22 Şubat '03
Sayı: 07 (97)


  Kızıl Bayrak'tan
  Dünya ölçüsünde büyüyen anti-emperyalist mücadele dinamikleri
  Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı
  Savaş pazarlığında son perde
  ABD uşağı AKP hükümeti istifa!
  BDSP’nin işçilere ve emekçilere 1 Mart çağrısı...
  15 Şubat gösterileri: Dünya emekçilerinin mücadelesinde bir kilometre taşı..
  Berlin’de görkemli savaş karşıtı gösteri
  Dünyanın dört bir yanında milyonların katıldığı görkemli gösteriler...
  Dünyada 15 Şubat eylemlerinden...
  İsviçre’de 40 bin kişi savaşa karşı alanlardaydı...
  Emperyalist savaşa karşı mücadele ve “savunma savaşı” safsatası...
  Savaşın gerçekleri ve medyanın yalanları
  Kadın sorunu ve kadın çalışmasının sorunları üzerine
  Toplumsal hayatın her alanında kadın-erkek eşitliği!
  Kölelik yasa tasarısı üzerinden sürdürülen pazarlıklar...
  Yeni iş yasa tasarısına karşı sendika şubelerinin çağrısı...
  Savaşın faturası işçi ve emekçilere çıkarılacak!
  Emperyalist savaş karşıtı eylemlerden...
  Emperyalist savaş karşıtı eylemlerden...
  BES 1 No’lu Şube Eğitim Sekreteri Ahmet Turan’la savaş üzerine konuştuk...
  Münih’deki NATO savaş zirvesine karşı onbinler yürüdü!
  Çok kutupluluğa geçiş sancıları mıı
  Konfeksiyon işçilerinden konfeksiyon işçilerine...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
15 Şubat gösterileri: Dünya emekçilerinin mücadelesinde bir kilometre taşı...

Emperyalist savaşa karşı büyüyen tepkiler ve derinleşen çıkar çatışmaları

Emekçi kitlelerin alanlara çıkması için
sıradan bir çağrı yetti

Kriz içinde debelenen kapitalizme nefes aldırtmak için Irak halkını boğazlamaya kalkışan ABD emperyalizmi 15 Şubat günü ilk kez hiç ummadığı bir ilk meydan dayağı yedi. Sesi dünyanın dört bir yanında, özellikle de savaş tellallarının ve onların uşaklarının suratlarında yankılanan bu tokatın dünya tarihinde bir ilk olduğu açıktır. Denilebilir ki, dünya halkları ilk kez bu kadar görkemli ve eşgüdümlü bir tarzda sokaklara dökülüyorlar, meydanlarda emperyalist bir gücün savaş politikasını protesto ve mahkum ediyorlar. 15 Şubat eyleminin eşgüdümlülüğü, emekçi halk kitlelerinin öfkesinin de artık küreselleşmeye başladığını gösteriyor.

Savaşa karşı yükselen bu kitlesel tepkinin önemini ve anlamını daha da arttıran veri, onun gerçekleştiği ortamın politik niteliğidir. Dikkate değer olan, dünya halklarının savaş kundakçılarına olan nefretlerini haykırmak için yapılan sıradan bir çağrıyı fırsat olarak yakalamış ve bu kadar isabetli değerlendirmiş olmalarıdır. Sermayenin şiddeti günübirlik artan saldırıları karşısında genelde yorgun düşmüş, kitleleri seferber etme yeteneklerini yitirmiş parti, sendika ve derneklerin yaptıkları çağrının böylesine bir gövde gösterisine dönüştürülmüş olması başlı başına bir olaydır, açığa çıkmakta zorlanan emekçi kitle dinamiklerinin tablosunu çizmektedir. New York’tan Sidney’e, Johanesbourg’dan Oslo’ya uzanan savaş karşıtı dalga, yosun bağlamış tabuları sarsan insan seli, yalnızca savaşa karşı göstrilen tepkinin ölçeğini değil, döneme damgasını basan düzene karşı birikmiş olan tepkilerin boyutlarını da ortaya koyuyor. Bu kitlesel eylemlilik, kısa vadede akibeti ne olursa olsun, gelecek için bir başlangıç noktası, bir kilometre taşı olma özelliği taşıyor.

15 Şubat: Halkların birikmiş tepkisi ve
emekçi kitlelerin öfkesi sokaklara taştı

15 Şubat eyleminin kendisini ve onu çevreleyen gelişmeleri birçok konuyla birlikte ve bütünlük içinde değerlendirmek gerekiyor.

Herşeyden önce, Irak krizinin neden olduğu gelişmeler uluslararası ilişkilerde artık bir dönemin kapanma sürecine girmek zorunda olduğunu gösteriyor. Bu dönem, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ard.ndan, önce kutsanan ve ardından da zorla dayatılan tek sesli, tek kutuplu, Washington’un emperyalist çıkarlarına endeksli “yeni dünya düzeni” dir. Irak krizi vesilesiyle, önce Birleşmiş Milletler ve ardından NATO bünyesinde açığa çıkan çelişkiler, yaşanan saflaşmalar artık bir sonun başlangıcına gelindiğinin göstergesi, ön işaretleri. Üstelik, 15 Şubat eylemi diplomasi kulislerinde, pazarlık masalarında uç gösteren sözkonusu anlaşmazlıkları, saflaşmaları sokağa taşımış, onlara artık geriye dönülmesi mümkün olmayan bir nitelik kazandırmıştır. Dolayısıyla, önümüzdeki günlerde Irak konusunda varılması lası olan ve hatta kaçınılmaz görünen uzlaşmalar, anlaşmalar, tarihsel açıdan geçici kalmak zorundadır ve artık dünya Pentagon’un düdük sesini duyar duymaz uygun adımlarla yürümek istemeyecektir.

15 Şubat günü dünya halklarının, dolaylı da olsa, nefretle andıkları “yeni dünya düzeni” ilk Körfez savaşı döneminde yürürlüğe girdi. ABD emperyalizminin ‘90’lı yılların başından itibaren “barış, demokrasi ve özgürlük” kavramlarını kılıf ederek dünya çapında fiilen tesis etmeye başladığı ve aynı zamanda teorileştirdiği diktatörlük bir gün mutlaka hak ettiği kitle tepkisi ile karşı karşıya gelmek ve bir vesile ile sınava girmek zorunda idi. 15 Şubat gösterileri hiçbir muğlaklığa yer vermeksizin halkların birikmiş olan tepkisini, emekçi kitlelerin öfkesini sokağa taşıd . Tabandan ve dünyanın dört bir yanından aynı anda yükselen bu gür ses aynı zamanda başka eylemlere çıkartılmış bir davetiyedir. ABD emperyalizminin gelecekte yüzyüze kalacağı sınavlara işaret etmektedir.

Zira, ilk Körfez savaşı sırasında ABD’nin giriştiği ve dünyanın toplamına hitap eden militarist gövde gösterisi yaşanan sürecin köşe taşlarını döşemiş, onun tüm rakiplerini ve muhaliflerini yedeğine almasıyla sonuçlanmıştı. On yılı aşkın bir süredir ABD emperyalizmi “barış, demokrasi ve özgürlük” yaftası altında dünyayı bir şamar oğlanına çevirmiş durumda, tam bir gangester gibi seçtiği ülkeye istediği anda ve uygun gördüğü yoğunlukla saldırmakta, katli vacip ülke listesi yayınlamaktadır. Astarı “barış, demokrasi ve özgürlük”, aslı ise barbarlık olan bu emperyalist politikayı artık mazlum halklar ve emekçi kitleler nezdinde gerekçelendirip meşrulaştırmak zorlaşıyor. Deyim yerindeyse ABD egemenliğinin yalan kredisi azalmaya, alacaklılar da kapıya dayanmaya başladı. Ayrıca, Sovyetler Birli&curen;i’nin dağılması ve çökmesi ile birlikte dengeleri tamamen ABD’nin lehine bozulan emperyalist-kapitalist sistem, kendi iç çelişkilerini ve bünyesindeki çıkar çatışmalarını, ikiyüzlülükle örtüşen uzlaşmalarla telafi edemez bir noktaya geldi.

Bir dönüm noktasının başlangıcı

Açıktır ki, uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktasının başlangıcının ifadesi bu veriler henüz pratiğe damgalarını vurmaktan uzaktırlar. Başka bir ifade ile, halkların kabaran tepkisine ve emperyalist-kapitalist sistemin bünyesinde yeşeren nispi kutuplaşmaya karşın, ABD emperyalizminin tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğu yeni Körfez savaşının senaryosunu bozmak hiç de kolay olmayacaktır. Eğer emekçi kitleler kolaylıkla yeni 15 Şubatlar düzenleyebilecek bir politik bilince ve örgütlülüğe sahip olmuş olsalardı, süreç kuşkusuz farklı bir yörüngeye girerdi. Dünyanın ayağa kalkması sonucu Pentagon’un Körfez ve çevresinde mevzilendirdiği savaş makinasını susturmak hiç de zor olmazdı. Denilebilir ki, Vietnam savaşı döneminde yaşanan dev kitle gösterileri ABD’nin bu ülkeyi ateşe vermesine engel olamadı. Vietnam savaşı hiçir zaman dünya ölçeğinde bu ölçüde eşgüdümlü bir kitlesel tepki görmediği gibi ABD emperyalizminin saldırganlığı sağlam ideolojik dayanaklara sahipti. Komünizm tehlikesini bertaraf etmek için ABD politikası tüm dünya gericiliğinden destek alıyordu.

Oysa Irak’a saldırı, bu ülke halkının imhası, Saddam’ın arasıra havaya kaldırdığı tüfeğin varlığı üzerine bina ediliyor. Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunların Saddam’ın özel saraylarında istif edilmiş olabileceği iddiası yorum dahi gerektirmeyecek bir ciddiyetsizliktir. Irak askeri donanım bakımından en zinde olduğu bir dönemde, 1991 savaşı sırasında İsrail’e 39 Scud füzesi atmış ve ancak iki kişinin ölümüne sebep olmuştu. Rejimin elinde bulunan tüm ciddi silah stoklarının savaştan sonra Birleşmiş Milletler müffettişleri tarafından imha edildiklerini Washington ve uşakları dışında kabul ve itiraf etmeyen yoktur. Buradan doğan gerekçe açığını ABD’nin eski iş ortağı Bin Ladin’le kapatmak için tüm istihbarat birimleri bir yılı aşkın bir süre uğraştılar. Ancak onu ABD’nin Körfez senaryosuna dahil etirebilecek bir ipucu dahi bulamadılar. Tony Blair utanmadan Afrikalı bir öğrencinin ‘90’lı yılların başında Irak’ın silahlanması konusunda hazırladığı tezin içerdiği rakamları bugünkü savaş hazırlıkları için kanıt göstermeye kalkıştı. Aynı tezin bir fotokopisini de Colin Powel aynı arsızlıkla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki tartışmada kullandı.

Washington’un dünyaya dayattığı tek sesliliğin bir gün mutlaka bozulmasının kaçınılmazlığı sadece emek-sermaye çelişkisinden doğmuyor, egemen sistemin kendisi, kapitalizmin yapısal çelişkileri de bunu gerektiriyor, zorunlulaştırıyor. Artık bir sır olmaktan çıktı; egemen iktisadi sistemin bünyesindeki uzlaşmaz çıkar çelişkileri hasır altı edile edile çekilemez bir düzeye ulaşmaya başladı. Soğuk savaş döneminde emperyalist güçler Sovyetler Birliği’ne karşı birliklerini korumak için birbirlerine taviz veriyor, uzlaşıyor, ufak tefek sorunları pek problem etmiyorlardı. İlk Körfez savaşı döneminde, “yeni dünya düzeni”nin koro halinde kutsandığı bir ortamda, bunların bir gün bir köşede kapışmak zorunda kalacakları iddia edilmişti. Nihayet, bugün birbirlerine sitem ediyorlar, yarın çatışma daha açık bir bi&cceil;imde dışa vuracak ve sonuçta kapışmak zorunda kalacaklar. Bush’un geçenlerde eline tutuşturulan bir kağıttan okuduğu açıklama sorunun ciddiyetini açık seçik ortaya koymaktadır: “Saddam rejimi yıkıldıktan ve Irak silahsızlandırıldıktan sonra bu ülkenin petrolünden Rusya ve Fransa’ya bir şey verilmeyecektir!” Irak’ın dünya petrol rezervlerinin çok önemli bir bölümüne sahip olduğu ve perolün de kapitalist ekonomideki can alıcı önemi hesaba katıldığında, bu tehditin kapsamının anlaşılması, sonuçlarının tahmini hiç de zor değildir.

Bunalımı derinleşen kapitalist sisteme
taze kan taşımak için planlanan bir katliam

ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları genelde tekil açıklamalara dayandırılıyor; petrol savaşı, Bush’un seçim yatırımı, Saddam rejiminin silahsızlandırılması, 11 Eylül eylemlerinin intikamının alınması vb... Kuşkusuz, yer yer toplu değerlendirmeler de yapılmakta, fakat esas neden, anlaşılır nedenlerle, tali etkenlere boğdurulmaktadır. Oysa, bu savaş ne sadece bir petrol savaşı ne de bir seçim yatırımıdır. Bu savaş, bunalımı derinleşen kapitalist sisteme taze kan taşımak için planlanan bir katliamdır, bir yıkımdır ve beraberinde ABD’nin dünya jandarmalığı rolünü pekiştirme, rakiplerini dizginleme, bölgeye yerleşme, petrol gaspı, seçim yatırımı, intikam alma gibi oldukça çok sayıda alt hesapları da mevcuttur.

Dolayısıyla, genelde tarihin her döneminde olduğu gibi bu kez de savaş seferberliğinin temelinde ve özünde iktisadi bunalım yatmaktadır. Çünkü kapitalist sistem çok ciddi bir krizle yüzyüze. Ona lokomotif işlevi gören ABD ekonomisi fena bir durgunluk ve daralma dönemi yaşıyor. İktisadi yapının en temel göstergeleri düzenli bir bozulma seyri izliyor. Kalkınma hızı ve üretim sürekli gerileyerek işizliği arttırıyor, kitlelerin alım gücünü düşürüyor ve dolayısıyla tüketim azalıyor. Sermaye sınıfı sistemin içinde bocaladığı bu kısır döngüyü, çıkmazı bütçe uyarlamaları, faiz oranların.n değiştirilmesi türünden teknik müdahalelerle, borsa oyunlarıyla aşamıyor. Önemli ölçüde entegre olmuş dünya ekonomisinin lokomotifi durumunda olan ABD ekonomisine Bush yönetiminin sunduğu re¸ete son derece basit. Bush yönetimi petrol tekelleri ve askeri sanayinin temsilcilerinden oluşan bir koalisyondan oluşuyor. Bu ekibin izlediği iktisadi politika da, doğal olarak, sözcüsü olduğu tekellerin çıkarlarını korumak, pazarlarını genişletmekte ifadesini buluyor. Onun için yeni bir Körfez savaşı sözkonusu çıkmazın alternatifi olarak kendiliğinden gündeme geliyor, hem petrol tekellerinin hem de silah sanayisinin tmel taleplerine denk düşüyor.

Diğer emperyalistler ABD ile cepheden
karşı karşıya gelmek istemiyorlar

ABD’nin Irak’a yerleşerek petrol kuyularının başına geçmeye kalkışması diğer orta ve küçük ölçekli emperyalist güçleri tedirgin etmekte, ürkütmektedir. Geçmişte ABD ile birlikte hareket ederek ganimetten pay almayı düşünenler, ilk Körfez savaşının ardından, Washington’un insafına kalmış bir sadaka ile teselli olmak zorunda kaldıklarını gördüler. Çelişkinin maddi çıkar boyutunun yanıs.ra bir de sorunun onur boyutu var. Ahlaki bozulmanın zirvede olduğu, savaş için Chirac’ın “Terbiyesizler, size ancak susmak düşer!” dediği, Doğu Avrupa devletlerinin imza kampanyaları düzenledikleri bir ortamda, Fransa ile Almanya belli bir tavır takındılar. Sonunu getirmeseler bile, ki direnme kudretinden yoksunlar, neden oldukları tartışma savaş karşıtı kamuoyunun güçlenmesine hizmet etti.

Diğer taraftan, Chirac, Schröder ve Putin üçlüsünün yaptıkları görüşmelerden çıkan sonuç net bir saflaşmanın henüz olgunlaşmadığını gösteriyor. Putin’in Berlin ve Paris ziyaretleri sırasında yapılan ikili görüşmeler ve yayınlanan ortak bildiriler ilk etapta Irak krizi konusunda ortaya bir Paris, Berlin, Moskova ve Pekin ortak cephesi çıkardığı izlenimi yarattı. Özellikle ilk üçünün Birleşmiş Milletler Örgütü bünyesinde takınılacak tavır konusunda sürekli temas içinde oldukları ve kordineli bir tarzda hareket ettikleri iddia edildi. Ancak gizlenen küçük hesaplar sorunun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Muhtemelen, Berlin ve özellikle de Paris, ABD politikasına karşı açılan cephenin ihalesini Putin’e havale etmek istediler. ABD’nin küstahlığının ancak Rusya gibi bir g&uul;cün takınacağı net tavır ve red misyonunu üslenmesiyle dengelenebileceği hesaplandı. Putin’in böyle bir misyonu üstlenmesi aynı zamanda Paris ve Berlin’in işin içinden sıyrılıp, ABD’nin politik sald.rılarının hedefi olmaktan kısmen kurtulmalarını da beraberinde getirecekti. Sözlü ifadeler böyle bir eğilimi doğrular nitelikte olsa da, pratikte Putin’in bu türden bir rolü üstlenmeye, ABD’ye do&curre;rudan bayrak açmaya yanaşmadığını gösteriyor. Rusya’nın, takatsızlığından bağımsız olarak, doğrudan hedef alınmadıkça ABD ile ilişkilerini kollamaya öncelik tanıdığı bir kez daha netleşmiş durumda. Kısacası, çıkarları ABD ile çelişen güçler Hans Blix’in arkasına saklanarak politika üretmenin mümkün olmadığını gördükten sonra, bu kez birbirlerinin arkasına saklanarak tavır belirlemee çalışıyorlar.

Savaşın finansmanı önemli bir sorun

ABD’nin binbir dereden su taşıyarak gerekçelendirmeye, haklı göstermeye, bir an önce başlatılması gerektiğini kabul ettirmeye çalıştığı ikinci Körfez savaşının önemli bir boyutu, denebilir ki, asla tartışma konusu edilmemektedir. Bu boyut, sadece takvim ve öncelikler meselesinden kaynaklanmayan, savaşın finansmanı sorunudur. İlk Körfez savaşının maliyeti ABD’nin verdiği rakamlara göre 100 milyar doları aşmıştı. Bu faturanın yarısından fazlasını, muhtemelen 68 milyar dolarını Almanya, Japonya ve Suudi Arabistan karşılamışlardı. Bundan birkaç ay önce Bush Irak’a yeni bir müdahalenin tutarının 200 milyar doları aşacağını açıkladı ve ondan bu yana konu bir daha açılmadı.

Savaştan sonra ABD bölgeye yığdığı dev savaş makinasının masraflarını ve elden çıkaracağı eski silahlar ile deneyeceği yeni silahların faturasını birilerine önce sunmak sonra da dayatmak durumundadır. 1991’de petrol monarşilerinin hazır kasaları boşaltıldı ve onlar bugüne kadar eski mali güçlerine ulaşamadılar. Aynı şekilde o dönem iktisadi durumları son derece parlak olan Almanya ve Japonya krizin pençesinde kıvranıyorlar, taraf olmadıkları bir savaşın yüklü faturasını ödeyecek durumda değiller. ABD için bu faturayı Birleşmiş Milletler aracılığı ile tahsil etmek de pek kolay olmayacaktır, çünkü Washington bu kuruma olan birikmiş üye aidatı borcunu dahi ödememektedir. Kısacası bu bakımdan da uluslararası ilişkilerin alışılmış ahengi bozulmak zorunda kalacaktır.

ABD’nin katliam kararlılığının faturası ağır olacaktır

Her halükarda, ABD emperyalizmi birkaç aydır yaptığı hazırlıkların ve bölgeye yığdığı dev askeri donanımın ardından kolay kolay geri adım atmayacak ve Körfez’den ayrılmayacaktır. Eğer son anda, çok çok zayıf bir ihtimal de olsa, beklenmedik gelişmeler karşısında ABD savaştan vazgeçse bile istediği tavizi koparabilecek konumdadır. Krizin diplomatik yoldan çözümünü isteyen güçler bunun Saddam ve yakın çevresinin sürgünü ile sağlanabileceğini umuyorlar. Ancak, Washington çubuğun seviyesini o kadar yüksek tutmuş, savaşın misyonunu o kadar geniş belirlemiştir ki, ara çözümler imkansız görünüyor. Hazırlanan ve bazı yönleri ile kamuoyuna açıklanan senaryoya göre, uşak bir rejim oluşturulana kadar, ABD Irak’ı belli bir süre askeri vali aracılığı ile doğrudan yönetmey planlamış durumda. Böylece, bir askeri üsse dönüştürmeyi planladığı Irak’tan hareketle petrol kaynaklarına sahip bölgeyi politik bakımdan yeniden biçimlendirmeyi, hatta sınırları dahi oynatmayı düşünüyor.

Bu planlar somut olarak uygulamaya konulduğunda, ABD’nin sonradan söndürmekte zorluk çekeceği bir yangını tutuşturma tehlikesi var. Washington’un böyle bir riski göze almış olmasının iki açıklaması var. Birincisi, onun dünya jandarmalığı rolünü sürdürmekte ciddi kuşkuları olduğunu ve hakimiyetine henüz doğrudan bayrak açılmadan riskin faturasını göze alarak egemenliğini yeniden tesis etmek istediğini gösteriyor. Buna bağlı olarak onun temel enerji kaynaklarını doğrudan kontrol altına almaya çalışması gelecek rekabet ve çatışmalar için bir ön tedbir. İkincisi, ABD’nin son yıllarda elde ettiği kayıpsız savaşım kolaylığı onun maceracı yönünü körüklüyor. Zira, ilk Körfez savaşından bu yana ABD’nin tek başına ya da çömezleri ile birlikte Balkanlar’da, Afganistan&146;da düzenlediği askeri seferler çığırından çıkmadan sonuçlandırıldılar. Askeri teknoloji, karaya ayak basmadan bir ülkeyi tahrip etme olanakları ABD burjuvazisinin gözünde savaşı bir oyuncağa dönüştürmüş durumda. Onun için, Pentagon bu teknikle ve kayıp vermeden iradesini dünya halklarına dayatmayı rehber edinmiş görünüyor.

Ancak, Amerikan petrol tekellerinin petrol kuyularının başına oturmaları için ABD birliklerinin karaya ayak basmaları, Bağdat’a girmeleri gerekiyor. Acaba, Irak halkı, 1991 yılında yüzbinlerce insanı katleden, ülkeyi günübirlik bombalayan, dayattığı ambargo ile yüzbinlerce insanın bakımsızlıktan ve hastalıktan kırılmalarına neden olan ABD’nin ordusunu nasıl karşıları Bir kurtarıcı gibi miı 1991 saldırısı Irak’ı onlarca yıl geriye götürdü, yoklukların, kıtlıkların, sefaletlerin, acıların vatanı yaptı. Bu kez 1991 saldırısı tamamlanmak, bu ülke halkının yalnız petrolüne değil herşeyine el konmak, ABD emperyalizminin stratejik çıkarlarını teminat altına almak için köleleştirilmek isteniyor. Ancak, Irak halkının kanı, bugüne kadar nice kanlar emmiş kapitalist sistemi ve ABD emperyalizmini dar boğazdan çıkarmaya yetmeyecek, tıpkı Vietnam’da olduğu gibi boğazlarına bi bıçak gibi saplanacaktır.