04 Mart 2006 Sayı: 2006/08 (08)
  Kızıl Bayrak'tan
   8 Mart politik olarak bugünden kazanılmıştır
  Sermaye iktidarı ABD'nin tam hizmetinde
  İşgalciler Irak halklarını birbirine boğazlatmak istiyor
  Sauna çetesi ve Küre operasyonu
TEKEL'de yeni oyunlar yeni saldırılar
  Tekstil sektöründe sömürüyü derinleştirme hazırlıkları
Sosyal güvenlik saldırısına karşı çıkmak için sendikal ihanet barikatı parçalanmalıdır
5 Mart'ta Beyazıt'tayız!
  Ankara Devrimci 8 Mart Platformu eylem ve etkinlik programı
  8 Mart etkinliklerinden
Küçükçekmece İşçi Platformu'nun 8 Mart etkinliği
  Mamak İşçi Kültür Evi'nde 8 Mart etkinliği
  İzmir BDSP'nin 8 Mart çalışmalarından
  Kadın sorunu ve toplumsal kurumlaşmalar (Orta sayfa)
   Kapitalizm kadın sorununu çözemez döne döne yeniden üretir
   Kentleşme, çeşitlenen kentsel çelişkiler ve faşizm /Yüksel Akkaya
   İstanbul Lİseli Gençlik Platformu'nun kampanyası sürüyor
  Adana Liseli Gençlik Kurultayı çalışmasından
  Yakup Abdal Köyü emekçileri yıkıma karşı direnmekte kararlı
  Yunanistan işçi sınıfının militan direnişi
  ABD kuklaları Suriye'de işbaşında
  Savaş kundakçıları İran'da iç karışıklık yaratmak için "düğmeye bastı"
  Şii ve Sunni liderler mezhep çatışmasını önlemeye çalışıyor
  Irak'taki gelişmelerin anlattıkları
  Bültenlerden
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Irak, iç savaş ve kaos

Hafta sonu ve pazartesi günü, önemli ABD ve İngiliz gazetelerinde, Irak konusunda iki tema egemendi: (1) Irak bir iç savaşın eşiğinde; (2) bu iç savaşı durdurmak için, Kongo, Yugoslavya, Lübnan örneklerinde olduğu gibi bir dış müdahale gerekebilir. Lübnan'da Daily Star, ABD'de Christian Science Monitor ise dini liderlerin ortak çağrılarına yer veriyor, çatışmaların sönümlenmeye başladığına işaret ediyordu. Anlaşılan, iç savaş tehlikesi şimdilik atlatılmış. Ancak Şii-Sünni çatışması bağlamına oturtulabilecek kimi saldırılar gerçekleşmeye devam ediyor, yeni bir provokasyon olasılığı hâlâ güçlü.

Şii ve Sünni liderlerin birlikte yaptıkları yoğun çağrılara karşın olayların hemen, tümüyle sona ermemesi düşündürücü. Öyleyse ne oluyor? Bu soruya kesin bir cevap vermek çok zor. Ancak bazen bir ülkeye bir başka ülkede olanların merceğinden bakmak kimi çıkarsamalar yapmaya yardımcı olabiliyor. Bir de biraz arşiv karıştırmakta, ‘'geçmişte kim ne demiş'' diye bakmakta yarar var.

İki noktaya daha önce de dikkat çekmeye çalışmıştım. Birincisi, ABD yönetiminde, neo-con çizgide bir gerileme, kadrolarının etkilerinde bir zayıflama var. Bu İsrail'in Likud kanadının ve ‘'derin devletinin'' ABD dış politikası üzerindeki etkisinin de, göreli (en azından potansiyel) olarak zayıflaması olasılığı anlamına geliyor. Buna karşılık, bu etki kaynaklarının inisiyatifi yeniden ele geçirmek için krizi derinleştirmek yoluyla bir ‘'ileriye doğru kaçış'' deneyebileceklerini düşündüğümü daha önce yazmıştım. İkincisi, Irak'tan başlamak üzere bölgedeki büyük devletlerin dağılmasından, kapitalizmin genel krizinin sorunları perspektifinden bakınca, dünya ekonomisi ve siyasi dengelerinin zarar göreceğini söylemek olanaklı olsa bile, böyle bir gelişmenin İsrail'in güvenliğine büyük ölçüde katkıda bulunacağını bu yüzden en azından seçenekler listesinde olabileceğini de düşünmek gerekir.

Kaostan yarar umanlar

Nitekim, neo-con/İsrail lobisi içinde, kimi önemli isimlerin geçmişte, Ortadoğu'da (Levant) bir kaos ortamı yaratmanın gerekli olduğunu savunduğunu biliyoruz. Örneğin bu bağlamda, İsrail'de bulunan Institute for Advanced and Strategic Studies sitesindeki iki rapor anılabilir: 1996 Haziran'ında, Richard Perle başkanlığında bir grup tarafından hazırlanan ‘'A Clean Break'' (www.iasps.org/strat1.htm) ve aynı yılın aralık ayında David Wurmser'ın yazdığı ‘'Coping with Crumbling States: A Western and Israeli Balance of Power Strategy for the Levant'' (Dağılmakta olan devletlerin yarattığı koşullara uyum sağlamak: Levant bölgesinde Batı ve İsrail açısından güç dengeleri stratejisi-www.iasps.org/ strat2.htm).

Wurmser, İsrail bağlantılı Washington Institute'de görevliydi, oradan, American Enterprise Institute'e geçti, sonra Pentagon'da Özel Planlar Bölümü'nde, arkasından John Bolton'la birlikte çalıştı, sonra da Dick Cheney'nin kurduğu ve ‘'Gölge Ulusal Güvenlik Konseyi'' lakaplı ekipte yer aldı. Bir yorumcunun işaret ettiği gibi Wurmser, ‘'içerdiklerin bile, ‘içerdeki adam'... ‘' diyeceği türden biri. 1996 tarihli raporunda, Wurmser, Saddam devrildikten sonra, Irak'ın etnik, dini ailevi çelişkiler ve savaş lordları arasındaki çatışmaların etkisiyle dağılarak bir kaosa sürükleneceğini, ABD ve İsrail'in bu kaosu çabuklaştırması ve denetlemesi gerektiğini savunuyordu.

Şimdi merceği değiştirelim ve Irak'a, İran merceğinden bakalım. Aslında, şimdi değineceğim bağlamda ilk haberi, ABD özel timlerinin İran'da istihbarat faaliyetlerine başladıklarını aktararak New Yorker yazarı Seymur Hersh vermişti. Geçen hafta cuma günü Financial Times, Hersh'ün aktardıklarıyla kesişen çok ilginç bir haber/analiz yayımladı. Financial Times ABD deniz piyadelerinin, istihbarat kolundan uzmanların, İran'a sızdığını, çeşitli aşiret ve dini gruplar arasında dolaşarak İran'ın etnik ve dini çelişkiler altında dağılma olasılığını saptamaya yönelik bir araştırma yürüttüklerini aktarıyordu. Financial Times'ın aktardığı bu, geleceğe ilişkin Pentagon araştırmasının Irak'ın bugününü anlamakta yararlı olacağını düşünüyorum.

Son olarak, medyada daha sık sözü edilmeye başlanan iç savaş halinde, dışarıdan bölgeye müdahalenin gündeme gelebilir saptamalarına dönersek. Bu saptamalar iki seçeneğe gönderme yapıyorlar. Birincisi, NATO'nun müdahalesi, ikincisi de Arap Birliği, Türkiye, Pakistan vb. Müslüman ülkelerin güçlerinin iç savaşı durdurmak üzere Irak'a getirilmeleri. Türkiye'nin bu iki seçeneğin kesiştiği ülke olduğu dikkatinizi çekmiştir sanırım. Bu koşullarda ABD üstlerine çekilecek, ‘'gerekli durumların'' dışında sürece müdahale etmeyecek.

Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet 1 Mart 2006)

-----------------------------------------------------------------------------------------

Karışık işler, pis kokular...

Geçen çarşamba günü, Samarra kentinde, Iraklı Şiiler için en kutsal mekânlardan, Askeriye Türbesi'ne düzenlenen bombalı saldırının ardından Batı basınının sunduğu haber ve yorumlara benim aklım yatmadı. Saldırının zamanlaması da çok ilginçti. Yine burnuma pis kokular geliyor...

‘Mükemmel vuruş'

Birkaç haftadır havada, insana ‘'Bir şey olacak galiba'' duygusu veren bir gerginlik var. ‘'Karikatür kriziyle'' başlayan gelişmeler adeta uygarlıklar çatışması tezini doğruluyordu. Bu sırada, Filistin'de, Hamas seçimleri kazandı. Bu kez ABD ve İsrail'de sinirler bozuldu. Üstelik İran'la nükleer pazarlıklar da iyi gitmiyor, Ahmedinejad gittikçe daha cüretkâr davranmaya başlıyordu. Ancak, Irak'taki tıkanma, özellikle Şiilerin de direnişe katılma tehlikesi, ABD'nin İran'a karşı elini kolunu bağlıyordu. Bu sırada kimi istihbarat uzmanları Nevruz ayında, Afganistan'dan Kudüs'e geniş çaplı yaygın bir ABD karşıtı saldırı dalgasının gündemde olduğunu ileri sürüyordu (Salim Şahzat, The Asia Times, 23/02)

Yine aynı günlerde Batı basını, Irak'ta, ABD ve İngiltere'nin tercihlerinin aksine Caferi'nin, hem de Mukteda El Sadr'ın baskısıyla Başbakan seçilmesi, medyanın kullanmayı çok sevdiği bir deyimle bu ‘'ateşli'' (genç ve duygusal...) din adamının siyasi süreçleri belirleyecek kadar güçlendiğini gösteriyordu.

Sadr'ın yıldızının yükselmeye başlaması ABD açısından hiç iyi bir işaret değildi. Sadr, ABD işgaline karşı daha ılımlı bir tutum benimseyen, İran kökenli Sistani'den farklı olarak Irak Şii hiyerarşisinin Irak/Arap bir aileye geçmesini isteyen bir kanattan geliyordu. Ayrıca, geçen aralık ayında Sadr milisleri, ABD ile işbirliği yapan Tahran merkezli ‘'Irak'ta İslam Devrimi Yüce Konseyi'' adlı grupla, Bağdat'ta ve Güneyde girdikleri kanlı çatışmaları kesin bir biçimde kazanarak Şii ittifakı içinde konumlarını pekiştirmişlerdi. Caferi'yi işte bu etki seçtirmişti. (Ramadani, The Guardian, 24/02)

Bu sırada, Güneyde Şii bölgelerinde İngiltere denetimi elinden kaçırıyor, Washington Post'un deyimiyle Basra'yı ‘'milislere ve yerel yönetime kaybediyordu''. Sadr'ın Basra'daki temsilcisi, “İngilizler halka karşı eylemlerini sürdürürlerse, Basra'yı onlara kitle mezarı yapacağız” diyordu (Finer, Washington Post, 26/02). Pentagon da geçen cuma, isyancılarla savaşacak çaptaki Iraklı taburların sayısının birden sıfıra düştüğünü açıklıyordu (Associated Press, 24/02)

Askeriye Türbesi'ne yönelik saldırı bu ortamda gerçekleşti. Eğer bu saldırı, Batı medyasının beklediği gibi bir iç savaşa yol açarsa, Şii-Sünni çatışması, The New Republic'te Kaplan'ın (neo-con) vurguladığı gibi, ABD'nin Irak'ta bir arabulucu olarak kalmaya devam etmesini kolaylaştıracak, Basra'da İngilizlerin üzerindeki basıncı azaltacak, Şiilerin de başı Sünnilerle belada olacağından, İran Batı'ya karşı başının çaresine bakmak zorunda kalacak.

Batı medyası ve habercilik

Askeriye saldırısını verirken Batı medyası birçok gazetecilik kuralını ihlal etti. Birincisi, medya, saldırıyı kimse sahiplenmemiş olmasına karşın, istisnai olarak ‘'büyük olasılıkla'' ifadesini kullanarak, ama çoğunlukla hiç kullanmadan ‘'Sünni isyancıları'' suçladı.

Geçmişte savaşa karşı tavır almış olan The Guardian'ın, bu kez ısrarla ‘'Sünni isyancılar'' ifadesini kullanması, çarpılmanın nerelere kadar yayıldığını gösteriyordu. Genelde İngiltere medyası, Sünni-Şii çatışmasını körükler bir yol izledi. Örneğin BBC'nin, ‘'Mukteda El Sadr intikam çağrısı yaptı'' (başka hiçbir yerde doğrulanmayan) haberi özellikle ibret vericiydi. Çünkü o sırada Sadr, ziyaret etmekte olduğu Lübnan'da El Cezire'yi arayarak birlik çağrısı yapıyor, ‘'Saldırganlar Sünni olamaz... Biz hem din hem de insanlıkta kardeşiz... Sünni camileri de korumaya aldık'' diyordu. Sünni ve Şii dini liderlerin Kut kentinde düzenledikleri ABD işgalini suçlayan birlik gösterisini CNN verirken, BBC görmezden geliyordu. Lübnan kaynaklı Daily News'ün aktardığı, bölgede Sünni ve Şii liderliklerin iç savası engellemeye yönelik demeçlerine ilişkin haberlere ise iç savaş çığırtkanlığı yapan, İngiliz ve ABD medyasında pek rastlanmıyordu.

Şii ve Sünni liderliklerin iç savaşı önleme çabalarının son derece sağlam bir zemini var. Şiiler'in, özellikle de ABD'yle işbirliğini hep reddetmiş olan Sadr'ın cepheye katılmasını bekleyen Sünni direniş açısından, iç savaş tam bir felaket olur. Üç temel talebi (ABD'nin çekilmek için tarih vermesi, otonom bölgeler uygulamasının ertelenmesi, Kürtler'in Kerkük'ü yeniden Kürtleştirmesinin durması) direnişin temel talepleriyle örtüşen (Ahrari, The Asia Times, 24/02) Sadr açısından da Sünnilerle çatışmak anlamsız. Diğer taraftan, daha önce de aktarmıştım.. Irak'ta Sünni-Şii ayırımı aslında sunulmak istendiği kadar kesin değil. Bir aşiretin, bir ailenin üyelerinin Sünni ve Şiilerden oluşması sık görülen bir durum. Robert Fisk, bir Iraklı Sünni dostunun, “Niye hep iç savaş diyorsunuz, karım Şii, onu öldürmemi mi istiyorsunuz?” dediğini aktarıyor. Ama, sanırım en çarpıcı örnek Askeriye Türbesi'nin bakıcılığının yüzyıllardır, İmam Naki soyundan gelen Sünni bir aileye verilmiş olması (Salim Şahzad, age).

Geriye Zerkavi (El Kaide) kalıyor. Böyle birinin var olduğunu kabul etsek bile, bir ‘'uygarlıklar çatışmasında'', Müslüman cephesi oluşturmayı amaçlayan birilerinin, bu cepheyi bölecek bir iç savaşı neden kışkırttığını, tüm Müslümanlar için son derecede kutsal bir türbeyi yıkmaya kalkmasını anlamak çok zor. Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi Direktörü Anhony Cordesman da bu soruya cevap ararken zorlanıyor ve ‘'nihilizm'' saptamasına sığınıyor.

‘False flag' (saptırma)

Ancak, türbeye yönelik saldırı nihilist bir intihar saldırısı değildi. Patlama, yüzleri maskeli, üniformalı, Irak İmar Bakanı'nın deyimiyle işinin uzmanı insanlar tarafından, 12 saat süren teknik bir operasyonla (AFP, 24/02) gerçekleştirilmiş. Bence, saldırı, İngilizlerin ‘'false flag'' (saptırma) operasyonu dedikleri, bir başkasını suçlamaya yönelik sabotaj türüne çok benziyor.

İngilizler'in, İrlanda'da zaman zaman ‘'false Flag'' operasyonları düzenlediklerini gazeteler birçok kez aktardı (örnekleri için: Keefer, www.globalresearch. ca 25/09/05). Geçen eylülde iki İngiliz özel tim (SAS) görevlisi, Arap giysileri, peruklar, patlayıcı maddeler, uzaktan kumandalı fünyelerle yakalandığında, İngiltere, adamlarını, izleyenleri şaşkınlıklara düşüren bir telaş ve şiddetle kurtarmıştı. Robert Fisk “bu iki SAS Irak'ta ne yapıyordu?” diye sorarken (Independent), John Pilger olayı “Sinik bir savaşta, sinsi gelişmeler” başlığıyla yorumlamıştı (Newstatesmen).

Keefer'in aktardığına göre bu tür “false flag” operasyonları salt İngilizlere has değil. Amerikalılar da Irak'ta zaman zaman, durdurdukları sürücülerin arabalarına, sürücüye fark ettirmeden, uzaktan kumandalı bombalar yerleştiriyorlarmış. Bir keresinde, bir Iraklıyı durdurup ehliyetini almışlar, sonra adama ehliyetini, karakola gidip oradan geri almasını istemişler. Sürücü yolda giderken arabada bir ağırlık fark edip durunca arabaya kocaman bir bomba gizlendiğini görmüş. Bunlar tabii söylenti... Dediğim gibi, karışık işler, pis kokular...

Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet 27 Şubat 2006)

---------------------------------------------------------------------------------------

Fatoş Güney: “Karalamalar, insafsız yalanlar, suçlamalar; yapanların yüzkarasıdır ve her zaman geri tepmiştir...”

Oğul Yılmaz Güney: Babam benim için bir kahramandı

CEMİL OĞUZ -ANF

İSTANBUL (01.03.2006)- Hürriyet gazetesi Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkük'ün açıklamasına ilişkin Yılmaz Güney Vakfı'nda, Fatoş Güney, oğul Yılmaz Güney ve vakıf avukatı Hasip Kaplan tarafından açıklama yapıldı. Oğul Güney; “Babam beni hiç dövmedi, aksine bir masal anlatır gibi bana düşüncelerini anlatıyordu” derken, avukat Kaplan da, “Özkök hakkında dava açtıklarını” belirtti.

Dün Hürriyet gazetesinde Hürriyet gazetesi Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök “Mao'yu Ezberlemeyen Çocuk” başlıklı bir yazı yazdı. Yazıda oğul Yılmaz Güney, Mao'yu ezberlemediğinde, ya da sözlerini hatırlamadığında baba Yılmaz Güney onun kulaklarını çekerdi” ifadesi kullanılmıştı. Bunun üzerine Yılmaz Güney Vakfı'nda, Fatoş Güney, Oğul Yılmaz Güney ve vakıf avukatı Hasip Kaplan tarafından açıklama yapıldı.

ÖZKÖK BASIN KONSEYİ'NE ŞİKAYET EDİLDİ

İlk söz alan Hasip Kaplan “Özkök'ü, basın ahlak kurallarına aykırı davrandığı için Basın Konseyi'ne şikayet ettik, dün noterden gazeteye tekzip gönderdik, ayrıca Yeni TCK'ya göre hakaretten Bağcılar Cumhuriyet Savcılığı'nda suç duyurusunda bulunduk. Yine, kişilik haklarına hakaretten de İstanbul Asliye Ceza Mahkemesinde 100 bin YTL'lik manevi tazminat davasını açttık” dedi.

Yılmaz Güney'in eşi Fatoş Güney de “Yılmaz Güney dünya sinemasında saygın bir yeri olan, Berlin, Locarno, Venedik, Cannes gibi festivallerde 38 tane ödül almış birisi” diyerek şöyle devam etti: “Yılmaz Güney 10 yıl boyunca yasaklanarak Türkiye sinema tarihinden silinmek istenmiştir. 104 adet filminin negatifi yakılarak yok edilmiştir. Düşüncelerinden ötürü yargılandığı 100 yıllık ceza nedeniyle yurdışına çıkmak zorunda kalmıştır. Bir takım çevrelerin kara kalemleri onu vatan haini ilan etmiş, 22 yıl boyunca susmamışlar, kin ve nefterlerini her fırstatta kusmuşlardır. Karalamalar, insafsız yalanlar, suçlamalar; yapanların yüzkarasıdır ve her zaman geri tepmiştir.”

“Karakalemler hınçlarını alamamışlar, işi baba-oğul ilişkisine kadar indirgeyerek bir oğulu, babasıyla ilgili en hassas duygularını kamuoyu önünde açmak zorunda bırakmışlardır” diyen Güney, “Bu bir baba kadar bir oğul için de acı bir durumdur. Bir anne olarak bu durumdan üzüntü duyduğumu sizlerle paylaşmak istiyorum, yapılanları kamuoyu önünde kınıyorum.”

“BABAM BENİM İÇİN KAHRAMANDI”

Oğul Yılmaz Güney ise “ben 6-7 yaşlarında İmralı Kapalı Cezaevinde bir hafta babamla kaldım. Bu benim için çok önemliydi. Babam, benim için bir kahramandı, beni hiç dövmedi, bana bir fiske bile vurmadı. Babam devrimci biriydi. İdealleri, ütopyaları vardı. Ülkesinin ve dünyanın tüm çocuklarının yaşayacağı daha güzel bir dünya olduğuna inanırdı. Bu inançları umutla ve sevgiyle bir masal anlatır gibi bana anlatırdı” dedi.

Özkök'ün ‘Duvar' filmiyle ilgili sözlerine de değinen oğul Güney, “Duvar filmi gerçekten yaşanmış bir çocuk koğuşu isyanını anlatır. Babam mümkün olduğu kadar gerçeklere yakın kalmaya çalışmıştır. Ve bunu yurtdışında yaşayan çocuklarından oluşan amatör bir kadroyla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu nedenle çocuklar o endişeleri, o korkuları adeta bir profesyonel oyunculuk sergiletilerek kamerada görmek istediği duyguları onlarda yaratmak istemiştir. Bu, bilerek yapılmış bir şeydir. Film boyunca şu ifadeyi kullanmıştır; ‘Gerçekleri doğru yansıtmalıyız, yoksa geçmişimiz bizden hesap sorar' Bu bir yönetmenin karşıdakinden istediğini almak için uyguladığı bir yöntemdir, bir yönetmen hilesidir.”

“ÖZKÖK'ÜN YAZISI HAYAL GÜCÜNDEN İBARET”

Kendisinin de “Duvar” çekimlerinin setinde bulunduğunu belirten oğul Güney, “12 yaşındaydım ve çocuklara babam kendi babaları kadar yakındı ve hepsi babamı çok sever ve hayranlık duyarlardı. Bu söyledikleri iyi anlaşılsa Özkök'ün yazısının tamamen kendi hayal gücünden ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır” dedi.

“Fikirlerine katılalım, katılmayalım Mao, Enver Hoca, Stalin bir dönemin tarihine damgasını vurmuş insanlardır ve bu isimler uğruna milyonlarca insan ölmüştür. Bu insanlar hakkında Özkök'ün kendi deyimiyle ‘Hiçbir anlamı kalmamış zırvalar' demesi bir yüzyılın siyasal ve sosyolojik tarihini bir celsede hiçe saymaktır” diyen oğul Güney, “Bu kadar kolay olmamalı ve bu bana Le Pen'in yıllar önce yaptığı bir açıklamayı hatırlattı; milyonlarca insanı katledildiği gaz odalarından bahsederken, ‘Gaz odaları tarihte bir detaydı' demişti. Özkök de kendi mantığıyla aynı yolu izliyor; tarihin bazı sayfalarını görmemezlikten geliyor” şeklinde konuştu.

ANF NEWS AGENCY

(ANF'nin haberine ara başlıklar tarafımızdan konulmuştur-KB)

-----------------------------------------------------------------------------------------

Rusya'da en sevilen lider Josef Stalin

Rusya'da yapılan son kamuoyu yoklamaları, özellikle gençler arasında Sovyet dönemi diktatörlerinden Josef Stalin'in 1917'den beri işbaşına gelen en sevilen lider olduğunu ortaya koydu. Ekonomik darboğaz, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve Rusya'nın dünya politik arenasındaki yerini kaybetmesine yönelik tepkilerin Stalin'e olan hayranlığı artırdığı belirtildi.

İngiliz Daily Telegraph gazetesinin haberine göre, Stalin dönemine duyulan özlem Sovyet diktatörü hakkında son zamanlarda yayımlanan 200 kadar kitap ve filmle somutlaştı. Bu kitap ve filmlerin büyük bölümü ise Stalin'den övgüyle söz ediyor. Ülke çapında yapılan bir kamuoyu yoklamasında da halkın yüzde 18'i Stalin'i 1917'den beri gelmiş geçmiş en iyi lider olarak gösterdi. Bunun yanı sıra Stalin'in “iyi” ya da “oldukça iyi” bir lider olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 50 olarak belirlendi. Böylelikle Stalin'i olumlayanların oranı toplamda yüzde 70'leri buldu.

Yoklamaya katılan gençler, “Stalin'in çok büyük bir lider ve büyük bir şahsiyet” olduğunu ileri sürerek, “Düşmanları hatta Churchill bile, bu kadar geri, nüfusunun büyük bölümü cahil olan bir ülkeyi dünya çapında önemli bir güç haline getiren ve nükleer bomba sahibi yapan bir liderin çok büyük olduğunu belirtmişti” görüşünü dile getirdiler. Stalin'i savunanlar en çok onun eşitlikçi uygulamalarına hayranlık duyduklarını belirterek, “Stalin'in zamanında Roman Abramovich (milyarder Rus işadamı) olabilir miydi?” dediler.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in eski yöneticilerin aksine Stalin'e çok soğuk bakmadığı biliniyor. Bu arada söz konusu kamuoyu yoklamasında en nefret edilen liderler Nikita Kruşçev, Mihail Gorbaçov ve Boris Yeltsin olarak gösterildi.

(Milliyet, 26 Şubat 2006)

------------------------------------------------------------------------------------------

Sermaye devleti katliamlarına devam ediyor!

23 Şubat günü Türk ordusu Mardin/Dargeçit'te HPG'ye yönelik bir operasyon düzenledi. Kobra tipi helikopterlerin yoğun olarak kullanıldığı operasyon, HPG gerillalarının direnişi ile karşılaştı. Yaklaşık 24 saat süren çatışma sonucunda Serhıldan Şemse (İdris Aykut), Amed Dara (Yoldaş Özel), Abbas Baran (Xalit Şex Ali), Ciwan Cizire (İdris İmir), Eşref Kahraman (Fevzi Hesko), Mordem Şahin (Hüseyin Özkaya) ve Zagros Amed (Ergin Ekinci) Türk ordusu tarafından katledildi. Öldürülen gerillalar, daha sonra kimlik tespiti için Diyarbakır Devlet Hastanesi morguna getirildi.

26 Şubat günü binlerce kişi Ergin Ekinci'yi defnetmek için hastane önünde toplandı. Öğlen saatlerinde cenazeyi alarak mezarlığa doğru yürüyüşe geçen kitle yol boyunca onbin kişiye ulaştı. Sloganlar eşliğinde mezarlığa doğru ilerleyen kitleye çok geçmeden polis müdahale etti. Gaz bombaları, coplar ve kalaslarla saldıran polise taşlarla karşılık veren kitle, çatışmalar eşliğinde Yeniköy Mezarlığı'na ilerledi ve cenaze burada PKK bayrağına sarılı olarak defnedildi. Polisinin cenaze nakil aracının yanında yürüyenleri coplaması ve çevredeki çocuklara bile gaz sıkması halkın yoğun tepkisini çekti. Çatışmalar cenaze sonrasında da sürdü, gün boyunca 56 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanların 39'u tutuklanarak cezaevine kondu.

Hüseyin Özkaya ve Yoldaş Özer'in cenazeleri ise 27 Şubat gecesi hastaneden alınabildi. Hüseyin Özkaya'nın cenazesi 30 araçlık bir konvoy eşliğinde Varto'ya doğru yola çıktı. Konvoy yol boyunca pekçok kez jandarma tarafından durduruldu, çeşitli gerekçelerle araçlar bekletildi, arandı ve birçok araca para cezaları kesildi. Varto girişinde de barikat ile karşılaşan konvoy, ilçeye alınmadı ve ilçe dışından dolaşarak Özkaya'nın köyüne ulaştı. Özkaya köyünde yüzlerce kişi tarafından sloganlar eşliğinde toprağa verildi.

Yoldaş Özer'in cenazesi de bir konvoy eşliğinde yola çıktı. Yol boyunca konvoy birçok kez keyfi olarak durduruldu. Cenaze sabaha karşı Karşıyaka Mahallesi mezarlığına 500 kişilik bir kitle tarafından defnedildi.

Cenazelerin ardından açıklama yapan şehit aileleri, cesetlerin tanınamaz halde olduğunu belirterek, çocuklarının öldürüldükten sonra işkenceye uğradıklarını, vücutlarında çok sayıda darp izinin bulunduğunu söylediler.