04 Ağustos '01
Sayı: 20


Kızıl Bayrak'tan
Sosyal yıkım ve "sosyal patlama"

Bozacının şahidi şıracı

"Taleplerimiz karşılanıncaya kadar direnişimiz devam edecektir!..."

Tayyipçi "yeni oluşum" parlatılıyor
Açığa çıkan yalanlar
Sınıf ve kitle hareketi
"Ortak talepler etrafında birleşerek mücadele etmeliyiz"
"Saldırılara karşı mücadeleyi Hacıbektaş'ta yükseltelim"
"Yüce Türk adaleti derin devletin elinde"
Ordu ve yolsuzluk
PKK-DÇS: 2 Ağustostan günümüze...
Sınıf hareketinin sorunları
Uluslararasi politika
'96 Zindan direnişi
Ölüm Orucu Direnişi 289.gününde sürüyor
Ölüm Orucu şehidi Hatice Yürekli yoldaşın direniş günlüğünden

Basından

Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

2 Ağustos`tan günümüze...

ÖcalanÕın 2 Ağustos 1999 açıklamasının üzerinden tam iki yıl geçti. Bu karar, İmralıÕda başlatılan ideolojik ve politik tasfiyeyi askeri-stratejik ve pratik tasfiyecilikle tamamlama, topyekûn silahsızlandırmayı gerçekleştirme kararıdır. 2 Ağustos, Kürdün tarihine geçen kara bir gündür. 2 Ağustos kararı, utanç verici bir yenilgi ve mutlak teslimiyetin ilanı, kayıtsız koşulsuz kendi kendisini silahsızlandırma kararıdır.

2 Ağustos süreci, yani topyekûn teslimiyet, tasfiye ve silahsızlandırma hareketi derinleşerek devam ediyor. Her zaman vurguladığımız gibi akıl almaz yalan, demagoji ve çarpıtma kampanyaları eşliğinde... İmralı partisinin yönetenleri hepimizin gözlerinin içine baka baka yalan söylemekte, 2 Ağustos kararının `erdemlerini´ sayıp dökmektedirler. Ne kadar doğru ve yerinde bir karar olduğunu vaaz etmekte, üç yıllık gelişmelerin kendilerini doğruladığını söylemekte bir sakınca görmemektedirler.

Gerçekler çok yalın, açık ve net olmasına rağmen, Öcalan itirafları bunları belgelemesine rağmen, İmralı Partisi yönetenleri gerçeklerle ve halkla alay etmeye devam etmekte, bunu temel bir siyaset tarzı olarak uygulamaktadırlar. Gerçekler karartıldığı, çarpıtıldığı ve bu, tam anlamıyla bir bilinç, ruh ve bellek katliamı biçiminde sürdüğü için, bizim de bıkmadan usanmadan gerçekleri aydınlatmamız, bilinç, ruh ve bellek katliamının önüne geçmeye çalışmamız, kaçınılmaz ve ertelenemez bir görev olmaktadır. Kimi zaman tekrara kaçma pahasına da olsa bu görevi mutlaka başarmamız gerekmektedir. Biliyoruz ki KürdistanÕda ulusal kurtuluş mücadelesini yeniden yükseltmenin, gerçekten hakettiği bir düzeye getirmenin yolu, İmralı tasfiyeciliğini teşhir ve tecritten geçer. İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliği aşılmadan gerçeklerin yerli yerine oturması, yeni bir tarihsel yükselişin gerçekleşmesi mümkün değildir.

Unutmayalım ki, İmralı, özgür iradenin değil, odağında ABD, TC ve İsrailÕin olduğu uluslararası karşı-devrimci hareketin ve iradenin ürünüdür ve onun kesin damgasını taşır. O nedenle bugün İmralıÕya karşı net ve ikirciksiz bir tavır almadan devrimci yurtseverlik iddiasında bulunmak, bilinçli bir duruş değilse eğer, kendi kendini kötü bir biçimde kandırmaktan başka bir şey değildir.

Bilinir, savaşını temel yasası, düşman tarafa zorla boyun eğdirmek, kendi iradesini kabul ettirmektir. Bunun yolu düşman ordularını silahsızlandırmak, imha etmek ve böylece savaşamaz hale getirip etkisizleştirmekten geçer. Bir de bu açıdan bakıldığında İmralı savunmalarının bir devamı ve sonucu olan 2 Ağustos kararı, düşmanın, karşı-devrimci iradenin bir sonucu değilse nedir? Hiç kuşkusuz İmralı çizgisi salt askeri bir teslimiyet ve kendi kendini silahsızlandırma değil, mutlak bir teslimiyet, tersine dönüş ve tüm tarihsel değerlerimizi de kapsayan topyekûn tasfiye hareketidir.

İmralı çizgisi ve pratiğini, olağan bir değişim ve dönüşüm, herhangi bir strateji değişikliği olarak değerlendirmek, uluslararası karşı-devrimci hareketin ve Türk özel savaş gerçeğinin Kürdistan ve PKK politikalarını gözardı etmekle eş anlamlıdır. Zaten İmralı Partisi yönetenleri de bunu yapmakta, dayatılan 9 Ekim-15 Şubat iradesini değerlendirme dışı tutmaya özen göstermektedirler. Diyorlar ki, `bu strateji değişikliği Başkanımızın esaretiyle ilgili değil, ta 1988Õde dile getirilen ateşkes eğiliminin bir devamı ve sonucudur.´ Elbette ateşkes ve `siyasal çözüm´ biçiminde somutlaşan eğilim, düzen içinde kendine yer arama arayışıdır. Ancak, İmralı, herhangi bir düzene savruluş değil, bu anlamda PKKÕnin sağ ve reformist bir yorumu değil, düşman iradesinin mutlak kabulü, tarihimize, partimize, devrimimize ve halkımıza topyekûn tasfiyecilik biçiminde dayatılmasıdır.

Halkımız genelde İmralı çizgisini, özelde onun en üst düzeyde pratik uygulaması olan 2 Ağustos kendi kendini mutlak silahsızlandırma kararını, bu son üç yılın da gelişmeleri ışığında çok yönlü olarak değerlendirmeli ve sonuçlar çıkarmalıdır. Öncelikle 2 Ağustos kararı ve açıklaması hangi iradenin ürünüdür? Kürtlerin ve PKKÕnin bu kararda herhangi bir irade kırıntıları var mı? Bu karar ve açıklamanın özü ve sonuçları nedir? Bu sorular temelinde yapılacak bir sorgulama ve tartışmanın içinde bulunulan süreci önemli ölçüde aydınlatacağı kesindir. Bizim aydınlığa ve bunun için de özgür tartışmaya ihtiyacımız var.

2 Ağustos açıklamasını bir çok yönüyle değerlendirmek durumundayız. Bunun için `Uluslararası Karşı-devrim Hareketi, Teslimiyet ve Tasfiyecilik ile BİR YANILSAMANIN SONU´ adlı çalışmamızdan uzun bir aktarma yapmamız gerekiyor. Bu kitapta konumuzla ilgili şunlar yazılı:

`Öcalan, genişletilmiş MK toplantısında alınan kararları öğrenince sevindi, artık bir süredir hazırlandığı açıklamayı yapabilirdi. Yapacağı açıklama kısaydı, ama salt devrimci şiddeti, ulusal kurtuluş savaşını sona erdirmekle, PKK ve Kürt halkını silahsızlandırmakla yetinmiyordu; aynı zamanda devrimci şiddet ve ulusal kurtuluş savaşını mahkum ediyordu. Avukatları aracılığı ile ÖcalanÕın yaptığı 2 Ağustos 1999 tarihli açıklama aynen şöyledir:

ÔTürkiyeÕde çatışma ve şiddet ortamı; insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir. Ağırlıklı olarak Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet bunda temel rol oynamaktadır. Çıkmazı aşmak ve sorunların çözüm yolu, şiddete son vermeyi gerekmektedir.

Bu nedenle PKKÕnin 1 Eylül 1998Õden beri tek taraflı yürütmeye çalıştığı ateşkes sürecinden 1 Eylül 1999Õdan itibaren silahlı mücadeleye son vermeye ve güçlerini barış için sınırların dışına çekmeye çağırıyorum. Böylelikle Demokratik Çözüm yolunda yeni bir diyalog ve uzlaşma aşamasının gelişeceğine inancımı belirtiyorum.

Bununla birlikte tüm devlet ve toplumun ilgili kurum ve yetkililerini bu barış ve kardeşlik sürecinin başarısı için duyarlı ve destek olmaya, ulusal ve uluslararası hükümet ve kuruluşları da olumlu temelde yardımlaşmaya çağırıyorum.Õ (Özgür Halk, Ağustos Ô99 sayısı)

Bu konuşmada dikkat çeken salt silahlara veda edilmesi, silahlı güçlerin sınırların dışına çektirilmesi değil; yine `diyalog ve uzlaşma´ havasını veren ifadeler de değil. Elbette silahlı mücadelenin nihai olarak sona erdirilmesi ve 15 yıldır Kuzey KürdistanÕda yaratılan gerilla mevzilerinin boşaltılması çok önemli ve bu adımlar, devrimimizin ve partimizin pratik tasfiye sürecine alınması demektir. Hiç kuşkusuz atılan adımların kısa ve uzun vadeli ideolojik, politik, moral, askeri sonuçları olacaktı. Silahlı mücadeleye son verme ve gerilla mevzilerini boşaltarak topyekûn silahsızlanmanın başlama vuruşunu yapma kararı, uluslararası karşı-devrimci güçlerin, emperyalizm ve TCÕnin yıllardır istediği ve yapmaya çalıştıkları, bunun için hemen hemen bütün güçlerini seferber ettikleri temel bir konudur. 15 yıldır topyekûn özel imha savaşıyla yapamadıklarını şimdi ÖcalanÕın 2 Ağustos kararı ile başarıyorlardı. Bunu yaparlarken yıllardır tekrarladıkları bir tezleri de ÖcalanÕın ağzından doğrulatılıyordu. Şunu diyorlardı: `Terör insan hakları ve demokrasi önünde engeldir, terörün sona ermesi, erdirilmesi durumunda demokrasi gelişir!´ Öcalan da şimdi aynı şeyleri neredeyse bire bir tekrarlıyordu. `Terör´ sözcüğü yerine `şiddet´ sözcüğünü kullanıyordu.

Kısacası Öcalan devrimci ulusal kurtuluş savaşının ve gerillanın ipini çekerken, aynı zamanda onbinlerin kanlarıyla tarihimizdeki onurlu yerini alan ulusal kurtuluş savaşımızı mahkum etme cüretini de gösteriyordu. Bir de bu yönüyle kimin iradesiyle ve hangi kaygılarla hareket ettiğini kanıtlamış oluyordu. 7 Temmuz talimatında da açıklamıştı, devlete güvenmek ve devlete güven vermek ÖcalanÕın temel hareket noktasıydı. Dolayısıyla devleti ve ona güven vermeyi esas alan birinin Kürt ulusal gerçeği ve Kürdistan devrimi ile herhangi bir ilgisinin kalması mümkün mü?´ (Bir Yanılsamanın Sonu, Komal Yayınları, sf. 228-229)

Öcalan, silahlara veda kararını `teorik´ bir çerçeveye, günümüz dünyasının değerlendirmesine oturtuyor ve kendi duruşunu meşrulaştırmaya çalışıyordu. Bu noktada da yine anılan çalışmamızda bir iki alıntı yapmakta büyük bir yarar var:

`Öcalan, BKÕne gönderdiği 1 Ağustos tarihli talimatında öncelikle dünyamızın gelinen aşamada silahlı mücadeleye değil, `demokratik uzlaşma yöntemine´ karşılık verdiğini, silahlı mücadeleyi terk etmenin değişen dünyamızın bir gereği olduğunu, sorunların dilinin uzlaşma, diyalog ve anayasal evrim dili olduğunu ve şiddetten arınma eğiliminin dünya çapında gerçekleşmeye başladığını ifade ediyor.

ÔAma dünya çapında genel eğilimin bu olduğu ve klasik askeri güce dayalı mutlak zafer arama yolunun artık geçersizliğidir. En büyük askeri güce sahip devletler, ilginçtir daha çok bu yeni çözüm yöntemini kendi ülke ve rejim çıkarlarına dayalı olarak geliştiriyorlar. ABD, Avrupa Birliği başta olmak üzere insan hakları ve demokratik adımlarla kendi çıkarlarını da esas alarak dünyayı şekillendirmek istiyorlar. Bu yeni durumu kavramadan hiçbir hareket ve özellikle problem yaşayan ülkeler eski yöntemlerde ısrar ederek ancak çıkmazı derinleştiriyorlar. Sonuçta dünyanın yeni konseptiyle uyum sağlamaktan kurtulamıyorlar. Dikkat edilirse, burada büyük güçlere teslim olma değil, en pratik uzlaşma yollarını bulmak büyük önem taşıyor ve gerçekleşen bu oluyor.Õ

`Öcalan bu değerlendirmesiyle, bir yandan devrime ve devrimci savaşa inançsızlığını kesin bir dille belirtirken, bir yandan da emperyalizm hakkında yanlış bir bilinç yaymakta ve bir kez daha kimden yana hareket ettiğini kanıtlamış olmaktadır. Bütün bu çarpıtmalar ve yanlış bilinç geliştirmelerin amacı, emperyalizm ve sömürgecilik için kabus anlamına gelen silahlı devrimi, gerillayı tasfiye ve dağıtma hareketini meşrulaştırmak ve bunu başarıyla uygulamaktır.´

Gerçekler bu kadar açık ve belgeliyken hala `biz irademizle silahlı mücadeleye son verdik, ordumuz yerli yerinde duruyor. Gerektiğinde yeniden savaşırız´ iddialarının demagojiden başka bir anlamı olabilir mi?

Öcalan, topyekûn silahsızlandırma ve tasfiye hareketini teorileştirip meşrulaştırmakla yetinmiyor. Devlete güven vermekte hızını almıyor. Aynı zamanda TCÕnin özel imha savaşını, yıllardır gerçekleştirdiği katliam ve soykırım hareketlerini meşrulaştırıyor. Bu konuyla ilgi anılan kitaptan yapacağımız aktarma da şöyle:

`Öcalan, PKKÕnin devrimci savaş pratiğini bir kez daha mahkum ettikten ve bu mahkumiyetin önemini vurguladıktan sonra, devletin bastırma ve imha savaşlarını ise haklı ve meşru gören bir anlayış geliştiriyor. Bu konuda çok çarpıcı değerlendirmeleri var. Biri şöyle: ÔBu konuda ilk adımın PKK'den gelmesi doğaldır. Devlet ve ordunun hükümranlık gereği sınırlardaki varlığının meşruiyeti kadar, karşısında bir silahlı gücü ya imha edeceği, ya sınırların dışına atacağı da açıktır. Bu konuda en pratik yol daha önce önerilen uygun alanlara çekilmedir.Õ

Öcalan bu sözleriyle salt devletin imha şiddetini, katliamlarını ve soykırım hareketlerini meşru görmekle ve göstermekle kalmıyor, aynı zamanda, ülkemizdeki sömürgeci varlığını da haklı ve meşru görüyor ve gösteriyor. Bu, bir çırpıda PKK ve yıllardır verilen devrimci savaşı haksız ve gayrı-meşru göstermek değilse nedir? Gerçekten bu kimin yaklaşımıdır? Kimin yaklaşımı olabilir? Hadi diyelim ki dünya koşulları değişti, ya devletin bastırma ve imha hareketlerini meşru göstermek için insanın tam tersine dönmesinden, kendi davasına ihanet etmesinden başka hangi açıklayıcı ve ikna edici gerekçe ileri sürülebilir ki? Tasfiyecilerimizin bu gerçekliğe herhangi bir yanıtları var mı?´
Her şey çok açık, ama İmralı PartisiÕnin yönetenleri, halkımızı aldatmaya devam ediyorlar. `İki yıllık pratik bizi doğruladı´ diyorlar. Peki gerçeklik öyle mi? Bir kaç soru bile bunun böyle olmadığını göstermeye yeterlidir. Silahlı mücadele yöntemi yerine `demokratik mücadele stratejisini´

benimsediklerini kararlaştırmışlardır. Ama bu kararın üzerinde iki yıl geçmiş olmasına rağmen `yasallaşmak´ şurada kalsın, daha önce kazanılan mevzi ve olanakları da dağıtmadılar mı?

Hadi bir anlık için bile olsa varsayalım ki kendi iradeleriyle böyle bir `dönüşüm´ yaşadılar: Peki bunu neden pratikte gerçekleştiremiyorlar, neden partinin ana gövdesini `Yasal demokratik mücadele´ yöntemine göre yeniden örgütleyemiyorlar? Örgütleyemezler, çünkü, teorileştirmeye çalıştıkları `yasal demokratik mücadele´ lafı bir illüzyondur, TC gerçeğine uymuyor. Bir daha tekrarlayalım: Bu soru ve yanıtımız, özgür irade ile `dönüşüm´ varsayımı üzerine kuruludur. Yoksa gerçeklikte bir durum değerlendirmesi ve onun üzerine özgür iradeyle alınmış bir değişim ve dönüşüm kararı yoktur. Dayatılan ve işlemekte olan teslimiyet ve tasfiyedir; bu da karşı-devrimin iradesinden başka bir şey değildir.

Sorularımıza devam etmemiz gerekir. Çünkü soru, sorgulama gerçekliği bilimsel olarak açığa çıkarma ve kavramanın başlıca yoludur. Tüm bastırma ve çarpıtma kampanyalarına rağmen iç çözülme ve çürüme derinleşerek devam etmiyor mu? Ulusal kurtuluş mücadelesinin bölge ve Türküye siyasal dengelerinde herhangi bir ağırlığı kaldı mı? Dahası devlet ve düzenin yaşadığı derin krizin yarattığı nesnel devrimci olanakları değerlendirip iktidar yürüyüşünde yol almak yerine, şimdi af dilencisi olmak hangi siyasal mantık ve onurla bağdaştırılabilir? Soruları uzatmak mümkün, ancak bu kadarı yeterlidir.

Son üç yılın gelişmeleri ve pratiği 2 Ağustos mutlak teslimiyetini ve topyekûn silahsızlandırma hareketini değil, 15 Ağustos çizgisini doğrulamıştır! Düşman karşısında diz çöken ve onların iradelerini harfiyen yerine getirenlerin bizimle, halkımızla bir ilgileri yoktur. Hiç bir demagoji ve yalan bu gerçeği değiştiremez! Bunu görmek ve politik bir duruşa dönüştürmek günün acil görevidir.

1 Ağustos 2001
PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları