04 Ağustos '01
Sayı: 20


Kızıl Bayrak'tan
Sosyal yıkım ve "sosyal patlama"

Bozacının şahidi şıracı

"Taleplerimiz karşılanıncaya kadar direnişimiz devam edecektir!..."

Tayyipçi "yeni oluşum" parlatılıyor
Açığa çıkan yalanlar
Sınıf ve kitle hareketi
"Ortak talepler etrafında birleşerek mücadele etmeliyiz"
"Saldırılara karşı mücadeleyi Hacıbektaş'ta yükseltelim"
"Yüce Türk adaleti derin devletin elinde"
Ordu ve yolsuzluk
PKK-DÇS: 2 Ağustostan günümüze...
Sınıf hareketinin sorunları
Uluslararasi politika
'96 Zindan direnişi
Ölüm Orucu Direnişi 289.gününde sürüyor
Ölüm Orucu şehidi Hatice Yürekli yoldaşın direniş günlüğünden

Basından

Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Mezarda emeklilik saldırısı...

Açığa çıkan yalanlar

`Sosyal Güvenlik Reformu adına yapılan düzenlemeler, ilk yılda hedeflenenin aksine sonuç ortaya koymuştur. İşsizlik en düşük seviyeye ulaşmasına rağmen, sigortalı sayısında oluşan düşüş bunu doğrulamaktadır.Ó

Yukarıdaki satırlar Türk-İş`in bu hafta yayınladığı bir araştırmada yeralıyor. Sözü edilen ise, 1999 yılı Eylül ayında yangından mal kaçırırcasına meclisten geçirilen 4447 sayılı Sosyal Güvenlik Yasası. Yani mezarda emeklilik yasası.

Türk-İş araştırmasında deniliyor ki, mezarda emeklilik yasası sigortalı sayısını düşürmüş ve kaçak çalışmayı arttırmıştır. Ve araştırma bunu rakamlarla ortaya koyuyor: `Türkiye`de bu yasa uygulanmaya başlayalı beri sigortalı sayısı 6 milyon 181 binden 5 milyon 805 bine gerilemiştir.Ó
Bu araştırmayı alıp Türk-İş`in başındaki hain takımının suratına çarpmak gerekir. Zira bu eksikli araştırma bile `mezarda emeklilikÓ
saldırısıyla ilgili birçok gerçeği gözler önüne sermektedir.

Bunlardan birincisi, sermaye sözcülerinin ve Türk-İş`in başındaki hainlerin ne kadar yalancı olduğudur. Bu yasa sermayenin sözcüleri tarafından o zamanlar büyük bir reform olarak sunuldu. Yalancılıkta sınır tanımayanlar yasayı işçi ve emekçilere kabul ettirmek için olmadık yalanlara sarıldılar. Güya yasa çıkınca sosyal güvenlik alanındaki karmaşa ortadan kalkacak, çalışanların çoğu sendikalı olacak, kayıt dışı çalışma sona erecek, sosyal güvenlik kurumlarının gelirleri artacağı için de sigortalılara daha kaliteli hizmet sunulacaktı.

Bugün araştırmalar yaptıran ve yasanın tersine sonuç verdiğini söyleme ikiyüzlülüğünü gösteren Türk-İş`in başındaki hainler ise, o zamanlar sermayenin işini kolaylaştırmak, işçi ve emekçilerin mücadelesini yatıştırmak, eylemlerin içini boşaltmak için ne gerekiyorsa yapıyorlardı. Sınıfın mücadelesini örgütlemekle uğraşacaklarına, sonu gelmez yaş ve prim günü tartışmaları üzerinden uzlaşma arayışına girdiler. Hatta emeklilik yaşının yükseltilmesinin sosyal güvenlik reformunun bir ilk adımı olduğu, bunun ardından iş güvencesi yasasının geleceği yalanının propagandasını sermayenin sözcülerine bile bırakmadılar. İşçi sınıfından yana görünüp sermayenin dediklerinin olması için çalıştılar.

Türk-İş araştırması aynı zamanda şunu da ortaya koyuyor. Başta sınıf devrimcileri olmak üzere zamanında sınıfın gerçek çıkarlarından yana tavır koyanların, yasaya karşı çıkanların söyledikleri tümüyle doğruydu. Bu yasa bir reform değil, gerçekte sınıfın elindeki hakların gaspını amaçlayan saldırıların bir parçasıydı ve ancak birleşik, militan bir mücadele ile engellenebilirdi. Zaten işçi ve emekçilerin çoğu da bunun böyle olduğunu o zamandan biliyordu. O nedenle 1999 yılının ilk yarısında yaygın ve kitlesel eylemler yapılmış, `mezarda emeklilik`saldırısına karşı nispeten güçlü bir tepki ortaya çıkmaya başlamıştı. Fakat bunun sonu getirilemedi.

17 Ağustos depremi, kıpırdanmaya başlayan sınıf ve kitle hareketini bıçak gibi kesti. Bunun böyle olması normaldi. Çünkü göçük altında kalanlar işçilerdi, emekçilerdi. Tüm dikkat ve enerji yaraların sarılmasına verilmişti.

İhanetçi sendika bürokratları eylemlerin bu şekilde kesilmiş olmasından son derece memnundular. Çünkü deprem nedeniyle, işçi ve emekçiler arasında hızla yayılan genel grev gündemi bir anda rafa kalkmış, bu da hainleri kara kara düşünmekten kurtarmıştı.

Eğer gerçekten sınıfın çıkarlarını savunuyor olsalar, depremin ilk etkileri ortadan kalktıktan sonra mücadeleyi kaldığı yerden örgütlemeye çalışırlar, depremden dolayı devlete karşı toplumda oluşan büyük tepkiyi de arkasına alan sınıf hareketi önemli bir ilerleme ve yaptırım gücü elde etmiş olurdu. Fakat sendikal ihanet çeteleri tam da kendilerinden bekleneni yaptılar, sermayenin çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre davrandılar. Hainler çetesinin desteğini de arkasına alan hükümet, Eylül ayında `mezarda emeklilik`yasasını meclisten geçirdi. Böylelikle sermaye sınıfa karşı yürüttüğü saldırı politikasında bir kolay başarı daha kazanmış oldu.

Aradan iki yıl geçti. O zamanlar işçi ve emekçileri `mezarda emeklilik`saldırısına karşı mücadeleye çağıran sınıf devrimcilerinin söyledikleri hala güncelliğini koruyor. Örneğin şu satırlar daha yasa çıkmadan basılıp dağıtılan bir bildiriden:

`Devlet-hükümet ve işveren elele verip işçiyi vahşi bir kıskaca alıyor. İşçiyi Ônasıl olsa emekli olamayacağım, nasıl olsa kendi paramı bana yedirmeyecekler, nasıl olsa primlerimi yağmalayacaklar, boşuna sigorta yaptırıp emeklilik primi yatıracağıma, patron ücretime üç kuruş daha eklesin` demeye mecbur hale getirmek istiyorlar. Böylelikle sigorta, sağlık, emeklilik vb. hakların kökünü kuratacaklar. Dizginsiz, kuralsız, hiçbir hak-hukuk tanımadan vahşice sömürmenin çalışma düzenini dayatacaklar."

`Sadece işçinin, memurun, emeklinin kazanılmış haklarını tasfiye etmekle kalmıyorlar. On milyonların zaten kağıt üzerinde kalan emeklilik hakkını da bütünüyle defterden siliyorlar. Hak kırıntıları tasfiye edilenler ile defterden bütünüyle silinenler hesaptan düşülünce geriye kim kalıyor? Geriye yüzünü Ôülkenin ve halkın çıkarları için fedakarlık`, Ôvatanseverlik`, Ômilliyetçilik` maskesi arkasına gizlemeye çalışan emperyalizmin işbirlikçileri kalıyor. Geriye İMF uşağı bir avuç sömürücü asalak kalıyor. İşte hükümetin ipini bunlar elinde tutuyor.

`Eğer bu yıkım saldırısı geri püskürtülmezse, bizi ve çocuklarımızı bekleyen gelecek, emeğin her türlü hakkının mezara gömüldüğü dipsiz bir yıkım ve vahşi bir sömürü düzenidir.`(Kızıl Bayrak Özel Sayı, Ağustos Ô99)

 


 

THY sözleşmesi imzalandı

Sermaye için krizlerin faturasını işçilere ödetmenin önemli araçlarından biri de kamu TİS`leri idi. Aylar süren görüşmelerden sonra hükümet ve sendikal ihanet çeteleri arasında tam da İMF`nin istediği şekilde bir çerçeve protokol imzalanmıştı.

Bu protokol kamu işçisi için önemli ölçüde ücret ve hak kaybını gündeme getiriyordu. Protokol sadece ekonomik ve sosyal hakları tırpanlamakla kalmıyor, sınıfın sendikal örgütlülüğünü ve toplu pazarlık hakkını aşındıracak hükümler de içeriyordu. Başını Bayram Meral`in çektiği sendikal ihanet çetesi, başlangıçta tabanın öfkesinden çekinip hükümete karşı kararlılık gösterisine girişti. Fakat kamu işçisinin sözleşmesine gerektiği düzeyde sahip çıkmadığını hisseder hissetmez de dönüp protokolü imzaladı.

Hava-İş yöneticileri, Türk-İş`in
satış protokolüne boyun eğdi

Protokol imzalandıktan sonra hükümetle sendikal ihanet çetesinin kurduğu oyunu bozmanın tek yolu kalmıştı. O da tek tek işkollarında yapılacak sözleşmelerde bu protokolün tanınmaması, sendikalar tarafından protokol yerine kamu işçisinin hak ve çıkarlarını esas alan sözleşmeler imzalanmasıydı. Bunu ise ancak politikalarını sınıfın gerçek çıkarlarına göre belirleyen ve bedeli ne olursa olsun bunun için mücadele edebilen, temsil ettiği sınıf kitlesinin bilinçli ve örgütlü inisiyatifinden güç alan sendikalar yapabilirdi. Tabandan kopuk, bürokratik yapıdaki sendikaların böyle bir çıkış yapması, yapsa bile bunun getireceği yükü gereğince taşıması imkansızdı.
Tersinin mümkün olmadığını Hava-İş son derece somut olarak gösterdi. Hava-İş Genel Başkanı Atilay Ayçin henüz bir ay önce `böyle bir protokolü imzalamayı sendikacı olarak kendime yakıştıramam. Hiç bir gerekçe bu protokolü imzalamayı haklı kılamaz`diye konuşuyordu.

Sözleşme Türk-İş protokolünün kopyası

Hava-İş sendikası yöneticileri, işyerine grev kararının asılacağı 2 Ağustos`ta işverenle son kez görüşmeye girdiler ve yapılan görüşme anlaşmayla sonuçlandı. THY Genel Müdürü Yusuf Bolayırlı sözleşmenin protokol çerçevesi içinde imzalandığı açıkladı.

Atilay Ayçin `bu şartlarda olabileceklerin en iyisi`diyerek bir yerde durumu kurtarmaya çalışsa da sözleşmenin içeriği Hava-İş`in önceki tutumundan nasıl da çark ettiğini göstermeye yetiyor.

Atilay Ayçin bir ay önceki açıklamasında 4 temel talepleri olduğunu söylüyordu. Taşeron firmalarla sözleşmelerin yenilenmemesi, işgüvencesi, ücretlerde yüzde 35-46 oranında artış ve son olarak da uçuş görev ve süreleriyle ilgili sorunların çözülmesi. Şimdi ise aynı Atilay Ayçin bunlardan bahsetmiyor. Alınan kimi kırıntı haklardan bahsederek `mevcut şartlarda olabileceklerin en iyisi`diyor. Böylelikle de daha bir ay önce kıyasıya eleştirip yerden yere vurduğu Türk-İş protokolü`nün `mevcut şartlarda en iyi`olduğunu kabul etmiş oluyor. Sınıfla bütünleşmeyi başaramayan ara kademe sendika bürokratlarının, kendi niyetlerinden bağımsız olarak, eninde sonunda burjuvazinin hizmetindeki ihanet çetelerinin politikalarına yedekleneceğini anlatmak için bundan daha iyi bir örnek zor bulunur.

Satışlara ve hak gasplarına karşı
çözüm mücadelede

THY sözleşmesi sürecinde yaşananlar da gösteriyor ki, sınıf yığınlarının bilinç ve örgütlülüğüne dayanmayan, onun güvenini ve özgücünü arkasına almayan bir örgütlülük sendika olarak adlandırılamaz. Böyle bir örgütlülük sınıfın çıkarlarını savunamaz.

O halde asıl görev şimdiye kadar sendikalarına gerçek anlamda sahip çıkmayan, sendikacılara duydukları tepki ve güvensizliği sendikalara sırt dönerek gösteren öncü işçilere düşmektedir. Taban örgütlenmelerini güçlendirmek, yığınların bilinç ve örgütlülüğünü arttırmak bir çok şeyin olduğu gibi sendikaları sınıfın elinde gerçek bir mücadele aracına çevirmenin de zorunlu koşuludur.