Tayyipçi "yeni oluşum" parlatılıyor Ayşe Aydın Kapatılan
Fazilet Partisi`nin yerine yenisi kuruldu ama, düzen bu yeni `SaadetÓe
henüz kuruluşunu tamamlamamış bulunan Tayyip`in `yeni`islam partisine
gösterdiği ilginin onda birini bile göstermedi. Özellikle medyanın yeni
oluşuma ayırdığı yer ve zaman dikkat çekici aşırılıktadır. Bir grup medya
organı `karalama`yöntemiyle, diğer bir grubu ise parlatma yöntemiyle
katılıyor kampanyaya. Fakat sonuçta her iki yöntem de aynı sonuca hizmet
ediyor; siyasal islamın bu yeni oluşumunun propagandası ve tanıtımı. Ancak hesaplayamadıkları bir gerçek var. Bu tutumları düzenin bugünkü ihtiyaçlarına denk düşmüyor. Düzen açısından ihtiyaç dinci siyasetin yok edilmesi değil fakat tam denetime alınmasıdır. Yıllardır yürürlülükte olan "tek parti/tek program" politikasında küçük de olsa bir pürüz kalmamasıdır. Gelenekçi çevrelerin bir bölümü yine siyasal islam tarafından denetlenmeye devam edilecektir. Şu farkla ki; yürüttüğü politika Ortadoğu`daki bazı islami örgütlerin kullandığı anti-emperyalist söylemlere açık olmasın. Kitlelerin emperyalist köleliğe ve sömürüye karşı tepkilerini körüklemesin. Tersine, etkisindeki kitleleri asıl bu konuda, emperyalizme tam teslimiyete boyun eğdirme konusunda denetleyebilsin. Pek çok ordu şakşakcısı kalemin bugün Tayyip reklamcılığına soyunmasının nedeni, Tayyip ve ekibinin siyasal islama biçilen bu yeni rolü üstlenebilecekleri konusunda ilgili çevrelere verdikleri güveni görmüş olmaları, ya da bu reklam programında kendilerine `övgücü`rolünün biçilmiş olmasıdır ki, ikisi de sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır. Türkiye`de düzenin "dini siyasete alet etme" süreçleri üzerine komünist basında fazlasıyla değerlendirme yayımlandı. Özellikle siyasal islamın nasıl terbiye edilmeye çalışıldığı, bu aynı terbiye işleminin toplumun diğer bir kesimini laiklik/ilericilik adına nasıl düzene yedeklenmek istendiği defalarca işlendi. Bu açıdan Kızıl Bayrak okurları için bu cephede yaşanmakta olan bugünkü gelişmeler bir sürpriz oluşturmuyor. Ancak, Tayyip ve takımının içerde ve dışarda doğrudan temaslar vasıtasıyla yürüttüğü icazet turlarının ortaya çıkardığı tabloyu bir kez daha sergilemekte yarar var. İçerde, "kayıtsız şartsız hakimiyet" sahibi ordunun tarikat liderleriyle görüşmeleri, dışarıda Tayyip`in ABD ve Avrupa`da gerçekleştirdiği temaslar vd., sonuçta düzene, yeterli olgunluğa ulaşıldığı izlenimini vermiş olmalı ki, ilgili hukuk hızla oluşturuldu. İçerde burjuva adaletin her zamanki çifte standardı işletilerek Tayyip üzerindeki siyaset yasağı kaldırıldı. Dışarıda yine aynı düzenin aynı çifte standardı ile Refah (ve Erbakan) üzerindeki yasak onaylandı. İslamci siyasetin terbiyeli takımının yolu elbirliği ile düzlendi. Ardardına uyguladığı İMF-TÜSİAD programlarının ve krizlerin yıkıntısı altında ezilmesi kaçınılmaz görünen işbaşındaki koalisyon hükümetine fazlaca bir ömür biçmek mümkün olmadığına göre, `yeni oluşumlarÓın önünü açmak, düzen açısından kaçınılmaz hale gelmişti çünkü. Görüldüğü gibi düzen varlığını (yani sömürü ve zulmünü) sürdürebilmek için her yolu, her imkanı değerlendirmektedir. Ancak yine görüleceği gibi bütün bu önlemler düzene uzun vadeli soluk aldırabilecek imkanlar sunmaktan uzaktır. Yıkım programları ve uygulayıcılarının uşaklıkta aldığı mesafe, işçi ve emekçi kitleleri bu düşkünlüğün temsilcisi konumundaki geleneksel partilerden ve tek tipleşen politikalarından her geçen gün biraz daha uzaklaştırmaktadır. Bu kesimlerin sürmekte olan suskunluğunun yanıltıcılığına kapılmamak, düzene ve yeni çıkış arayışlarına karşı, gerçek alternatif oluşturacak bir sınıf politikası ile kitlelere ulaşma görevine her zamankinden fazla sarılmak gerekir.
Katliamcı bakan Türk ile Pişkinsüt polemiği... İşkenceci devlet savunmada Faşist koalisyonun zindan, işkence ve katliamlardan sorumlu bakanı H.Sami Türk'ün yeni hedefinde kendi partisinden bir milletvekili var; Sema Pişkinsüt... İkisi arasında günlerdir süregiden söz düellosu, gelinen aşamada, Türk'ün Pişkinsüt`e yönelik bir saldırısı olmaktan çıkmış, devlet adına işkencenin savunulmasına dönüşmüştür. İşkenceci devletin tüm icraatı işkenceyi kurumlaştırma/işkenceciyi koruma yönünde olmakla birlikte, bu, bugüne dek bir takım örtüler altında yürütülmeye çalışılıyordu. Şimdiki tartışma bu örtüleri sıyırmış oldu. Pişkinsüt sayesinde ve H.Sami Türk şahsında, devlet işkenceyi açıktan savunmak durumuna düştü. Aslında Pişkinsüt'ün başına gelenlerin tek müsebbibi tartışma konusu işkence raporu da değil. Onun zaten hükmü verilmiş, infazı uygulanmıştı. Pişkinsüt`ün kendisi için de beklenmedik bir gelişme olan aynı komisyon görevine yeniden seçilememe bunun ifadesi olmuştu. Ancak sonraki gelişmeler onun bu cezadan gereken dersi almadığını gösterdi. Gerçi genelde adli mahkumlarla yapılmış görüşmelerin tutanaklarından oluşan bir raporu, kaldırıldığı rafın tozları arasında unutturmak o kadar da zor olmayacaktı. Ne var ki Pişkinsüt bununla da yetinmedi, tutup `hayata dönüş`katliamı hakkında da ağzını açtı. Tüm bunların üstüne tutup bir de DSP Kongresi`nde Ecevit`e rakip çıkması herhalde bardağı taşıran son damla oldu. Kimi uygulamalarından dolayı devleti eleştirmek neyse de (!), karı-koca Ecevitlere muhalefet gerçekten olacak iş değildi. Ne Ecevitler ve ne de DSP buna izin verebilirdi. Ancak infazın devlet eliyle gerçekleştirilebilmesi için `devlet aleyhine`işlenmiş bir suça ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı da ünlü işkence raporu karşıladı. Kokuşmuş düzenin yargısı derhal göreve çağrıldı, elbette tepesindeki katliamcı bakanı ile birlikte. Kokuşmuş yargının savcısı fezleke hazırlarken, bakanı da gerekçeleri açıklamaya başladı. Sami Türk`e göre Pişkinsüt `terör örgütü mensuplari`gibi konuşuyordu. Türk'ün o varla yok arası beyni, bir milletvekilinin nasıl olup da devleti eleştirebileceğini bir türlü algılayamıyordu anlaşılan. Tıpkı `devletin doktoruÓnun Ölüm Orucu`nu desteklemesini algılayamaması, tutup `terör örgütleriÓni desteklemekten yargılamaya ve cezalandırmaya kalkması gibi... Fakat ayrıntıyı oluşturan kimi `kişisel`düşmanlıklara bakıp işin özünü kaybetmemek de gerekir. Ecevit'in kindarlığı ile Sami Türk'ün ürkütücü soğukluğu/duygusuzluğu elbette biliniyor. Pişkinsüt olayında bunların da kısmen payı olabilir. Fakat asıl sorun bundan, kişisel olandan öteyedir. Bu ikilinin ortak özelliği, sermaye sınıfına ve düzenine sınırsız ve kusursuz hizmet etmesidir. Burada belirleyici olan da budur. İşkenceyi savunan da, Pişkinsüt`e yargısız infaz hazırlayan da onların şahsında devlettir. Pişkinsüt'ün başkanı olduğu meclis komisyonu çalışmasi döneminde görüp de bir türlü inanmak istemediği gerçek, işkencenin temel bir devlet gerçeği/politikası olmasıdır. Türkiye`de işkence üç-beş `hasta`görevlinin önlenebilir münferit uygulaması değil, kuralı, eğitimi, aleti ile benimsenmiş ve yerleştirilmiş değişmez bir sorgu yöntemidir. Üstelik tüm cumhuriyet dönemi boyunca da bu böyle olmuştur. Bilinen tüm işkence davalarında burjuva yargının ısrarcı aklama tutumunun altında yatan da, tek tek yargıçların kişisel tutumlarının ötesinde, devletin kendini ve bu yerleşik geleneğini savunma/koruma/sürdürme ihtiyacı ve tutumudur. A. A. |
|||||