04 Şubat 2006 Sayı: 2006/04 (04)
  Kızıl Bayrak'tan
   Sınıfsal özüne uygun, devrimci, kitlesel
ve birleşik bir 8 Mart!
  Hamas seçimlerden zaferle çıktı
  Emperyalist-siyonist güçler Filistin halkının iradesini yok saymaya çalışıyor
  Erdoğan Davos’ta ülkeyi pazarladı
“Reform” tasarıları: Sosyal güvenlik değil geleceksizleştirme saldırısı
  Sendikal örgütlenmenin önündeki en büyük engel ihanet çeteleridir
TEKEL işçilerinin yaktığı direniş
ateşini büyütelim!
Tuzla Tersane havzasında iş cinayetleri
durmuyor!
  İş kazası mı, cinayet mi?/Yüksel Akkaya
  Gaziosmanpaşa İşçi Kurultayı gerçekleşti
GOP İşçi Kurultayı yeni bir mücadele çağrısı oldu
12 Şubat’ta Tersane İşçileri Kurultayı’ına!
  Sosyal yıkım saldırısı ve mücadele görevleri (Orta sayfa)
  İzmir Çiğli İşçi Platformu’nun birlik ve
dayanışma etkinliği
  Sermaye temsilcileri emekçilere kefen
biçmek için Davos’ta toplandı
   Latin Amerika’da esen “sol rüzgar” Dünya Sosyal Formu’na da uğradı
  “Uygar dünya”da 12.3 milyon insan köle
  Liseli gençlik yeni bir mücadele dönemine hazırlanıyor!
  Tehcir, göçertme hareketi ve Kürdistan
toplum yapısına etkileri-2
  Direnen AEG işçisi kazanacak!
  Bültenlerden
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

İş kazası mı, cinayet mi?

Yüksel Akkaya

Çalışma yaşamını düzenleyen mevzuata göre işverenin işçiyi koruma, işçinin sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili önlemleri alma borcu bulunup, bu konu ile ilgili mevzuat hükümleri emredici niteliktedir. Bu tür mevzuattan olan İş Kanunu'nun 77. maddesine göre “İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler”. Borçlar Kanunu'nun 332. maddesi de aynı yükümlülüğü düzenlemiştir. Yargıtay içtihatlarına göre, işveren, sadece işin niteliğine uygun koruyucu madde vermekle yükümlü olmayıp verdiği malzemenin kullanılmasını sağlamak ve önlemlerin uygulanıp uygulanmadığını sürekli ve etkin bir biçimde denetlemekle yükümlüdür.

Çalışma yaşamını düzenleyen mevzuatın bu “olumlu” hükümleri nedeni ile işyerlerinde sıkı güvenlik önlemlerinin alınmakta olduğu düşünülebilir. Ancak, her yasal düzenlemeyi anlamlı kılan onun uygulamada karşılığının olmasıdır. Kısacası, bu yasaların hayatta da bir karşılığının olmasıdır. Ne yazık ki, çalışma yaşamında, pek çok konuda olduğu gibi işçi sağlığı ve güvenliği konusunda ciddi sorunlar yaşanmaktadır. İşverenler ek maliyet getireceği, gereksiz zaman kaybına yolaçacağı düşüncesi ile yasaların emredici hükümlerini yerine getirmekten kaçınırlar. İşin yoğun ve ağır olduğu, çalışma süresinin uzun tutulduğu her işyerinde adeta kazaya davetiye çıkarılır.

Bu sadece Türkiye'ye özgü değildir, kapitalizme özgü genel bir durumdur. Öyle olduğu için de dünyada her yıl meydana gelen 27 milyon iş kazasında 330 bin kişi hayatını kaybeder, 160 milyon kişi de ya yaralanır ya da meslek hastalığına maruz kalır. Kuşkusuz bu katliamdan farklı bir şey değildir. Üç yıl sürmüş bir savaşta bile yaklaşık 1 milyon insan ölüp, 500 milyonu yaralanmazken, iş kazalarının üç yıllık bilançosu böylesi bir savaştan bile daha ağır olur.

İşverenler bu iş kazalarına yönelik koruyucu, etkin ve yeterli bir önlemde bulunmadıkları için iş kazaları kurbanlarının ölümünden doğrudan sorumludur. Bu iş kazaları ile ne olacağı, bu kazaların bu işçileri öldüreceği önceden bilindiği halde, bu ölümcül kazaların önlenmesi için yeterli ve gerekli önlemin alınmaması akla bir cinayetin işlendiğini getirmelidir. Engels'in yerinde ifadesiyle “Bir insan, bir başkasına ölüme yolaçan bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz”. İşverenler, doğal olmayan bir ölümle, basit ve önlenebilir bir kazadan koruyamayarak işçileri iş kazaları nedeniyle ölümle karşı karşıya bıraktığı için bu bir cinayettir. Öyle söylendiği gibi basit kaza sonucu ölüm değildir. Engels'in söylemi ile, işverenler, iş kazasında ölen işçileri yaşamın gereklerinden yoksun bırakıp, bu kazalar ile yaşayamayacakları konuma soktuğu için bu bir cinayettir, örtülü, kasıtlı bir cinayettir. Hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurların ölümü “doğal” kabul edildiği için de “cinayet gibi olmayan cinayettir”, suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamaktan kaynaklanmaktadır. Yeterince koruyucu ve önleyici önlemleri almayan, bunun güvencesini işçilere vermeyen her işveren bu cinayetin failidir, öldürülenlerin katilidir. Tuzla havzasında tersane işçilerinin sık sık karşılaştığı ölümcül kazalar bu türden birer cinayet olup, katilleri bellidir. Bu cinayetler ve işlendiği yerler ne yazık ki sadece Tuzla tersaneleri ile sınırlı değildir.

İş kazaları en sık, kömür madenciliği, dokuma ve gıda maddeleri sanayileri, taş, toprak, kil, kum vs. imalatı, metal endüstrisi, makine imalatı, nakil araçları imalatı, inşaat, nakliyat, toptan ve perakende ticaret faaliyet gruplarında meydana gelmektedir. SSK verilerine göre, 1994-2003 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemde, ortalama her 82 iş kazasının biri, ölümle sonuçlanmıştır. Buna göre, 10 yıllık dönemde, Türkiye'de meydana gelen 831 bin 248 iş kazasında, 10 bin 84 kişi hayatını kaybetmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verileri ile karşılaştırıldığında, Türkiye'de iş kazalarında ölüm oranının çok yüksek olduğu görülmektedir. ILO'ya göre, 1994 yılında, İngiltere ve Hollanda dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinde, her 100 bin çalışanın 6'sı, Avustralya'da 7'si, Kanada'da 7'si, Japonya'da 4'ü, İsviçre'de 7'si, Avusturya'da 6'sı, Belçika'da 7'si, Danimarka'da 3'ü, Almanya'da 5'i, Yunanistan'da 4'ü, Hollanda'da 3'ü, Portekiz'de 6'sı, İspanya'da 10'u, İsveç'te ise 6'sı iş kazası sonucu hayatını kaybetmişken, Türkiye'de her 100 bin çalışanın 15'i iş kazaları sonucu öldü.

Gerekli işçi sağlığı ve işçi güvenliği tedbirlerinin alınmadığı bir işyerinde çalışan işçiler çalışmayı reddedebileceği gibi, işverenden çalışmamalarına rağmen ücretlerini talep etmek haklarına sahiptirler. Ayrıca bu nedenlerle işi bırakan işçilerin işi bırakmaları haklı nedene dayandığından kıdem tazminatı alacaklarına da bir halel gelmez.

İşyerinde gerekli işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmamasından doğan iş kazaları sonucunda işveren, malul kalan işçiye maluliyetine göre maddi tazminat, işçi ölmüş ise kanuni mirasçılarına destekten yoksun kalma tazminatı ödemek zorundadır. Ayrıca bu durumlarda manevi tazminat da talep edilebilmektedir.

2002 yılında iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu kaybedilen işgünü sayısı ise 1 milyon 831 bin 252'dir. Aynı yıl grevlerde kaybolan işgünü sayısı ise 43.885 gündür! Yani sermaye cephesinin grev olmasın, üretim sürsün diye çırpındığı bir zaman diliminde, iş kazaları ve meslek hastalıkları nedeni ile grevlerin yaklaşık elli katı daha fazla iş günü kaybedilmiştir. Benzeri durum, grevlerin yaygın olduğu bir dönem için de geçerlidir. 1990-1997 döneminde grevlerde toplam 19.3 milyon gün kaybolmuşken, üç yıl daha kısa bir dönemi içeren 1993-1997 döneminde iş kazaları ve meslek hastalıklarından kaybolan iş günü sayısı 46.6 milyon gün olmuştur. Bu veriler bize sermaye cephesinin işgünü kaybına katlandığını, ama ek bir maliyet gerektiren iş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenmesine sıcak bakmadığını göstermektedir. Zira, burada kaybedilen para değil, her zaman yerine bir başkası bulunabilecek bir işçidir.

Böyle olduğu için Tuzla tersanelerinde ve diğer işyerlerindeki kaza adı altındaki cinayetler devam edecek, işverenler ise daha fazla masraf yapmaktan kurtulmuş olacaklardır. Peki, bu bir kader midir? Bu kaderde işyeri hekimlerinin sorumluluğu nedir? Bunu da bir sonraki yazıda tartışalım.