04 Ağustos '01
Sayı: 20


Kızıl Bayrak'tan
Sosyal yıkım ve "sosyal patlama"

Bozacının şahidi şıracı

"Taleplerimiz karşılanıncaya kadar direnişimiz devam edecektir!..."

Tayyipçi "yeni oluşum" parlatılıyor
Açığa çıkan yalanlar
Sınıf ve kitle hareketi
"Ortak talepler etrafında birleşerek mücadele etmeliyiz"
"Saldırılara karşı mücadeleyi Hacıbektaş'ta yükseltelim"
"Yüce Türk adaleti derin devletin elinde"
Ordu ve yolsuzluk
PKK-DÇS: 2 Ağustostan günümüze...
Sınıf hareketinin sorunları
Uluslararasi politika
'96 Zindan direnişi
Ölüm Orucu Direnişi 289.gününde sürüyor
Ölüm Orucu şehidi Hatice Yürekli yoldaşın direniş günlüğünden

Basından

Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

"Yüce Türk adaleti"
derin devletin emrinde!..

İMF-TÜSİAD yıkım programı tüm hızıyla hayata geçiriliyor. Bu saldırının tamamlayıcısı olarak azgın bir devlet terörü bu sürece eşlik ediyor. Yanısıra, AB`ye uyum süreci ve demokrasi çığırtkanlığının da yapıldığı bir süreçtir bu.
Son dönemde ise, sermaye medyasını manşetlere çıkararak `Yargıda devrim´, `Yeni Türkiye´ gibi içi boş sözlerle yansıttığı anayasa değişikliği gündemleştirildi.

İkiyüzlü söylemleri bir yana itip yaşamın gerçekliğine baktığımızda, burjuva hukukunun işlevini tüm açıklığıyla göreceğiz. Hukuku sınıflarüstü olarak gösteren yaklaşımların gerçekliği nasıl tersyüz ettiğini de. Beraberinde mahkemelerin nerede devreye girdiğine, ne tür kararlar verdiğine baktığımızda, bu açıdan çarpıcı bir tablo ile karşı karşıya kalacağız.

Her saldırının hukuksal bir
ayağı vardır

Uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları temeli üzerinde kurulu kapitalist toplumda sermayenin saldırıları kesintisizdir. Saldırıların kapsamı, niteliği farklılık gösterebilmekle beraber, sürekliliği tartışmasızdır. Bu saldırılar ekonomik, sosyal, siyasal içerikli olabileceği gibi, devrimci mücadelenin bastırılması amaçlı fiili devlet terörü de olabilir. Bunu belirleyen burjuvazinin sınıf çıkarları ve ihtiyaçlarıdır. Ancak saldırılar hangi alanda olursa olsun, hakim ve savcılar aldıkları direktifler doğrultusunda harekete geçmektedirler. Kendilerine biçilen kapitalist düzene uşaklık misyonunu oynarken, kendi yasalarını bile ayaklar altına almakta tereddüt etmemektedirler.

İşkenceci katilleri aklamak misyonu

Toplumsal çelişkilerin keskin olduğu, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uçurumun gittikçe derinleştiği Türkiye`de, kapitalist düzene karşı devrimci muhalefet güçlü bir maddi toplumsal temele sahiptir. Emperyalizme kölece bağımlı, yapısal kriz çukurunda debelenen sistem ise, buna karşı kendini sürekli tahkim etmektedir. Bu tahkimde başrolü oynayan, devletin kontra güçleridir. Bu güçler, kağıt üzerindeki burjuva yasalarını yok sayarak, CİA patentli kontr-gerilla talimatnamelerine göre hareket etmektedirler. Bunun fiili karşılığı `bin operasyon´lardır. Yani işkence, cinayet, provokasyonlar, vb.`dir. Bu kirli işler illegal yöntemlerle gerçekleştirilmekte ve `faili meçhul´ olarak kalmaktadır. Buna rağmen azımsanmayacak sayıda işkence ve cinayet da aleni bir şekilde işlenmektedir. İşte bu aşamada burjuva mahkemeler devreye girmekte ve katilleri aklayabilmek için kendi yasalarını bile bir paçavra haline getirmektedirler.

Son yıllarda tek tek ya da toplu cinayet işleyen yüzlerce polis mahkemelere çıkmıştır. İşkencecilerin ise binlercesi yargınlanmıştır. Bu davaların tümünde katiller, işkenceciler korunmuş ve elden geldiğince aklanmaya çalışılmıştır. Zorunlu durumlarda göstermelik cezalar verilmiştir. Tüm bu davalarda hakim ve savcıların işkenceci katillerle aynı zihniyete sahip oldukları defalarca kanıtlanmıştır. Bu binlerce davadan iki örnek verelim.

Son yılların en bariz toplu katliamlarından biri Gazi katliamıdır. Gazi`de kameralar önünde 17 emekçi katledilmiştir. Hedef gözeterek ateş açan katillerin boy boy fotoğrafları da yayınlanmıştır. Bu katiller hakkında açılan dava Trabzon`a taşınmıştır. Nihayet yıllar sonra sonuçlanan davada 18 katil beraat etmiştir. Sadece birine 6 yıl 8 ay, birine de 3 yıl 9 ay hapis cezası verilmiştir. Ancak Yargıtay 1. Ceza Mahkemesi mahkum olan iki polisle ilgili kararı da bozmuştur. Toplu katliamın tek tutuklu sanığı kalmıştır.

Bir diğer bariz örnek; Kurtuluş gazetesi satarken mahallenin ortasında katledilen 17 yaşındaki İrfan Ağdaş olayıdır. Mahalle halkının gözleri önünde, üstelik gündüz saatlerinde işlenen bir cinayet sözkonusudur. Bu davada da katil polisler beraat etmiştir. Türk adaleti bu cinayetin `meşru müdafa sınırları içinde´ işlendiğine karar vermiştir.

Bu ve benzeri binlerce örnek verilebilir. Ama listeyi uzatmak gereksizdir.

Savcılar kontra düzeni teşhir
edenlerin peşinde

`Hukukun üstünlüğü´ne sıkı sıkıya bağlı Türk hakim ve savcıları sadece canileri, işkencecileri, tecavüzcüleri korumakla kendilerini sınırlamıyorlar. İşkenceyi, tecavüzü, cinayetleri açığa çıkarıp teşhir edenlerin de yakasına yapışıyorlar.

Derin devletin vahşi icraatlarından biri gözaltında kaybetmektir. Katledilip cesetleri yokedilenlerin yakınları, kayıplarını aramaya başladıklarında ilk karşılaştıkları şey devletin zorbalığıdır. Ancak kayıp yakınları yıllar süren kararlı bir mücadele vermekten geri durmadılar. Bu mücadelelerinin de etkisiyle geçici de olsa kayıp olaylarında azalma olmuştur. Bu eylemlerin devleti zan altında bıraktığını tespit eden hakim ve savcılar harekete geçip kayıp yakınlarını hukuk terörüyle sindirmeye çalıştılar. Zira polis terörü yeterli olmuyordu. Soruşturma açarak katilleri bulacakları yerde, kayıp yakınlarına dava açıp tutuklamayı tercih ettiler.

İşkencenin yaygınlığı ve düzen bekçilerinin fiili sorgulama yöntemi olduğu herkes tarafından bilinir. Bununla ilgili binlerce dava açılır. Göstermelik ceza alanlar dışında, işkenceci polisler terfi ettirilir. Bu rutin bir uygulama haline gelmiştir. Ancak tıp etiğine ihanet etmeyip işkenceyi belgeleyen Adli Tıp hekimleri de çıkabilmektedir. Bu raporları verenler `yüce Türk mahkemelerinin´ işini zorlaştırdıkları için hemen haklarında soruşturmalar açılır. Adli Tıp Kurumu hekimi Şebnem Korur Fincancı işkencede ölümü belgeleyince, neredeyse tüm devlet kurumlarının gazabına uğradı. Hakkında birden fazla soruşturma açıldı.

Gözaltında cinsel taciz ve tecavüzü teşhir etmek de hukuk otoritelerinin tahammül edemeyeceği bir durumdur. Zira bu teşhir onlara göre, `devletin askeri ve emniyet kuvvetlerini tahkir ve tezyif etmek´ anlamına gelir. 10-11 Haziran 2000 tarihlerinde `Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır Kurultayı´ düzenlendi. Tertip komitesi ve konuşmacılardan 19 kişi hakkında dava açıldı. Tebliğ sunan 5 kişi hakkında ise İstanbul 5 No`lu DGM bölücülük yaptıkları iddiasıyla dava açtı. Bu kişiler Kürt illerindeki tecavüz olaylarını anlatmışlardı. Tecavüzcüler hakkında dava açmak ise savcıların ilgi alanı dışındadır.

Hücre karşıtı eylemlere ve Ölüm Orucu Direnişi`yle dayanışma eylemlerine katılanların bir kısmı da hücrelere kapatıldılar. Zira tecrit, izolasyon ve işkenceye karşı çıkmak, kontra düzenin savcılarına göre `terör örgütlerine yardım ve yataklık´ fiiline girmektedir. Aynı dönemde F tipi hücrelere karşı çıkan Tüm Yargı-Sen yöneticileri de saldırıdan paylarını aldılar. Ellerinde hiçbir delil olmadığı halde aylarca hapishanelerine kapatarak sindirmeye çalıştılar.
Devrimci tutsakları F tipi tabutluklara kapatma planına bağlı olarak, cezaevlerinde peşpeşe katliamlar ve katliam girişimleri gerçekleştirildi. Dört duvar arasına kapatılmış tutsaklar her defasında akıl almaz vahşetlere maruz kaldılar ve bu saldırılarda onlarca devrimci tutsak katledildi. Bu katliamlar devletin kendi kurumları tarafından da belgelendi. Buna rağmen hiçbir katil ya da katliam emri veren ceza almadı. Dahası Türk savcıları tesadüf eseri sağ kalanlar hakkında davalar açarak devrimcileri kendi yoldaşlarını katletmekten yargılamaya çalışıyorlar.

Devrimcilere karşı giyotin gibi
çalışan DGM`ler

Özellikle DGM`lerin temel işlevi, düzene muhalif tüm kesimlerin burjuva hukuk terörüyle etkisizleştirilmesidir. DGM`lerin verdiği mahkumiyet kararları herhangi bir delile dayanmıyor. İşkence ile alınan ifadelere ya da eğer ifade alamamışlarsa polis fezlekelerine dayanarak davalar sonuçlandırılıyor. Dolayısıyla duruşmalar bir mizansenden öte anlam taşımıyor. DGM`lerin bu amaçla kurulduğu bilindiği için ilerici devrimci çevreler tarafından gayrı-meşru sayılıyor. Ölüm Orucu Direnişi`nin taleplerinden biri de bu faşist mahkemelerin kapatılması ve aldığı kararların geçersiz sayılmasıdır.

Bu ve benzeri örnekler, kapitalist düzende hukukun kimlere hizmet ettiğinin, dahası kağıt üstündeki yasaların dahi pratikte bir değer taşımadıklarının göstergesidir. Hakim ve savcılar bizzat derin devletin emirleri doğrultusunda davalar açmakta ve bu emirlere göre davaları sonuçlandırmaktadırlar. Bu o kadar bariz yapılmaktadır ki, kitleleri aldatmak için makyaja bile ihtiyaç duyulmamaktadır.

Tüm bunlar çürüyen ve kokuşan burjuva düzenin bekası içindir. Çeteleşen, bir katliam ve cinayet örgütüne dönüşen sermaye devletinin yargı kurumları da bu çerçevede kendisine düşen rolü oynamaktadır. Kapitalist sömürü düzeninin baskı ve zulmü altında yaşayan işçi ve emekçiler için bu asalak düzeni tüm kurumlarıyla beraber tarihin çöplüğüne atmak dışında bir gelecek yoktur.