur. Bir bütün olarak ordunun konumuna ve düzenin temellerine karşı tehlike oluşturan güçler hedef haline getirilmektedir:

“Canlarını bu güzel yurdumuz için feda etmeye yemin etmiş askerlerimize ve onların komutanlarına karşı inanılmaz iğrençlikte saldırılar yapılmakta. Bu yasadışı, ahlakdışı, akıldışı saldırıları yapanlar, yarattıkları iğrenç bataklıkta boğulacaklardır.(…) Hiç kimse, hiçbir grup, insan hakları, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini teşkil eden kavramların arkasına saklanarak ve bu ülkeye ve insanlarına zarar veremez. Bu yüksek değerleri, sahip oldukları bölücü ve irticai düşüncelere alet ederek ülkenin rejimi aleyhine kullanamazlar ve kullanamayacaklardır.”

Bir başka konuşmada ise çok daha net cümlelerle şöyle demektedir:

“İnsan hakları, barış, özgürlük ve demokrasi gibi çağımızın yüksek değerlerini kendisine kalkan edinen malum örgütün ve bu örgüte destek verenlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır. Devleti ile, milleti ile ve güvenlik güçleri ile Türkiye Cumhuriyeti, bu tehdidin üstesinden gelecektir. Hiçbir mihrak, yurt içi olsun, yurt dışı olsun, hangi metodu denerse denesin, hangi gayriinsani ve gayriahlaki yollara başvurursa vursun, bizim mücadele azmimizi ve kararlılığımızı ortadan kaldıramayacaktır. Bu mücadele içinde acılar çektik ve çekeceğiz. Ancak esas acıyı; bize, Türk milletine bu acıyı çektirenlerin karanlık hayalleri içinde boğulurken çekeceklerini göreceğiz ve buna inanmaktayız...”

Bu sözlerden çıkarılacak sonuç şu olmalıdır: Düzenimiz öylesine tehlikede ki, düzen karşıtı tüm güç ve hareketleri, silahlı-silahsız hiçbir ayrım yapmadan zorla ezeceğiz. Bu yolda hiçbir sınır ve kural tanımayacağız! Kirli savaş çetelerimizi harekete geçireceğiz!

ABD emperyalizmine uşaklıkta sınır yok!

Bu kadarı generallerin iç politika alanındaki tutum ve planlarının neler olduğunu anlatmaktadır. Elbette işin bir de dış politika cephesi vardır ve bu cephede ortaya konulanların iç politika cephesinden aşağı kalır bir yanı bulunmamaktadır. Konuşmaların bütünlüğüne bakıldığında, generallerin içeride ve dışarıda birlikte yürütülecek bir savaşa hazırlandığı görülmektedir.

Ordunun dış politika alanındaki tutumunu ortaya koymak görevi Hilmi Özkök'e düşmüştür. Özkök'ün şu sözleri daha sonra söyleyeceklerini haber vermektedir: “Yeni güvenlik ortamında aklımızla hareket etmek, duygularımızın etkisiyle yanlışlar yapmamak ve özgün davranmak zorundayız.”

Bu sözler, adet olduğu üzere Amerikan taşeronluğunu gizlemek için kullanılmaktadır. Konuşmanın devamında ise durum, oldukça dolambaçlı bir dille ama tam bir netlikle ortaya konulmaktadır:

“Son yıllarda, biraz önce belirttiğim tanımlar doğrultusunda devletler arasında bir gruplaşma veya sınıflandırma gün geçtikçe daha belirgin bir hale gelmektedir. Özellikle de güçlü devletler, her alanda kendi aralarında gittikçe artan oranda ortak bir anlayış ve işbirliğine yönelmiş durumdadırlar. Eski düşmanlıklarını bir tarafa bırakarak aynı kaptan karın doyurmaktadırlar. Bu devletler arasında kurulan etkili işbirliği meyvelerini günümüzde vermeye başlamıştır. Bugün sahip olunan teknolojinin, bilginin ve hatta güvenliğin çoğu bu ülkeler tarafından el birliğiyle üretilmektedir. Bu ülkeler ve bu ülkelerle yakın işbirliği içindeki diğer ülkeler dünya üzerinde ‘işleyen merkez' olarak adlandırılmakta, geri kalan ülkeler ise ‘bütünleşememiş boşlukta' gösterilmektedir. Ve ikinciler için gelecek bir kabustan ibarettir. Her biri kısırlaştırılarak, etkisizleştirilerek dünya kovanının işçi arıları yapılmaktadırlar.

“Bu sebeple, ‘işleyen merkez' içinde yer almak ve Büyük Önderin çağdaş uygarlık hedefini yakalayabilmek için bu süreci büyük bir kararlılıkla sürdürmek zorundayız. Dönemsel olarak yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, ülkemizin dışarıdan görüntüsü ülkemizin işleyen merkeze çok daha yakın olduğu şeklindedir. Dileğim bu gerçeği hepimizin algılamasıdır.” (Vurgular bize ait)

Bu sözlerle ordunun Türkiye'ye biçtiği konum yeterli açıklıkta ortaya konulmaktadır. Bu konum, “işleyen merkez” olarak tanımlanan, dünya zenginliklerinin başına oturmuş emperyalistlerle “yakın işbirliği içinde” olmaktır. Yoksa, emperyalist dünya sistemi ile bütünleşmemiş ülkeler sınıfında, yani “bütünleşmemiş boşlukta” kalınacaktır; yani İran, Suriye ya da Lübnan durumuna düşülecektir. Bu ifadelerden sırıtan soysuz Amerikan uşaklığı dikkatlerden kaçmamaktadır. İşte ordunun Türkiye işçi ve emekçi halkının önüne koyduğu gelecek bundan ibarettir: Amerikan emperyalizmine uşaklık ve kurşun askerlik yapmak!

Böylesi bir “gelecek” uğruna ordunun Türkiye emekçi halkının önüne koyduğu ilk hedef ise şöyledir:

“Diğer taraftan, Kuzey Kore'den başlayıp Ortadoğu'ya uzanan eksen üzerindeki kitle imha silahlarına sahip veya sahip olduğu yönünde şüpheler yaratan ülkelerin varlığı, günümüzde ülkemizin güvenliği için ciddi ve yön verici bir tehdit oluşturmaktadır. Bu sorun, uluslararası camianın yoğun diplomatik çabalarına rağmen çözülemezse, ülke olarak yakın gelecekte önemli karar noktalarıyla karşılaşmamızın kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde bölgedeki stratejik üstünlüğümüzü kaybetmek durumuyla karşılaşırız.”

Tescilli Amerikan uşakları!

Bu ifadelerin sahibinin bir Türk generali olduğu bilinmese Bush'un konuştuğu sanılabilir. Zira Bush ve savaş çetesinin o bildik karanlık dilidir bu. Fakat bunun böyle olması şaşırtıcı değildir. Çünkü, Türk ordusu Amerikancılığı ile ün yapmış bir ordudur, Pentagon ve NATO karargahlarına bağlı biçimde çalışmaktadır. Yani ordu ABD emperyalizminin ülkedeki eli konumundadır. Türkiye'nin son 30-40 yılı bunun sayısız kanıtıyla dolu olduğu gibi, yakın dönemde yaşanan hemen her olay ve gelişme doğrudan ABD emperyalizmiyle ilişkilidir.

Bu gerçek ABD'nin düzen medyasındaki temsilcisi sayılan Yasemin Çongar tarafından da alanen ortaya dökülmüştür. Çongar'ın 28 Temmuz tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan “ABD gözüyle üç paşa” başlıklı yazısında aktarıyoruz:

“Bu kadroda (1 Mart tezkeresi sırasında mevcut ordu yönetimi çekirdeği kastediliyor), ABD'nin Irak konusunda kendisine destekçi saydığı isimlerden biri Org. Özkök ise, diğeri de Org. Yaşar Büyükanıt idi. Şundan kuşku olmasın; gerek Genelkurmay başkanlığını bugün üstlenecek olan Org. Büyükanıt, gerekse kendisinden Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nı devralan Org. İlker Başbuğ, ABD yönetiminin ‘sağlam müttefik' gözüyle baktığı komutanlar. Org. Başbuğ, ABD Genelkurmay Başkanı Org. Peter Pace'in ‘yakın dost' saydığı, son yıllarda ‘derin samimiyet' kurduğu ve ‘görüş ayrılıklarını en açık biçimde konuşabildiği' bir komutan.”

Bu söylenenlerden çıkarılması gereken sonuç şudur: Düzen siyasetinin yönetici çekirdeği konumunda olan Amerikancı ordu, ipleri elinde toplayarak Amerikan çıkarları doğrultusunda ülkeyi dışarıda kardeş halklara yönelik korkunç bir savaşa sürüklemektedir. Generallerin “yeni dönemi”, içeride ve dışarıda Amerikan uşaklığı ve halklara düşmanlıktan başka bir şey değildir.

Amerikancı orduyu işçi ve emekçilerin mücadelesi durduracak!

Onları durduracak tek güç, işçi ve emekçilerin mücadelesidir. İşçi ve emekçiler bu Amerikan uşaklarının “büyük devletiz” söylemiyle desteklenen şoven-saldırgan siyasetine alet olmamalı, direnen halkların mücadele cephesinde safını belirleyerek emperyalistleri ve uşaklarını Ortadoğu'dan kovmalıdırlar. Devrimciler ve ilerici güçler bu açıklıkla içerisine girilen “yeni döneme” hazırlanmalı, işçi ve emekçilerin mücadele cephesini oluşturmak için daha kararlı davranmalıdırlar.