4 Ekim'03
Sayı: 2003 (02)


  Kızıl Bayrak'tan
  Amerikan işbirlikçilerini durduralım!
  Meclis yeni yasama döneminde iki cephede birden savaş için düğmeye bastı...
  AKP hükümeti tezkere için gün sayıyor...
  Açlık ve yoksulluk pembe yalanlarla gizlenemiyor
  İMF heyeti teftiş için geldi
  İşçilerin patronlara ve sendika bürokrasisine karşı tepkileri ve eylemleri artıyor...
  TEKEL'de özelleştirme...
  Sendikal ihanet derinleşiyor
  YÖK Yasa Tasarısı üzerinden büyüyen düzen içi dalaşma...
  Gençlik savaşı, hükümeti ve YÖK tasarısını protesto etti...
  Genç komünistlerin kampanya çalışmalarından...
  Sosyal güvenlik kurumları özelleştiriliyor, sosyal haklar metalaştırılıyor!
  Yargıtay'ın DEHAP kararı ve gösterdikleri
  Habip, Ümit ve genç bir devrimci...
  Ulucanlar şehitleri anıldı...
  "Kızıl Elma" çetesi ve yeni bir psikolojik harekat
  Irak'a saldırı gerekçelerinin yalan olduğu bir kez daha tescil edildi
  Cancun'da kim kazandı?
  Sorumlu kim, hedef kim? Yapılan ne?..
  Sınıf ve fabrika çalışması üzerine
  Tüm gövdemizle ve gücümüzle fabrikalara!
  Che Guavera!.. Devrimci enternasyonalist mücadele çağrısı!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Meclis yeni yasama döneminde iki cephede birden savaş için düğmeye bastı...

Artan sorumluluklar için daha büyük
bir enerjiyle dönemi karşılamalıyız!

Yeni yasama yılı oldukça yoğun bir gündem ve çeşitli başlıklar altında süren tartışmaların gölgesinde açıldı. Meclisin önünde en kritik kararları alma ve bu kararları uygulama görevi duruyor. 8.5 milyarlık kredi karşılığında bağlanan Irak’a asker gönderme tezkeresinin bir an önce çıkarılması, hiç kuşkusuz ki bu kararların en önemlisi. Özelleştirmelerin hızlandırılması, YÖK’ün yeniden düzenlenmesi, 2B olarak bilinen orman arazilerinin satışı ile ilgili yasal düzenlemeler, yerel yönetim yasası ve kamu personeli rejimi reform taslağının çıkarılması da hükümeti bekleyen diğer öncelikli görevler.

Emekçilere doğrudan saldırı niteliği taşıyan özelleştirmeler gibi yasal ve idari düzenlemeler ile Irak’a asker gönderme gibi yeni kararlar dışta bırakılırsa, hemen her yeni düzenleme sermayenin yeni hükümeti ile diğer asli temsilcileri (ordu, cumhurbaşkanlığı vb.) arasında gerilimlere yolaçan bir anlaşmazlık konusu.

Bu yılki meclis açılışında da mevcut tablo bu yönüyle pek değişmedi. Fakat, emperyalist saldırganlığa aktif destek vermenin eşiğindeki sermaye temsilcileri, bir kez daha sınıfsal çıkarları gereği bu mevzuları asıl gündemlerinin, asıl hedeflerinin önüne geçirmemeye özen gösterdiler. Bu tartışmaların dozunu bu kez iyi ayarlamaya çalıştılar.(*) Hatta, genel geçer uyarılarının yanında Cumhurbaşkanı hükümetin ekonomik programına övgüler de düzdü. Bu kez, bazı milletvekilleri türbanlı eşlerini düzenlenen meclis resepsiyonuna götürmelerine rağmen 23 Nisan’dakine benzer bir kriz de yaşanmadı. Belli ki, düzen bekçileri bunu çok önemsemediler. Zira, çok daha önemli bir meselede, Irak’a asker gönderme meselesinde nihayet bir anlaşma sağlanmıştı.

Yanlış anlaşılmasın, daha önceki tezkere oylaması öncesinde de bir anlaşma vardı. Bir nokta dışında. AKP, ordunun bu tezkerenin çıkmasından yana olduğunu kamuoyuna deklare etmesini, hükümete destek olduğunu açıklamasını istemiş, fakat ordu “itibarı”nı zedelememek adına bunu göze alamamış, belki de gerek duymamıştı. Son MGK toplantısında AKP bu işin görünürdeki siyasal sorumluluğunu üstüne almaya ikna olduğu için, sorun böylece çözülmüş oldu. Ve yeni yasama döneminin açılmasıyla birlikte siyasal atmosfere bu olay damgasını vurdu.

Burada dikkate değer bir başka nokta, BM kararı olmaksızın Irak’a asker göndermeye karşı olduğu izlenimi veren Cumhurbaşkanı’nın bu seferki meclis konuşmasında bu eski tutumunda ısrar etmemesi, laf olsun diye sarfettiği birkaç “hukuk, mukuk” sözcüğünün, ABD ile stratejik ortaklık, siyasal-iktisadi çıkar birliği ve köklü güven ilişkilerine atfedilen önemin gölgesinde iyice silikleşmesiydi. Cumhurbaşkanı Sezer, böyle bir tezkerenin çıkartılması sorumluluğunu meclise, yani AKP’ye havale ederek hükümete, “sorumluluğunun gereğini yap” demeye getirdi.

Kuşkusuz ki bundan daha da önemlisi, meclis resepsiyonunda ordu temsilcilerinin kargaları bile güldürecek türden açıklamalarıydı. Komutanların en büyüğü (Orgeneral Hilmi Özkök) 8.5 milyar dolarlık kredinin Güney Kürdistan’a girmeme şartına bağlı olduğunu bilmediğini, herhangi bir metinde böyle bir şey okumadığını ve böyle bir şeyi herhangi bir yerden duymadığını söyledi! Özkök, hiç değilse bir haftadır bu anlaşmanın aslını yayınlayan gazetelere, bu yöndeki haberlere bir göz atarak haberdar olabilirdi.

Açıktır ki, kölece ilişkileri reddedemeyenler kör ve sağırı oynayarak, olmayan onurlarını koruduklarını düşünüyorlar. Nitekim, durumdan haberdar olan, en azından gazeteleri okuduğu anlaşılan bir başkası (KKK Aytaç Yalman), bir başka ibret verici tutumla çıkabiliyor kamuoyunun karşısına. Diyor ki, “bu yönde haber yayınlayan gazetelerden, bu yöndeki haberlerden (yani, kredinin asker gönderme koşuluna bağlanması haberleri) rahatsızım”.

Şimdi, herşey bu kadar ayan beyanken, kredinin İMF’nin değil, Pentagon ve Savunma Bakanlığı’nın verdiği talimatlarla gerçekleştiği reddedilemezken, bu ülkenin herşeyden ve herkesten en önce haberdar olan Ordu’nun başı “duymadım, görmedim, bilmiyorum” diyor. İkinci adamı ise, olayın kendisini yadsıyamıyor, buna karşı çıkma cesareti gösteremiyor, fakat bunun haber konusu yapılmasından yani duyulmasından rahatsızlık duyuyor.

Kör ve sağırı oynayanlar, bu onursuzluk karşısında halkın susmasını, Amerikancı köleliğe boyun eğilmesini istiyorlar. Dün işgale katılmayı ve emperyalizme köleliği uluslararası meşruiyet kılıfında kabul etmeye hazır olanlar, bugün üç kuruş kredi karşılığında dünkü sözde iddialarını da geri çekebiliyorlar. Bir kez daha çıkarları için ilkelerini çiğniyor, tükürdüklerini büyük bir şehvetle yalıyorlar.

Ama bu baylar bir şeyi unutuyorlar. Bu mesele, onlar istediği için görülmeyecek-önemsenmeyecek kadar ufak, onların iç çıkar kavgalarına konu ettikleri meseleler kadar basit değil. Ve üstelik, bu halkın ezici bir çoğunluğu, bu konuda kararını çoktan verdi. Türkiye ve dünyanın ezilen halkları, tereddütsüz biçimde, hiçbir maddi çıkarla değişmeyecekleri bir tutum takındılar; Irak halkının yanında, işgale ve işgacilere karşı tutum aldılar-almaya da devam ediyorlar.

Başbakan Erdoğan, tezkereyi 10-15 gün içinde çıkaracaklarını ifade etti. Bu demektir ki, bu meclis ve bu hükümet, daha yasama yılının başında emperyalizme taşeronluk yapmayı yasal güvence altına alacak. İşgale katılmayı sağlayacak bir savaş kararıyla işe başlayacak. Bunun yanında bu hükümet, işçi ve emekçilere savaş anlamına gelen, milyonların ellerindeki kırıntıları da almayı öngören bir İMF programı uygulayacak.

Bu ikincisi, halkın ilk fırsatını bulduğunda Ecevit’in başbakanlığında kurulan üçlü hükümeti, düzenin diğer muhalif partileriyle beraber sandığa gömmesine neden olan bir programdı. (Devrimci hareketin kitlelere pratik önderlik edebilmek bir yana, çeşitli nedenlerle güçten düşmeye başladığı; tasfiyeciliğin PKK ve onların kuyruğuna takılanlar nezdinde büyük tahribatlara yolaçtığı bu aynı dönemin bir aşamasında seçimlerle ortaya çıkan bu tablo, ülkemizdeki katı sınıfsal çelişkilerin olağan sonuçlarını devrimci bir tarzda görmek ve bu çerçevede sorumluluklarına bakmak isteyenler için bulunmaz zenginlikler taşıyor. Şimdilik, bu aynı dönemin ve koşulların daha büyük imkanları yaratarak devam ettiğini belirtmekle yetinelim.)

Şimdi AKP devamını getirmeye söz verdiği İMF-TÜSİAD’ın iktisadi-sosyal yıkım programına ek olarak, bir de savaşa taşeronluk, emperyalizme paralı askerlik yapmanın faturasıyla karşı karşıyadır. Kuşkusuz ki yalnızca AKP değil, kaderini buna bağlamış olan bütün bir düzen cephesi aynı riskle, aynı tehlikeyle karşı karşıyadır. Yeni yasama döneminde meclisiyle, ordusuyla, adı var kendi yok muhalefet partileriyle, TÜSİAD’ıyla her kesim gözünü iki cephede sürdürülecek bu programa dikmiş, kaderini buna bağlamıştır. Sermaye devletinin krizi, onu bu iki savaş programını bir arada uygulamaya mahkum etmiştir. Birinden birindeki başarısızlık, diğerini de olumsuz etkileyecek ve daha ciddi krizlerin ortaya çıkmasına yol açacaktır.

Bu kez yalnızca iç dinamiklerin kontrol altında tutulması, yani iki cephede sürdürülen savaşın faturasını ödemek istemeyen işçi, emekçi hareketin bastırılması da yetmez. Uşakların kurtuluş diye sarıldığı program, Irak ve bölge halklarının, dünya halklarının savaşa boyun eğdirilmesi, yenilgiye uğratılması pahasına başarılı olacak bir programdır.

Ve bugünden iyimserlikle söyleyebiliriz ki, emperyalist haydutların ve onların işbirlikçi ayak takımının uyguladığı özü azgın sömürüye, yağmaya ve talana dayalı bu program her iki cepheden de başarısızlığa mahkumdur; başarısızlığa mahkum edilmesi düne göre daha kolaydır. En temel, en can alıcı ihtiyacın yerine getirilmesi koşuluyla: Milyonlarca işçi ve emekçinin biriktirdiği ve biriktireceği öfke, tepki ve mücadele imkanlarının en iyi biçimde değerlendirilebilmesi; önderlik misyonunun eksiksiz olarak yerine getirilmesi koşuluyla.

Bugünden, gözümüzü kitle ve sınıf hareketindeki gerilik vs. değil, bizzat önderlik ve politikadaki zaafiyetlere dikmeli, öncelikle buradaki zaafiyetleri gidermeye çok daha büyük bir enerjiyle yüklenmeliyiz. Sermayenin yeni saldırı dönemini bu sorumlulukla karşılamalı ve bunun bir ilk adımı olarak bu yasanın meclisten geçirilmesi sürecini düzene karşı büyük bir karşı saldırı ve yıpratma kampanyasına dönüştürmeliyiz.

(*) Bu vesileyle burada bazı konuların altını çizmek gerekiyor. Birincisi, meclisteki ve meclis dışındaki burjuva muhalefet partilerinin ne sermayenin programı ne de programdaki başlıklar konusunda esasta bir itirazları bulunmuyor.

İkincisi; AKP hükümeti sermayenin önüne koyduğu programdan başka, ona esastan aykırı bir program uygulamıyor. Sorunun, tartışmaların kaynağında AKP hükümetinin bu yeni düzenlemeleri ve programı kendisine yakın çıkar çevrelerine siyasal ve iktisadi rant kaynağına ve bir takım ayrıcalıklara dönüştürme kaygısı ve girişimleri var. Bu salt AKP’ye özgü bir durum da değil.

Dikkat çekilmesi gereken bir üçüncü nokta daha var: Sermayenin düzen içi çatışmaları, rant kavgalarını ve tartışmaları siyasal bir görünüm kazandırarak düzene tepkili kitleleri manipüle etmek için kullanması. Sermaye, düzene yönelik tepkileri düzen içi kutuplaşmalara yedekleyerek gemisini yüzdürmede ve böylece saldırılarını kolayca gerçekleştirmede oldukça deneyimlidir. Dinci-laik çatışması en eski ve en verimli manipülatif kutuplaşmaların başında geliyor.

Kısaca, AKP hükümetinin dinci kimliği nedeniyle bir sıkıntı kaynağı olacağı; fakat terbiye sopası sürekli kullanılarak bu sıkıntının ciddi bir yarılmaya yol açmayacak sınırlar içinde tutulacağı; asıl çatışmayı perdelemek için bu mizansenin döne döne kullanılacağı baştan belliydi. Bu oyunu bozmanın çatışmayı sınıf temelinde ve temel sınıflar ekseninde yükseltmek dışında bir seçenek yoktur.

Komünistler, 3 Kasım seçimlerinin ardından meseleyi bu açıklıkta ele aldılar.