04 Temmuz'01
Sayı: 20


Kızıl Bayrak'tan
Sosyal yıkım ve "sosyal patlama"

Bozacının şahidi şıracı

"Taleplerimiz karşılanıncaya kadar direnişimiz devam edecektir!..."

Tayyipçi "yeni oluşum" parlatılıyor
Açığa çıkan yalanlar
Sınıf ve kitle hareketi
"Ortak talepler etrafında birleşerek mücadele etmeliyiz"
"Saldırılara karşı mücadeleyi Hacıbektaş'ta yükseltelim"
"Yüce Türk adaleti derin devletin elinde"
Ordu ve yolsuzluk
PKK-DÇS: 2 Ağustostan günümüze...
Sınıf hareketinin sorunları
Uluslararasi politika
'96 Zindan direnişi
Ölüm Orucu Direnişi 289.gününde sürüyor
Ölüm Orucu şehidi Hatice Yürekli yoldaşın direniş günlüğünden

Basından

Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sosyal yıkım ve 'sosyal patlama'

G-8 Zirvesinde Türkiye ve Arjantin

Emperyalizmin G-8 Zirvesi'nde Türkiye ve Arjantin kapitalist dünya ekonomisinin bugün için durumu en kötü iki ülkesi ilan edilmişlerdi. Zirve sonuç bildirisinde, durumu zirvede özel olarak ele alınan bu iki ülkenin 'desteklenmeye devam edileceği' emperyalist şeflerce vurgulanmıştı. 'Devam edecek' desteğin ne anlama geldiği baştan belli olmakla birlikte zirveyi izleyen günlerin gelişmeleri bunu artık daha somut olarak da göstermektedir.

Uygulanan İMF programlarının peşpeşe iflasında durumu şu an için Türkiye'den de beter olan Arjantin'de şu günlerde uygulamaya konulan yeni sosyal yıkım programı, emekçi halk kitlelerinin büyük öfke ve tepkisiyle karşılandı. Haber ajansları Arjantin'de emekçilerin sokağa döküldüğünü, polisle büyük ve yaygın çatışmalar yaşandığını bildiriyorlar. Son aylarda MGK gündemleri üzerinden `sosyal patlama tehlikesi' tartışmalarıyla fazlasıyla içli dışlı olan Türk basınının bazı organları, Arjantin emekçilerinin sokağa taşan öfkesini `Arjantin'in sosyal patlaması gerçekleşti' yorumuyla verdi.
Haber ajansları, ABD Hazine Müsteşarı'nın ağırlaşan durumu bizzat yerinde görmek ve incelemek üzere Buenos Aires'e gittiğini de bildiriyorlar.

Emperyalizmin adamları durumu
yerinde denetliyor

G-8 Zirvesi bildirisinde durumu Arjantin ile aynı çerçevede tanımlanan Türkiye'ye de bu ara benzer ziyaretler var. Emperyalizmin temsilcileri durumu yerinde görmek, uygulanan köleleştirme ve yıkım programının tavizsizce uygulanmasını güvenceye almak üzere peşpeşe Türkiye'ye geliyorlar. Son bir haftanın gündeminde özel bir yer tutan İMF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer'den önce eski Amerikan büyükelçisi gelmiş, başta başbakan olmak üzere yetkililer ile görüşmelerde bulunmuştu.

Bir eski Amerikan büyükelçisi ancak özel misyonlara sahip ise bir ülkenin başbakanı ve üst düzey yöneticileri ile görüşebilir. ABD'nin eski Ankara görevlisinin de böyle bir özel misyonla Türkiye'ye geldiğine kuşku yok. Yapılan görüşmelerde nelerin ele alındığı, emperyalist efendilere tümüyle teslim olmuş durumdaki hükümete hangi yeni siyasal ve askeri koşulların dayatıldığını doğal olarak şu an için bilmiyoruz. Fakat 30 yıla yaklaşan bir süredir `Kıbrıs fatihi' olmanın siyasal rantına dayanmaya çalışan ve Kıbrıs'taki işgal konusunda en katı ve uzlaşmaz politikaların temsilcisi olarak tanınan başbakan, son zamanlarda bu konuda kuyruğunu fazlasıyla kıstığına ve yeniden görüşme masasına oturmak üzere kukla Denktaş yönetimine baskı yaptığına göre, emperyalizmin temsilcileriyle bu tür görüşmelerde nelerin ele alındığını tahmin etmek güç değildir.

Bataktaki ekonomi ve borç köleliği üzerinden Türkiye'yi yönetenleri kendi avuçlarına almış bulunan emperyalist efendiler, elbetteki bu fırsatı Türkiye'ye her türlü koşulu dayatmak için en iyi biçimde değerlendirmektedirler, buna kuşku yok.

Köleleştirme ve sosyal yıkım
programından taviz yok

İşin ekonomik cephesine gelince. Bu cephede işlerin nasıl gittiğini yerinde görmek işini, Arjantin'den farklı olarak, Türkiye'de hala İMF bürokratları yapıyor. İMF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer'in son Türkiye ziyareti de bu kapsamsdaydı, bu işlevi gördü.

Ziyaret öncesinde Türkiye'yi soluksuz bırakacak katılıktaki ekonomik programda bazı küçük rötuşların yapılabileceği beklentisi, ziyaretle birlikte tümüyle boşa çıktı. İMF'den anlayış bekleyenler ve bunu ziyareti önceleyen günlerde döne döne dışa vuranlar, ziyaretle birlikte kuyrukları kısıp duruma uysalca razı oldular. Görüntüyü kurtarmak için de yapılan `yararlı görüşmeler'de ikna olduklarını söylemek durumunda kaldılar.

Emperyalizmin çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda bağımlı ülkelerin ekonomilerine yön verenler, dayattıkları programlarda en ufak bir oynamayı kabul etmeyecek bir katılık ve kararlılıkla hareket ediyorlar. Türkiye'nin kapitalist ekonomisinin iflası, bu konuda Türkiye'yi yönetenlere en küçük bir inisiyatif alanı bırakmamış durumda. Mevcut programın belli uygulamaları burjuvazinin tekelci kesimleri içinde bile şikayetlere yol açabildiği halde, sonuç değişmemiş, İMF'den beklenen anlayış bulunamamıştır. İMF şefinin Türkiye ziyaretinin anlamı ve işlevi, programın `tavizsiz' olarak uygulanmasını bir kez daha vurgulamak ve Türkiye'yi yönetenler şahsında güvenceye almak olmuştur.

`Borç çevrimi' programı

İşin dikkate değer yanı, gelinen yerde artık kimsenin bu programdan bir şey beklediğini söyleyebilecek gücü kendinde bulamamasıdır. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler düne kadar hiç değilse `enflasyonun indirilmesi' yalanıyla bu programın ağır yüküne katlanmaya çağrılıyorlardı. Bugün artık bu aldatmaca da tümüyle çökmüş bulunuyor. Günübirlik yapılan zamlar böyle bir iddiayı telafuz etme olanağını bile ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Mevcut programın biricik gerçek işlevi, iç ve dış borç ödemelerini güvenceye almaktır. Bu ise, halk kitlelerinin aşırı yoksullaştırılması, emekçilerin daha geniş kesimlerinin açlığa ve işsizliğe mahkum edilmesi pahasına olabilmektedir. Yanısıra bu, devletin birikmiş zenginliklerinin yerli ve yabancı tekellerin yağmasına açılmasını gerektirmektedir. Halihazırda yapılan da budur, bunlar olmaktadır.

Elindeki kârlı kuruluşları dayatılan programlar gereğince haraç mezat emperyalist tekellere ve yerli işbirlikçilerine satmayı sürdüren devlet, şimdi elindeki büyük arsa ve arazi varlığını da satışa çıkarıyor. Halihazırda tüm vergi gelirleri zaten borç faizi ödemelerine gidiyor. Fakat bu gidişle bu işlem doğrudan yapılabilir hale gelecek. Yani devlet Osmanlı Dûyun-u Umumiyesi'nde olduğu gibi vergi gelirlerini de satışa çıkaracak, işin aslında bu vergileri toplama hakkına boğazına kadar borçlu bulunduğu emperyalist alacaklılarına devretmek zorunda kalacaktır. Gidişin buraya doğru olduğunu bir kısım düzen kalemleri bile artık açıkça söylemekten kendilerini alamıyorlar.

Düzen bekçilerinin gerçekçilği

Bu utanç ve iflas tablosu, son aylarda düzen bekçilerinin giderek daha yoğun bir biçimde neden `sosyal patlama tehlikesi'ne kafayı taktıklarını da kendiliğinden açıklamaktadır. MGK döne döne bu gündemi görüşüyor. Sosyal sorunlara sosyal çözümler üretme güç, imkan ve yeteneklerini yitirmiş bir düzenin, sözkonusu tehlikeye karşı çözümü baskı, terör ve bastırma yöntem ve önlemleri çerçevesinde aramak dışında bir seçeneği zaten yoktur. Doğrusu işlerin gerçek yürütücüleri, düzen bekçileri, bu konuda fazlasıyla gerçekçidirler. Yıllardır bu doğrultuda hazırlanıyorlardı, şimdilerde ise muhtemel halk hareketlerine karşı buna daha somut bir biçim verme çabası içindedirler.

Ülkenin başbakanı bu konuda kendisine yöneltilen soruları, `Türk halkının uysallığı'na vurgu yaparak, sürmekte olan ağır yıkımlara rağmen bu tutumun süreceğine olan inancını dile getirerek, yanıtlamaktadır. Bu açlığa, işsizliğe, hastalığa, giderek daha çok çöplükten beslenmeye mahkum edilmiş halk kitleleriyle alay etmek kadar, bir propaganda, uysalca boyun eğmeye bir telkindir de aynı zamanda. Düzenin başka bazı temsilcileri, halkın sokağa çıkmayacak kadar sağduyulu olduğunu, zira bundan en zararlı çıkacak olanın kendisi olacağını deneyimleriyle bildiğini söylemektedirler. Bu ise, bir propaganda olduğu kadar bir tehdittir de. Bu tehditi savuranlar, işçi sınıfı ve emekçilerin yaygın hak mücadelelerinin ordu ve polis barikatıyla karşılaşacağını, sıkıyönetim ve giderek açık ya da örtülü askeri rejimlere yol açacağını ima etmektedirler.

Devrimin güçleri de hazırlanmalıdırlar

Fakat sosyal sorunların ağırlaştığı, sosyal çelişkilerin keskinleştiği bir toplumsal zeminde, bu türden telkinler ve tehditler sonucu değiştirmek bir yana etkilemez bile. Sosyal sorunları ağırlaştıranların sosyal hareketliliklere ve çatışmalara kendi cephelerinden hazırlanmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Yineliyoruz, düzen bekçileri bu konuda son derece gerçekçidir ve kendi cephelerinden yaptıkları da budur zaten.

'60'lı ve `70'lı yılların devrimci yükselişleri, Türkiye çapında milyonlarca insanı yıllar boyu içine çeken sosyal hareketlilikler, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin İMF memuru başbakanın temenni ve telkin ettiği kadar `uysal' olmadığını yeterli açıklıkla göstermiştir. Unutmayalım; Türkiye'nin son 40 yılında iki devrimci yükseliş, iki faşist askeri darbe ve Kürt halkının büyük tarihsel uyanışı var. Bu tarihi olgular, bu ülkenin emekçilerinin ve ezilenlerinin hiç de iddia edildiği gibi `uysal', ağır sosyal saldırı ve yıkımları bile sabır ve tevekkülle karşılayıp sineye çekecek yapıda olmadığını yeterli açıklıkta göstermektedir. Düzen bekçilerine kendi cephelerinden gerçekçiliği aşılayan ve onları son 20 yıldır kesintisiz bir hazırlık içinde tutan da budur zaten.

Geçmiş dönemlerin en büyük zaafiyeti, devrimin örgütlü öncü güçlerinin kendi cephelerinden gerekli hazırlığa ve donanıma sahip olmamalarıydı. Bundan gerekli dersleri de çıkararak kendi cephesinden yarının sert sosyal çatışmalarına hazırlanmak bugünün devrim güçlerinin önünde en yakıcı güncel görev olarak durmaktadır.