4 Ekim'03
Sayı: 2003 (02)


  Kızıl Bayrak'tan
  Amerikan işbirlikçilerini durduralım!
  Meclis yeni yasama döneminde iki cephede birden savaş için düğmeye bastı...
  AKP hükümeti tezkere için gün sayıyor...
  Açlık ve yoksulluk pembe yalanlarla gizlenemiyor
  İMF heyeti teftiş için geldi
  İşçilerin patronlara ve sendika bürokrasisine karşı tepkileri ve eylemleri artıyor...
  TEKEL'de özelleştirme...
  Sendikal ihanet derinleşiyor
  YÖK Yasa Tasarısı üzerinden büyüyen düzen içi dalaşma...
  Gençlik savaşı, hükümeti ve YÖK tasarısını protesto etti...
  Genç komünistlerin kampanya çalışmalarından...
  Sosyal güvenlik kurumları özelleştiriliyor, sosyal haklar metalaştırılıyor!
  Yargıtay'ın DEHAP kararı ve gösterdikleri
  Habip, Ümit ve genç bir devrimci...
  Ulucanlar şehitleri anıldı...
  "Kızıl Elma" çetesi ve yeni bir psikolojik harekat
  Irak'a saldırı gerekçelerinin yalan olduğu bir kez daha tescil edildi
  Cancun'da kim kazandı?
  Sorumlu kim, hedef kim? Yapılan ne?..
  Sınıf ve fabrika çalışması üzerine
  Tüm gövdemizle ve gücümüzle fabrikalara!
  Che Guavera!.. Devrimci enternasyonalist mücadele çağrısı!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Temel kazanımlarımız parça parça gaspediliyor...

Sosyal güvenlik kurumları özelleştiriliyor,
sosyal haklar metalaştırılıyor!

Sermaye uşağı AKP hükümeti programı ile ilan ettiği saldırılarını son hızla hayata geçirmeye devam ediyor. Kölelik yasası, özelleştirme saldırısı, kamu hizmetleri ve çalışanlarının tasfiyesine yönelik uygulamalarla çalışma yaşamı ve üretim sürecini “esnekleştirerek” milyonlarca işçi ve emekçiye kölelik koşulları dayatan hükümetin gündeminde şimdi de sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi ve hakların “metalaştırılması” var.

İşçi ve emekçilerin temel sosyal haklarından biri olan “emeklilik hakkı”nın gaspedilmesine yönelik yasa ve tasarılara geçmeden önce, AKP’nin hükümet programında konuyla ilgili hedeflerine bakmak gerekiyor:

“Sosyal sigorta kuruluşları, uygulanan sigorta programları ile sağlanan haklar ve yükümlülükler açısından farklılık göstermektedir. Bu farklılığın giderilmesi ve kaynaklarıyla kendisini finanse edebilen bir sosyal sigorta sisteminin oluşturulabilmesi için; Sosyal güvenlik kuruluşlarında, norm ve standart birliği sağlanacak, uluslararası sözleşmeler ve sosyal güvenliğin temel ilkeleri çerçevesinde bütünleştirilmiş bir sosyal güvenlik ağı kurulacaktır; Toplumun tüm kesimleri sosyal güvenlik kapsamına alınacaktır; Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükü azaltılacaktır; Bütünleştirilmiş bir sosyal hizmet ve yardım ağının oluşturulması için dağınık durumdaki sosyal hizmet faaliyetleri tek çatı altında toplanacaktır”.

2004 yılı itibarıyla uygulanmaya başlanması hedeflenen söz konusu saldırı planlarının bir kısmı yasalaşarak yaşama geçirilmiş, kalanlarının hazırlıkları ise hız kazanmış durumda. “Sosyal güvenlik reformu” adı altında yürütülen çalışmalar Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK’yı “tek çatı” altına almayı ve bu alanda norm ve standart birliğine gitmeyi hedefliyor. Bu doğrultuda Eylül ayı sonunda “Emeklilik Sigortası Sistemi ve Emeklilik Sigortaları Kurumu Kanun Taslağı”, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından ilgili kuruluşların görüşüne sunuldu. Ancak taslak metni basına ve kamuoyuna henüz yansımış değil. Hükümet, işçi ve emekçilerden gelebilecek tepkiyi önden bloke etmenin bir manevrası olarak tasarı metnini kamuoyundan saklıyor. Saldırı planlarını işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gündemine “yileştirme” olarak yansıtmak görevini her zaman olduğu gibi yine satılık medya üstlenmiş durumda.

Saldırının önemi ve kapsamı gereği konuya ilişkin gelişmeler yayınlarımızda ayrıca işlenmeye devam edilecek. Tasarı metninin henüz kamuoyuna yansımamış olması ve konuyu teknik ayrıntılara boğmamak kaygısıyla, sosyal hakların gaspına yönelik uygulamaları daha genel planda ele alacağız. Bu çerçevede “Sosyal güvenlik reformu” adı altında gündeme getirilen “Bireysel emeklilik” uygulamasının hangi amaç ve niyetlerle parlatılmaya çalışıldığını ve tarihsel arka planını dünyadaki örnekleriyle ortaya koymaya çalışacağız.

Sosyal güvenliğin devlete “yük” olması ve
sermayeye açılan yeni rant kapısı

Dünyada sosyal güvenlikte “altın çağın” yaşanması İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşmektedir. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası kapitalist-emperyalist sistemin üzeri örtülen iç çelişkileri ve bunun getirdiği ekonomik gelişme, 1970’lerde yerini ekonomik büyümede yavaşlama ve durgunluk sürecine bıraktı. Emperyalist ülkelerde bundan sonra sosyal güvenlik sistemlerinde hak ve yardımlardan yararlanmanın şartları ağırlaştırılmaya başlandı.

Emperyalist ülkelerde nüfus artmadığı gibi giderek yaşlanmaktadır da. OECD üyesi ülkelerde 1990’larda %10’un üstünde olan (OECD’nin 1996 verileri ile ABD %13, Japonya %15, İsveç ve İtalya’da %17) 65 ve üstü yaş grubunun oranının 2050 yılında aynı ülkelerde %20’nin üstünde olacağı tahmin edilmektedir (ABD %21, Japonya %30, İsveç %22, İtalya’da %34). Yaşlı nüfusun artması, özellikle emekli aylıklarında ve sağlık sistemi üzerinde devletler için “yük” oluşturmaktadır. Sosyal harcamaların artması ve bütçedeki paylarının büyümesi bir sorun olarak görülmektedir.

İşsizlik sorunu, ekonomik büyümede durgunluğun yaşanması, demografik değişiklikler ve teknolojideki gelişmeler bir yandan sosyal güvenlik ihtiyacını artırmış, diğer yandan devletin bu alanlardan el çekmesini ve sermayeye devretmesini zorunlu kılmıştır. Yapısal krizin etkisiyle ekonomide yeniden yapılanma arayışları ve uluslararası rekabet şartlarına uyum sağlamak çabası içinde, emperyalist ülkeler sosyal harcamaları azaltma gereği duymaktadırlar. Bazı hizmetlerin kapsam dışı bırakılması veya azaltılması yoluyla, sosyal harcamaların kısıtlanması yoluna başvurulmaktadır.

Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi ve işgücü istihdamı

Türkiye’de ise sosyal güvenlik sistemi tarihi gelişim süreci içinde, sosyal sigortaları esas alan ve çalışanların statü farklılıklarına dayanan bir kurumsal yapıya uygun olarak oluşturulmuştur. Sermayenin o dönemdeki gelişimi ve ihtiyaçları çerçevesinde yaratılan bu yapay ayrım ve ayrıcalıklara yine sermayenin dönemsel olarak duyduğu ihtiyaçlar doğrultusunda bugün gerek kalmamıştır. Kamu Yönetimi Reformu adı altında kamu hizmetleri sermayeye açılacağı ve çalışanlarının tasfiyesi sonucu çalışanlar arasındaki “statü” farkı ortadan kaldırılacağı için, sosyal haklarda da bir ayrıcalık tanınması artık söz konusu değildir.

Son dönemde SSK ve Bağ-Kur’u “özerk” bir yapıya kavuşturan yasal düzenlemelere Emekli Sandığı’nın dahil edilmemesi, sermaye ve hükümet temsilcileri tarafından eleştirilmişti. Emekli Sandığı’na aktarılan kaynağın SSK ve Bağ-Kur’dan daha fazla olmasını bir sorun olarak gören hükümet, “tek çatı” projesi ile bu sorunu gidermek istemektedir.

Son yapılan hesaplamalara göre, kişi başına sağlık harcamalarının Sosyal Sigortalar Kurumu’nda 125 milyon liraya, Bağ-Kur’da 191 milyon liraya, Emekli Sandığı’nda 623 milyon liraya, diğer Bakanlıklar’da ise 271 milyon liraya ulaşması, sermaye iktidarını ilk önce sağlık hizmetlerinden kurtulmaya yöneltmiş bulunuyor. Geçtiğimiz aylarda yasalaşan SSK, Bağ-Kur ve İş-Kur’u tek çatı altında toplayarak kurumları “özerkleştiren” Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilatı Kanunu ile sağlık ve emeklilik hizmetlerini ayıran Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu bu ihtiyaca hizmet etmektedir.

Devletin “sosyal haklar” alandaki son kırıntılardan da kurtulması için “özel sağlık sigortası” ile “bireysel emeklilik” uygulamasına sıra gelmiş durumda. Bilindiği gibi SSK, özel sektörde çalışan işçiler, kamu işçileri ve tarım işçileri ve isteğe bağlı sigortalılara hizmet vermektedir. Bağ-Kur, esnaf ve sanatkârların yanı sıra diğer bağımsız çalışanlar ile çiftçiler ve isteğe bağlı sigortalılara hizmet vermektedir. Emekli Sandığı ise devlet memurlarını kapsamaktadır.

2001 yılı verilerine göre toplam 58.9 milyon kişi sosyal güvenlik kapsamındadır. Bunun yaklaşık 11.6 milyonu aktif sigortalı (SSK: 6 milyon, Emekli Sandığı: 2.2 milyon, Bağ-Kur: 3.3 milyon, Özel Sandık: 73 bin), 6.3 milyonu pasif sigortalı ve 41 milyonu da bağımlılardan oluşmaktadır.

Türkiye’de istihdamın önemli bir bölümünün tarım sektöründe yığılması, istihdamın giderek hizmet sektörüne kayması, yaşlanan nüfustaki artış, işsizlik, kayıt dışı ekonomi gibi kapitalist sistemin yarattığı sorunlar, sosyal hizmetler ile kurumlarını devlet için “yük” haline getirmiştir. Ama aynı zamanda bu “yük” özel şirketlere devredilerek böylece sermayeye yeni bir kazanç kapısı açılmıştır.

Bilindiği gibi tarım sektörü kayıt altına alınamayan ve sosyal güvenceden yoksun önemli bir nüfusu barındırmaktadır. 2002 yılı verilerine göre istihdam edilen nüfusun %18.20’si sanayi, %40.40’ı hizmet, %36.50’si tarım sektöründe yeralmaktadır. DİE verilerine göre toplam istihdamın %52’si kaçak olarak çalıştırılmaktadır. Yine toplam nüfusun kentsel alanlarda istihdam edilenlerin %34.9’u, kırsal alanlarda istihdam edilenlerin %65.1’i herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı değildir. Kırsal alanlarda sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmayanların %86.5’i tarım sektöründe istihdam edilmektedir.

Türkiye’de nüfus 20-44 yaş arasında yoğunlanmıştır. 15-34 yaş grubunun nüfus içindeki payı %43.39’dur. 60 yaş üstü nüfusun %20’ler seviyelerine ulaştığı OECD ülkelerine göre %7’lik yaşlı nüfus payı ile Türkiye genç bir ülke olmasına rağmen, bu oranın 2030 yılında %16’ya, 2050 yılında %23’e çıkması beklenmektedir. Sermaye devleti için yaşlı nüfustaki artış sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının artması ve devletin kurtulmaya çalıştığı “yük” olması anlamını taşımaktadır.

Rakam ve verilerle özetlemeye çalıştığımız tablodan; devletin kamu hizmetlerinden ve sosyal güvencelerden elini çekmeye, bu alanları “özel”e devrederek sermayeye yeni rant ve vurgun kapısı olarak açmaya, kamu hizmetlerini ve sosyal güvenlik haklarını satın alınan bir “meta”ya dönüştürerek ticarileştirmeye çalışması sonucu çıkmaktadır.

“İyileştirme” adı altında
sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi

Sermaye hükümetlerinin 1999 yılından bu yana aşama aşama hayata geçirmekte olduğu sosyal güvenlik reformu saldırısı; sosyal güvenlik kurumlarının “şeffaf, basit ve elde edilecek faydanın düzeyi konusunda belirsizlik yaşanmadığı bir yapıya dönüşmesi” adı altında, işçi ve emekçilerin bu sisteme sahip çıkmasını, katılımının artmasını ve bireysel emeklilik ve sağlık sigortasına geçişini planlamaktadır. Bu saldırı planı en azılı ve kararlı sermaye uşağı olduğunu ispatlayan AKP hükümeti tarafından tamamlanmak istenmektedir.

Hükümetin önümüzdeki günlerde yasalaştırmayı planladığı “Emeklilik Sigortası Sistemi ve Emeklilik Sigortaları Kurumu Kanun Taslağı” ile, yeni emekli olacakların halen %70 ile 75 arasında olan maaş bağlama oranı %65 olarak tek rakama indiriliyor. Ayrıca, emekli aylıklarının hesaplanmasında işçiler esas alınarak, “emekli aylığı asgari ücretin beş katını geçemez” kuralı getiriliyor. Emeklilik aylığından yararlanabilmek için kadınlarda 58, erkeklerde 60 yaşını doldurmuş olmak ve 25 tam yıl ya da 61 yaşını doldurup en az 5 bin 400 gün malüllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödenmesi şartı aranacak. Böylece çalışanlar arasındaki “statü” farkı en alt seviyede “eşitlenmiş” oluyor. Burjuva medyada saldırının ne kadar “eşitlikçi” olduğuna yönelik kullanılan argüman ise, “üst düzey devlet g&oml;revlilerinin maaşlarının bile 1.5 milyarı aşmayacak” olması şeklinde.

Sosyal güvenlik kurumları arasında yer alan SSK, sosyal güvenlik kapsamındaki nüfusun %56.2’sini barındırması ile önemli bir yer tutuyor. Bu nedenle bilinçli politika ve uygulamalarla zarar ettirilen SSK’nın “zarar” ettiği yalanı sermaye ve hükümet temsilcileri ile burjuva medya tarafından öne çıkarılıyor. SSK’nın zarar ettiği aldatmacası birkaç temel başlık altında toplanıyor. Bu iddialar kayıt dışı ekonomi, tahsil edilemeyen ve affa uğrayan primler, primlerde işveren payının yüksek oluşu vb. şeklinde özetlenebilir. Bu yalan perdesi bir parça aralandığında ortaya çıkan tablodan kimin sorumlu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Emeğin sınırsızca ve kuralsızca sömürülmesine olanak sağladığı için kayıt dışı ekonomiyi en fazla besleyen, büyüten ve destekleyen bizzat sermaye sınıfının kendisidir. Sermayenin çıkarlarını korumak amacıyla işbaşına gelen hükümetlerin bugüne kadarki uygulamaları, ekonomiyi kayıt altına alma iddiasının koca bir yalan olduğunu kanıtlıyor. Kayıt dışı istihdamı özendiren, koruyan, kaçak çalışmayı ve çalıştırmayı tevşik eden hükümetlerin uygulamalarına bakıldığında, bugün “SSK zarar ediyor” yalanının hiçbir inandırıcılığı olmadığı görülecektir.

Üzerine düşen payı ödemeyen ile prim borçlarına af getirilen kesimin işverenler olduğu hatırlanırsa, SSK’nın zarar etmesine gerekçe gösterilen tahsil edilemeyen prim borçları ve borçlara getirilen afların da koca bir yalan olduğu anlaşılacaktır. Karşılığı olmayan prim ödemeleri ise zarar eden kurumlar için dile getirilen bir diğer iddiadır. İşçi ve emekçilerin ücretlerinden farklı adlar altında peşinen kesilen vergiler sermaye için kaynak oluştururken sıra iş kazası, meslek hastalığı, hastalık, analık sigorta kolu ve malullük, yaşlılık, ölüm sigorta kolları adı altında hak sahiplerine geri ödemeye gelince devlete “yük” oluveriyor. Sağlık ve sosyal güvenliğe bütçeden ayrılan payın giderek kısılması ise cabası.

Yıllarca iliklerine kadar sömürdükleri işçilerin sigorta primlerinde işveren payının yüksekliği, kapitalistlerin yakındığı konular arasındadır. Buna karşı sermayenin talebi, prim ödemelerinde işveren payının düşürülmesi ve hükümetlerin özel sigorta programlarını teşvik etmesi olmuştur. AKP hükümeti de bu talebe yanıt vererek, işveren payını sıfıra indirgeyecek düzenlemelerin önünü açma ve özel sigorta sistemlerini hayata geçirme çalışmalarına hız vermiştir.

Kapitalist sistem “Bireysel emeklilik”
fonlarından kâr etme yoluna gidiyor

Dünyada özellikle emeklilik fonlarında biriken paralar borsalara aktarılmakta, borsalarda işlem gören hisse senetlerinin prim yapması ve böylece bilanço değerlerinin giderek daha da büyümesinde kullanılmaktadır. Bu da, iddia edilenin aksine, sermayenin istihdamı artırıcı yatırımlara yönelmediğini, tersine spekülatif sermayenin bu fonlardan kâr elde ettiğini göstermektedir.
Yine dünyada sosyal güvenlik kurumlarına devletin sağladığı garanti asgari düzeydedir. Yatırımcı sermayeyi daha yüksek bir koruma altına almak için ikinci ayak sisteme geçilmesi önerilmektedir. Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde ikinci ayak sisteme geçilmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bu tür fonların ekonomi üzerinde önemli bir ağırlığı vardır.

OECD ülkelerinde emekliliğin geciktirilmesi, önemli bir çözüm yolu olarak görülmektedir. Almanya ve Avustralya’da kadın çalışanların emeklilik yaşının erkeklerinkine eşitlenmesine çalışılırken, Macaristan, İtalya, Japonya ve ABD’de her iki cins için de emeklilik yaşının yükseltilmesi planlanmaktadır. Öyle ki, emeklilik sistemleri, erken emekliliği isteyenler için emekli aylığı seviyelerinde azalmalar olacak şekilde, yeniden düzenlenmektedir. Emekli aylıklarının yatırılan prime göre ödenmesi sağlanacağından, uzmanlar bu durumun emeklilik fonlarındaki baskıyı azaltacağı görüşündedir. Avustralya, Finlandiya, Almanya, İzlanda, İtalya, Hollanda, Norveç ve ABD’de bu yönde çalışmalar yapılmaktadır.

Erken emekliliği önlemek için başvurulacak diğer yollar; Almanya’nın yaptığı gibi doğrudan emekli aylığı seviyelerinde indirime gidilmesi veya Fransa ve Macaristan’da uygulandığı gibi, tam emekli aylığı alabilmek için prim sürelerinde uzatmaya gidilmesi şeklinde olmaktadır. Bazı ülkeler işgöremezlik yardımları ve işsizlik ödemelerinde de kısıtlamaya gitmektedir (Finlandiya, Almanya, Hollanda, İngiltere).

Günümüzde çok ayaklı programlar sermayeye cazip gelmektedir. Birçok ülkede (özellikle AB üyesi ülkelerde) ikinci ayak programları uygulanmaktadır. Birinci ayakta dağıtım, ikinci ayakta fon metotları uygulanmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de bu tür programlara yönelmiştir. Başta Şili olmak üzere 10 Latin Amerika ülkesinin uyguladığı özelleştirme örnekleri, değişik bir yöntem olarak dikkati çekmektedirler. Latin Amerika’daki bu uç örnekler çeşitli yönleriyle (idari maliyetlerin yüksekliği, dayanışmanın olmaması, devlet garantisinin olması gibi nedenler) sermaye uzmanları tarafından eleştirilmiştir.

Özetle tüm kapitalist dünyada, maliyetlerin kontrolü ve sosyal harcamaların sınırlandırılması için sosyal yardımların azaltılması, sosyal haklardan yararlanma şartlarının ağırlaştırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi hak gasplarına ve kısıtlamalara başvurulmaktadır.

Kapitalist krize çözüm arayışı

Türkiye’de ise, “sosyal güvenlik reformu” kapsamında iyileştirici bir uygulama olarak sunulan “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu”, 7 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sosyal hakların gaspında da emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmak için hızlı adımlar atan işbirlikçi sermaye sınıfının amacı da dünyada yaşanan örneklerinden çok farklı değildir.

Uzunca bir dönemdir burjuva medya aracılığıyla “parlatılmaya” çalışılan bireysel emeklilik sistemi kitlelere, sosyal güvenlik sisteminin alternatifi değil, tamamlayıcısı olarak yutturulmaya çalışılıyor. Hükümet ve sermaye temsilcileri sistemi “daha nitelikli ve yüksek sosyal güvenlik hizmeti sağlamak” şeklinde reklam ediyorlar. Ancak “parlatılanlara” değil hazırlıkların toplamına ve tarihsel arka planına bakıldığında, bunun nasıl bir aldatmaca olduğu hemen anlaşılacaktır.

Bireysel emeklilik sistemi çalışan-çalışmayan, genç-yaşlı, tarım-özel-kamu sektörü gözetmeden işçi sınıfı ve emekçilerin tüm bileşenlerini içine almayı hedefliyor. Sistemin Türkiye’de büyük ve önemli bir fon yaratması bekleniyor. İlk 10 yıl sonuna kadar, sistem bünyesinde toplanacak fonların büyüklüğü ile ilgili tahminler, 10-20 milyar dolar arasında değişiyor. Yabancı analistlerin tahminlerine göre, ilk 10 yıl sonunda 15 milyar, 30 yıl sonunda ise 100 milyar dolara ulaşacak.

Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan başta olmak üzere sektörde faaliyet göstermeye aday 11 sermaye kuruluşunun temsilcileri benzer söylemler kullanıyorlar:

“Bireysel emeklilik sistemi ile ekonomiye uzun vadeli kaynak sağlayarak istihdamın artırılması ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunulması mümkün olacaktır. Ülkelerin ekonomik gelişmelerine bakıldığında, fonların oluşmasına bağlı olduğu gözlemlenmektedir. Bu nedenle, emeklilik sistemi ile yaratılacak uzun vadeli fonların sürdürülebilir kalkınmaya önemli oranda katkıda bulunması, ulusal tasarruf eğiliminin artması, kamunun uzun vadeli borçlanma olanağını olumlu etkilemesi ve sermaye piyasalarının derinleşmesine katkıda bulunması beklenmektedir”.

Hazine Müsteşarlığı Özel Emeklilik Dairesi Başkanı Ali Haydar Elveren ise konuya ilişkin şu tespitlerde bulunuyor:

“Piyasalarda uzun vadeli fonların varlığı beraberinde hem kamu kesiminin hem de özel kesimin sermaye talebi yapısında değişime katkıda bulanacaktır. Böylelikle hem kamu hem de özel kesim daha uzun vadede borçlandıkça piyasalardaki faiz oranının volatilitesi azalacak, bireyler ve işletmeler ekonomik kararlarında daha uzun vadeli hareket edebileceklerdir. Özellikle, özel kesimin uzun vadeli borçlanabilmesi ve faiz oranların tahmin edilebilir olması ekonomik büyümenin ivmesini oluşturacaktır.

“Ayrıca, hem kamunun ve özel kesimin hem de bireylerin ve işletmelerin beklentilerindeki değişim, ekonominin istikrara kavuşmasına ve enflasyonla mücadelede önemli kazanımlar elde edilmesine de katkıda bulunacaktır”.

Bireysel emeklilik sistemi ve Şili deneyimi

Kullanılan argümanlara ve uygulamalara bakıldığında, Türkiye ile benzerlikler taşıyan Şili’de yaşanan deneyim bu açıdan çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Gönüllülük ve isteğe bağlı olarak gündeme getirilen bireysel emeklilik sistemi ilk başlarda polis ve askerlere eski sistemde kalma hakkı tanınıyor. İlerleyen süreçlerde bu gruplar dışında eski sistemin izi bile kalmıyor. Başlangıçta özel emeklilik sisteminin eski sisteme alternatif olarak değil, onu destekleyen bir katkı olarak getirildiği iddia ediliyor. Özellikle başlangıçta bireysel emeklilik sisteminin “performansı”nın halkın beklentilerinin oldukça üzerinde olması nedeniyle insanlar yavaş yavaş eski sistemi terketmeye zorunlu kalıyorlar. Önceleri Şilili şirketlerce yürütülen emeklilik fonları, finans piyasalarında yaşanan “aksilikler” yüzünden iflas ediyor ve çğu Amerikalı olmak üzere yabancı sermaye kuruluşları sektörü ele geçiriyor.

Şili’de 20 yılı aşkın bir süredir uygulanmakta olan özel emeklilik sistemine bakıldığında ne emekçilerin refah seviyesinde bir artış olmuştur, ne ekonomik anlamda bir kalkınma yaşanmıştır, ne de istihdam olanakları iyileşmiştir. Aksine tüm bunlar daha da kötüleşmiştir. Para ve sermaye piyasalarının varlığı sayesinde sermayenin reel ekonomiden dönemsel kaçışlar yaparak kârlılığını daha da arttırdığı, esneklik uygulamaları ile de “vur-kaç”a dayalı bir sisteme zemin yarattığı görülmektedir.

Garanti Emeklilik Genel Müdürü Erhan Tunçay’ın sistemi tanıtmak amacıyla yaptığı açıklamalarına baktığımızda, Şili deneyiminden çıkarılacak önemli dersler olduğu görülecektir: “Belki yabancı gruplarla ortaklıklar da gündeme gelebilir. Ancak şunun farkında olmalıyız ki beş yıl sonra bu sektörde 15-20 şirket olmayacak. Kaç tane kalacak bilemiyorum. Dünya örneklerinde beş yılın sonunda 6-7 şirket kalmıştır. Şu ana kadar sistemde olacağını açıklayan ya da izni alan şirketlerin bir yabancı ortaklığı girişimi duymadık. Bu, olmayacak demek değil. Siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanması ve emeklilik sisteminin oturmasını bekliyorlar”.

Ak Emeklilik Genel Müdürü Meral Ak Egemen ise şirketlerin uğrayacakları “zarara” ilişkin şu tespitlerde bulunuyor: “20 trilyon lira sermayenin tamamına yakını ilk 6 yıl içinde harcanıyor olacak. Ama hemen sonrasında şirket kâra geçecek. 7. yılın başında başa başı yakalamış olacağız. Yapılan yatırımlardan dolayı sistemdeki şirketlerin hepsi önümüzdeki 5-6 yıllık dönemde zarar edecek.”

Sosyal hak ve güvenceler özelleştiriliyor,
sermayeye yeni “kaynak” yaratılıyor!

Özelleştirme yoluyla sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, iletişim vb. sektörleri piyasaya açan hükümet, yakın dönemde iki önemli kriz atlatan işbirlikçi sermaye sınıfına yeni kaynaklar yaratmak niyetinde.

Bireysel emeklilik sistemi ile sadece işçi ve emekçilerin kazanılmış hakları gaspedilmiyor. Posası çıkarılana kadar sömürülen işçi sınıfı ve emekçi kitleler, devletin “sosyal” alandan elini çekmesiyle birlikte, sağlık, emeklilik, kaza, ölüm vb. durumlarda sağlık ve sigorta hizmetini “özel” şirketlerden satın alan “müşteri”lere dönüştürülüyor. Sermaye, “özelleştirme” yoluyla ele geçirdiği ve “piyasalaştırdığı” her hizmet ve sektörde olduğu gibi sosyal güvenlik sistemine de kendi kârını düşünerek el atmaktadır. Onu ne katılımcıların geleceği ne de sosyal güvencesi ilgilendirmektedir. Tüm kapitalist ilişkilerde olduğu gibi bireysel emeklilik sisteminde de bir çıkar ve sınıf çatışması söz konusudur. Şirketin daha çok kazanması için katıımcının (sigortalının) daha az kazanması gerekmektedir. Diğer türlü, emeklilik hakkı ve sosyal güvence sağlama amacı ve iddiası taşıyan bu şirketlerin “müşterileri”ne gelir ve refah düzeyine göre “az”dan “çok”a doğru “riskli” planlar önermesi nasıl açıklanabilir? “Müşterisi”nin çıkarını korumak ve geleceğini teminat altına almak amacıyla kurulduğunu ve faaliyet y¨rüttüğünü iddia eden bir şirket, milyonlarca katılımcısının gelecek güvencesini, az ya da çok farketmez, nasıl “riske” atmayı göze alabilir?

Bir diğer nokta da, bireysel emeklilik sisteminde sigorta primlerinde devlet ve işveren payının bulunmaması. Devletten ve işverenden alınan bu sosyal “yük”, bundan böyle artık tümüyle çalışanların sırtına bindiriliyor. Devletin iyileştirmek için bütçeden daha çok kaynak ayırması gereken sosyal güvenlik kurumları, “bireylerin emekliliğe yönelik tasarruflarının yatırıma yönlendirilmesi ile emeklilik döneminde ek bir gelir sağlanarak refah düzeylerinin yükseltilmesi” yalan ve aldatmacasıyla, özelleştiriliyor.

Özetle, bireysel emeklilik sisteminin birinci, hedefi sosyal hakların gaspını ve sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesini sağlamaktır. İkinci hedefi, emekçilerden sermayeye yeni bir kaynak aktarımı yaratmaktır. Üçüncü hedefi ise, uzun vadede sosyal güvenlik sistemine alternatif olarak, parası olanın satın alabileceği yeni bir “sosyal hak ve güvence” pazarı oluşturmaktır.

Sosyal güvenlik kurumlarının
tasfiyesine karşı sendikaların tutumu

Bugüne kadar sınıfa yönelik tüm diğer saldırılarda olduğu gibi, üç büyük konfederasyonun yönetimi, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesine karşı da üç aşağı beş yukarı benzer bir tutum sergilemektedir. DİSK ve KESK alışıldık biçimde üç maymun rolünü oynuyor. Türk-İş ise kölelik yasasında olduğu gibi sermayeyle kolkola yürümeye devam ediyor.

Türk-İş’in internet sayfasında sosyal güvenlik reformu saldırısı üzerine Türk-İş Sosyal Güvenlik Danışmanı Celal Tozan tarafından kaleme alınmış bir metin yayınlandı. 4447 sayılı kanunun Sosyal Sigorta Kanunu ile ilgili 2000 yılı uygulama sonuçlarının değerlendirildiği metin sermaye ve hükümete akıl veriyor. Metin özetle, devlete, “Senin bu yaptığın iş değil. Önce sosyal güvenlik kurumlarını ayağa kaldır, ondan sonra sermayeye devret” diyor.

Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç, daha da ileri gidiyor ve sendika yayınlarını da bir kenara bırakarak, TİSK’in çıkardığı İşveren Dergisi’nin Mayıs ‘03 tarihli sayısına benzer içerikte demeçler veriyor. Kılıç, SSK’nın etkin bir işleyişe kavuşturulması için ne yapılması gerektiği sorusuna aynen şu yanıtı veriyor:

“Sosyal sigorta sistemini içinde bulunduğu olumsuzluktan kurtararak, işlevini sürdürebilir bir yapıya kavuşturmak üzere yapılan araştırmaların tümü, iki temel sorunun çözüme kavuşturulmasının gerektiği konusunda birleşmiştir. Bunlardan biri sistemin aktüeryal dengesinin sağlanması, diğeri ise kurumun mutlaka özerk yapıya kavuşturulmasıdır”.

Röportajın geri kalan kısmında ise ülke şartları, sosyal taraflarla uzlaşma sağlanması vb. söylemler eşliğinde, o da hükümete ve sermayeye bir dizi akıl vermeyi ihmal etmiyor ve ekliyor: “Sosyal güvenlikte birleştirilmiş sistem ilk bakışta çekici gibi görünmekte ise de yukarıda belirtilen nedenlerle sosyal güvenlik kurumlarını mevcut sorunları ile birleştirmek olanaksızdır.”

İşçi ve emekçiler cephesinden özelleştirme saldırısı denilince ilk akla gelen, TEKEL, Sümerbank, POAŞ vb. işletmelerin yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi olmaktadır. Özelleştirmenin hem çalışanlar, hem de hizmeti satın alan geniş halk kesimleri için yarattığı bir dizi olumsuz sonuç deneyimlerle ispatlanmış ve tepkilere neden olmuştur. Ancak özelleştirme saldırısının sonuçları eğitim, sağlık vb. temel kamu hizmetlerinden belediyelere, sosyal güvenlik kurumlarından kamu arazilerine, sosyal haklardan doğal zenginlik kaynakların talanına kadar bir dizi alanda pratik yansımasını henüz bulmamıştır. Bu nedenle hükümetin kitleleri aldatmaya dönük kullandığı argümanlar, emekçi halk kesimleri tarafından da belli oranda kabul görmekte ve sessizlikle onaylanmaktadır.

Sermaye sınıfının giderek pervasızlaştığı, hükümetin arsızlaştığı, sendika yönetimlerinin ise saldırılara suç ortaklığı ettiği koşullarda işçi sınıfı ve emekçi kitleler saldırı yasalarının kapsam ve içeriği hakkında yeterli bilgi edinememekte, bilinç açıklığına kavuşamamaktadır. Sendika yönetimlerine duyulan güvensizlik örgütlü mücadeleye karşı inançsızlık şeklinde yansımakta, kitlelerin tepkisi tam da sistemin istediği gibi “bireysel” düzeyde kalmaktadır.

Sınıf ve kitle hareketinde yaşanan durgunluğa ve demoralizasyona rağmen işçi sınıfı ve emekçi kitleleri bilinçlendirmek, devrimci sınıf mücadelesine kazanmak ve kapitalist sömürüye karşı sosyalizm alternatifini göstermek bir kez daha sınıf devrimcilerine düşmektedir.