8.5 milyara sadece gençlerimizin kanı değil,
ülkenin ve halkın geleceği de satışa çıkarılmıştır...
Amerikan işbirlikçilerini durduralım!
ABD ile imzalanan 8.5 milyar dolarlık kredi anlaşması, düzen çevrelerinde dahi tartışma konusu oldu. Bazı burjuva çevrelerden gelen kimi itirazlar, kuşkusuz, anlaşmanın asıl içeriğinden ziyade, şartlarına ilişkin küçük ayrıntılara yönelik. Kimi Kuzey Irak yasağı ile uğraşıyor, kimi PKKye karşı bir söz verilmemiş olmasıyla.
Oysa bu utanç verici anlaşma Türkiyeyi siyasal-iktisadi her açıdan ağır yükümlülükler altına sokmakta. Sürekli inkar edilen koşulların başında, ABDnin işgal politikasıyla işbirliği bulunuyor. Üstelik bu şart Irakla, dolayısıyla bu komşu ülkenin işgal süreciyle sınırlı da değil. ABD, Ortadoğu ve Asyaya yönelik daha uzun erimli saldırıları için maşalık istiyor ve bekliyor. Krediyi bu şartla açıyor.
İkinci önemli koşul, ekonomik planda İMF programının gereklerine tam olarak uyulmasıdır. Nitekim, altıncı gözden geçirme için Türkiyeye gelen İMF elemanları yaptıkları görüşmelerde Irak konusunu öne çıkarmış bulunuyorlar. MÜSİAD ve TÜSİAD ile yapılan görüşmelerin bu çerçevede geliştiği basında ayrıntılarıyla tartışılıyor.
Irakta üstlenilen rol Amerikan jandarmalığıdır
Bu tablo, ülkenin nasıl satışa çıkarıldığının açık bir göstergesi. Zaten Amerika başta olmak üzere dünyada bunu böyle görmeyen/ifadelendirmeyen de kalmadı sayılır. İlk tezkere dönemindeki pazarlıklar, at pazarlığı tabiriyle alay konusu edilmiş, hatta ABDnin ünlü zenginlerinden Soros, tezkere karşılığı ticaret anlaşması yapmaya çalışan işadamlarına, sizin en önemli ihraç kaynağınız askeriniz sözleriyle yol göstermişti. Gerçekten de; çoğu Amerikan patentiyle üretilmiş tapon mallarını Amerikaya ihraç edebilmeyi ummak, Türkiye sermayesi açısından aç tavuğun kendini tahıl ambarında hayal etmesinin ötesinde bir anlam ifade edemezdi.
Sorosdan ağızlarının payını alan taşeron kapitalistlerimiz, sonrasında, Irakın imarı hayalleri kurmaya başladılar. Asker gönderme işini Irakta iş alma şartına bağlatma gayretlerine düştüler. Bu da gözünü para hırsı bürümüş kapitalistlerin, dünya-alemin görüp anladığını anlamaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Amerikanın, en azından yakın zamanda, Irakın imarı gibi bir sorunu bulunmuyor. Daha doğrusu, dönüp bu konuyu düşünebilmesinin (kendi maddi kazancı ve çıkarları açısından dahi olsa) imkanına sahip bulunmuyor. Sömürüsünü güvencelemek için dahi olsa imar konusunu düşünebilmesi için, öncelikle, işgalini tam olarak gerçekleştirebilmesi gerekiyor. Türkiye ve bir dizi ülkeden asker talep etmesinin nedeni bu. NATOnun, Türkiyenin, daha bir diziülkenin imar bakanlıklarıyla değil, Genelkurmayıyla irtibat kurmaları, bu örgüt ve ülkelerden mühendis değil asker talep etmeleri bundan.
Hükümet ve ordu başta olmak üzere, Türk egemenlerin döne döne Irakın yeniden inşası gibi gerekçeleri öne sürüp durmaları, bu gerçekler karşısında hiçbir anlam ifade etmiyor. Gönderilecek olan askerdir. Gönderileceği yer emperyalist işgal altındaki Iraktır. Türk ordusunu Iraka çağıran işgalci Amerikadır. Buna ihtiyaç duyma nedeni de, giderek yayılan ve yükselen direniş yüzünden bir türlü işgalini tamamlayamamış olmasıdır. Hangi ülkeden giderse gitsin, Amerikanın talebiyle Iraka girecek her yabancı asker işgalcinin hizmetinde, Irak halkının katli için görev yapacaktır. Irak halkı bir yana, Amerikan kuklası sözde yöneticiler bile bunu böyle ifade etmekte ve daha fazla yabancı asker istemediklerini söyleyebilmektedirler. Irak halkı zaten, çeşitli önderlikleri aracılığıyla hangi ¨lkeden olursa olsun gelen her askere işgalci muamelesi yapacağını çoktan ilan etmiş bulunuyor.
Düzen muhalefeti anlaşmanın en vahim
yönlerini gizleme görevi üstlenmiştir
CHP başta olmak üzere düzen muhalefetinin krediye ilişkin en fazla üzerinde durdukları konu, dış politikanın taahhüt altına sokulduğu. Hiç kuşkusuz, kredinin işbirliği şartına bağlanması tam bir taahhüt altına girmektir. Ancak, bu son kredi anlaşması ülkeyi taahhüt altında bırakan ne ilk anlaşma olmuştur, ne de, ülkede Amerikan uşağı, işbirlikçi yönetimler devam ettiği sürece sonuncusu olacaktır. Üstelik sadece dış işleri değil, bu ülkenin iç işleri de uzun zamandır Amerikadan sorulmaktadır. Tartışmayı bugün bu noktada yoğunlaştıranlar, nedense işin bu yanını sürekli unutma ve unutturma hastalığına yakalanmış gibidirler.
Kredi anlaşmasıyla taahhüt altına sokulduğu ifade edilen ikinci şart, İMFye ilişkin olanıdır. Ki, bu konuda da aynı unutkanlık hastalığı nüksetmiş gibidir. Bu yönü öne çıkaranlar da, uzun yıllardır, İMF ile imzalanmış bulunan programların zaten ülke ekonomisini tümden İMFnin yönetimine (bu neredeyse bire bir Amerikanın yönetimi anlamına gelmektedir) emanet ettiğini gözardı ediyor. Bütçenin bile İMF tarafından belirlendiği, Başbakanının, İMFye söz verdim memurlara 5 kuruş fazla veremem diyebildiği bir ülkenin siyasetinde de ekonomisinde de taahhüt altına sokulmamış ne kalabilir ki?..
Ülkesini ve halkını 8.5 milyara satanların
anlayacağı tek dil korkudur
Kendi askerine, işgal edilmiş topraklarda Amerikan jandarmalığını uygun görenler, bunu da 8.5 milyarlık bir borçlanma anlaşmasıyla belgeleyebilenlerin, ülkenin şu ya da bu meselesini taahhüt altına sokmak gibi bir kaygı ve çekince duymayacakları çok açık. Hükümet nöbetini devralabilmek için, önce Pentagonun bizim oğlanlarından, ardından da Washingtondan icazet almak zorunda kalanların bugün yaptıklarından utanıp sıkılmaları beklenemez kuşkusuz. Onları dizginleyecek tek duygu korku olabilir. Yaptıklarının ve yapacaklarının ceremesini ödeme korkusu duyarlarsa, bu onlara yoğun biçimde hissettirilebilirse, ancak, bir nebze çekineceklerdir. Yaptıkları ve yapmayı taahhüt ettikleri suçlar işçi sınıfı ve emekçi halklarımıza karşı işlendiği ve işleneceği için, hesap sorması gereken de işçi sınıfı ve emekçi halklarımızdır.
Kredi anlaşmasının iki temel şartından biri olan İMF programlarına harfiyen uyulması, işçi ve emekçi kitleler cephesinde sömürü ve soygunun daha da katmerlenmesi anlamına geliyor. Yani, bu ülke ve bu halkın, sadece Amerika için kan dökmesi değil, iliğine kadar da sömürülmesi taahhüt edilmiş oluyor bu 8.5 milyarlık kredi karşılığında.
Her pisliğin üstünü yalanla örtmek
bir burjuva klasiği haline gelmiştir
Üstelik, bir yandan böyle ağır taahhütler altına girilirken, diğer yandan, ekonominin ne kadar da düzeldiğine, işlerin ne kadar iyiye gittiğine dair yalan-dolan uydurmayı da ihmal etmiyorlar. Bu tarz Amerikanın ve tüm dünyadaki Amerikancıların, bu tarz dünya kapitalistlerinin ancak kara komedilere konu olabilecek bir klasiğine dönüşmüş durumda. Amerikanın, bir ülkeyi baştan sona yıkıntılığa çeviren, bir halkı toplu kıyımdan geçiren saldırılarına sonsuz özgürlük, Türk devletinin cezaevlerini kan gölüne çeviren operasyonlarına hayata dönüş türünden adlar koyması, bu tarzın sadece iki örneğidir.
Şimdi de, gizli anlaşmanın metni ortaya çıkarılmasına, oradaki sırların deşifre olmasına rağmen, hala, resmi ağızlardan asker gönderme şartı yok lafları eksik olmuyor. Bu anlaşma ve anlaşma gereği Iraka düzenlenecek olan seferle iyice batağa sürükledikleri ekonomi için de düzeliyor, iyiye gidiyor, gelişiyor yalanları uyduruyorlar. Tabii bu sadece devlet ve hükümet yetkililerinin açıklamalarıyla olamayacağı için, ekonomi otoriteleri(!), uzmanlar, danışmanlar vs.de tam kadro görev başında. En etkili araçları ise, her zaman olduğu gibi medya organları.
Görevimiz hesap gününü yakınlaştırmaktır
Hükümetin ve ordunun kredi anlaşması türünden taahhütlere girmesi herşeyin sonu değildir. Söz verdikleri kan bizim çocuklarımızın, gençlerimizin kanı, vaat ettikleri ödeme bizim cebimizden çıkacak ekmek paramızdır. Dolayısıyla, ancak bizler kabul eder, boyun eğersek bu taahhütleri yerine getirebileceklerdir.
Anlatımın bu kadar basite indirgenmesi, hükümet ve ordunun imzaladıkları taahhütleri bozmanın çok kolay olacağı anlamına gelmiyor. Ama hele de örgütsüz ve dağınık biçimde yapılabilecek çok fazla bir şey bulunmuyor. Amerikan uşaklarının anlayacağı tek dil korkudur derken, korkup çekinecekleri tek gücün, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlü gücü olabileceği kaydını da düşmek gerekiyor. Bugün bu derece rahat ve pervasız davranabilmeleri de, hemen tümüyle, bu kesimlerin örgütsüzlüğü, dolayısıyla da ortaya bir güç koyamamalarına dayanıyor.
Bu örgütlülüğü gerçekleştirmek, dolayısıyla bu gücü meydanlara dökmek görevi ise, her zaman olduğu gibi sınıfın ve emekçi kitlelerin öncü kesimlerine, devrimci ve komünist işçi ve emekçilere düşüyor. Görevin en kritik yönü ise zaman konusundaki kısıtlılıktır. Amerika Irakta son derece sıkışmış durumdadır. Bu nedenle de Türk devleti üzerindeki basıncı artırmakta, bir an önce karar verilmesi ve asker gönderilmesi için sıkıştırmaktadır. Eğer kısa süre içinde içerdeki muhalefetin basıncını emperyalizmin basıncından daha güçlü bir hale getiremeyecek olursak, Irak seferini durdurmak da mümkün olmayacaktır.
Tüm işçi ve emekçiler durumun vehameti ve görevin aciliyeti konusunda uyarılmalı, örgütlü mücadeleye çağrılmalıdır. Tüm devrimciler, tüm ilerici, demokrat, yurtsever işçi ve emekçiler bu görev için seferber edilmelidir.
|