23 Haziran'01
Sayı: 14


  Kızıl Bayrak'tan
  Meclis gece-gündüz çalışıyor!..
  Tüm devrimci tutsaklardan direnişin talepleri üzerine açıklama...
  Zorla müdahale işkencesine son
  ÖO Direnişi 247. gününde sürüyor
  Takas ihalesinin gerçek yüzü
  Kamu emekçileri hareketi
  Kapitalist kâr hırsı insanlığın geleceğini tehdit ediyor
  Düzen medyası
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/8
  Aymasan işçileri direniyor, öğreniyor, öğretiyor!
  Sınıf hareketi
  Gençlik
   Uluslararası hareket
  Ölüm Orucu ile dayanışma etkinlikleri...
  "Emek ordusu öncü müfrezesine sahip bugün"
  Antakya sebze halinde küçük ama kazanımla biten bir direniş
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/8

Güncel kriz ve programımızın acil istemleri

(Devam)
H. Fırat
(24 Mart ‘01 tarihli bir konferansın kayıtlarıdır...)

“Herkese iş, tüm çalışanlara işgüvencesi”!

Programımızın “acil istemler” bölümünden bir başka örnek: “Herkese iş, tüm çalışanlara işgüvencesi”. Bu istem, tüm emekçilere çalışma olanağı sağlanması ve bunun güvence altına alınmasını dile getiriyor.

Programımızın teorik bölümü, işsizliği kapitalizmin yapısal bir özelliği olarak tanımlar. Kapitalizmde teknik gelişme ve emeğin üretkenliğinin artması işsizlik üretir, devrevi bunalımlar işsizlik üretir, kadın ve çocuk emeği sayesinde işgücü arzının büyümesi işsizlik üretir vb. Kapitalizm altında tekniğin gelişmesi ve emek üretkenliğinin yükselmesi, refahı artırmanın ve işgününü kısaltmanın değil, fakat işçiyi daha çok sömürmenin, işsizler ordusunu daha da büyütmenin ve bunu kullanarak sınıfın çalışan kesimlerini sermayeye daha çok bağımlı hale getirmenin aracı olur. Kapitalizm aynı işi daha az işçiyle, onları daha yoğun ve daha uzun süreli çalıştırarak yaptırmak ister, zira bu onun için çok daha kârlı bir yoldur ve kapitalizmde aslolan kârdır.

Bu toplumu düşünün, insanlar çalışmak, üretici etkinlikte bulunmak istiyorlar, ama sistem onlara iş olanağı sağlamıyor. Çünkü her isteyene iş sağlamak kapitalizmin mantığına aykırı. Kapitalizm bu türden bir toplumsal sorumluluk da tanımaz, onun için her zaman aslolan kapitalist kârlılıktır. Herkese iş olanağı sağlamak ise bu temel ilkeye temelden aykırıdır. Bunun olanaklı olabilmesi için toplumsal ihtiyaçların esas alınması ve toplumsal yarar ilkesinin gözetilmesi gerekir. Bunun içinse, özel mülkiyete ve özel çıkara dayalı olan, kârı esas alan ve plansız anarşik yapısıyla üretim sürecini sık sıkı bunalımlarla noktalayan, böylece de kitlesel işsizliği devasa boyutlara çıkaran kapitalizmin aşılması gerekir. Teknolojik gelişme, aynı işi daha kısa sürede yapmayı olanaklı kılar. Kapitalizm bunu işgünü saatini düşürmenin bir imkanına çevireceğine, bir kısım işçiyi işten çıkararak daha az işçiyle aynı işi, hatta daha çok işi yapmak olarak değerlendirir. Bunlar hep kapitalizmin kâr mantığının, kâra dayalı işleyişinin sonuçları.

Geniş bir işsiz kitlenin sürekli varlığının yanısıra, kapitalizm koşullarında çalışan işçinin de işgüvencesi yoktur genellikle. “Herkese iş” isteminin “tüm çalışanları işgüvencesi” istemiyle birleştirilmesi bundandır. Kapitalizm koşullarında bu güvencenin ne denli iğreti olacağı açıktır. Ama sorun bu değildir, sorun bu istemin temeldeki haklılığıdır. İşçi sınıfı verdiği zorlu mücadelelerle işgüvencesini burjuvaziye dayatmayı başarsa bile, bu kalıcı olamaz. Burjuvazi kârlılığın ve kapitalist rekabetin gerektirdiği her durumda bunu boşa çıkarmanın bir yolunu bulur. Bunalım dönemlerinde ise, karşı saldırılarla bu güvenceyi hemen tümden ortadan kaldırır.

“7 saatlik çalışma günü, 35 saatlik çalışma haftası”!

Programımızın “Emeğin Korunması” istemlerine ayrılmış VII. bölümünde “7 saatlik çalışma günü, 35 saatlik çalışma haftası” istemi yer almaktadır. Bu istem, yanısıra aynı bölümde yer alan “Her türlü fazla mesainin yasaklanması” istemi, bir arada, “Herkese iş, bütün çalışanlara işgüvencesi” istemini tamamlamaktadırlar. Gerek uzun işgünü gerekse fazla mesailer, işçiyi aşırı çalışma içinde tüketmenin ve onu daha ağır bir biçimde sömürmenin araçları olmakla kalmazlar, işgücü talebini, demek oluyor ki iş olanağını da sınırlarlar, dolayısıyla işsizliği çoğaltırlar.

Programımızda “6 saatlik işgünü, 30 saatlik çalışma haftası” da denebilirdi. Nitekim parti programımızda, proletaryanın devrimci iktidarı altında “Derhal 6 saatlik işgünü uygulanır” denilmektedir. Ama, kapitalizm koşulları altında emeği korumayı ve işçi sınıfını mücadeleye çekmeyi amaçlayan bu istemleri, tam da bu amaca en uygun düşecek biçimde formüle etmek, özel bir önem taşır.

Kuşkusuz sorunun Türkiye’deki üretici güçlerin gelişme düzeyi ile de ilişkisi var; iş süresini kısaltma olanağı teknik gelişmeden ve emek üretkenliğinin artışından ayrı düşünülemez. Ama biz, bu istemleri formüle ederken, yalnızca iktisadi gelişmenin düzeyine bakmakla yetinemeyiz. Bizim için aslolan devrimci sınıf mücadelesinin çıkarları ve gerekleridir. Bu durumda, bu türden istemleri formüle ederken, işçilerin geniş kesimleri için ikna edici olmasını ve geniş işçi-emekçi kitleleri birleştirip mücadeleye çekebilme yeteneğinde olmasını da önemle gözetiriz.

Nitekim parti programı üzerine kongre tartışmalarında bu noktaya özellikle dikkat çekildiğini görmekteyiz. Türkiye, özellikle yaygın tekstil işkolu olmak üzere, bir sürü işkolunda daha 8 saatlik işgününün bile uygulanmadığı bir ülke. Bunun böyle olduğu bir durumda, 6 saatlik işgünü istemi, acil bir istem olarak, işçi sınıfı için anlaşılır ve dolayısıyla birleştirici olamaz. Yinelemek gerekir; burada bizim için aslolan, devrimci sınıf mücadelesini çıkarları ve gerekleridir. “7 saatlik çalışma günü, 35 saatlik çalışma haftası” istemi bu bakış açısıyla formüle edilmiştir. Bugünün Türkiye’sinde bu uygulansa mevcut işsiz sayısı önemli bir oranda azalır. Bu azalma oranını “Her türlü fazla mesainin yasaklanması” isteminin uygulanması ile birlikte de düşünmek durumundayız.

Proletarya devriminin zafere ulaştığı aşamada ise durum ve koşullar artık tümüyle farklıdır. Bu çerçevede, proletarya devriminin ilk elden alacağı ekonomik önlemler bölümünde, Parti programımız sorunu şöyle koymaktadır:

“8) Derhal 6 saatlik işgünü uygulanır. Ekonomik gelişmeye ve emek üretkenliğindeki artışa bağlı olarak bu süre giderek daha da kısaltılır. Çalışamaz durumda olan kesimler dışındaki herkes için genel çalışma yükümlülüğü uygulanır.” (s.37)

Proletarya devrimi, bütün bir yetişkin işgücünü toplumun temel ihtiyaçları ve sosyalizmin kuruluşu doğrultusunda harekete geçirecek önlemleri etkin biçimde alarak, işsizliği hızla ortadan kaldırır. Dikkat ediniz, partimizin programı, devrimci iktidar altında derhal 6 saatlik işgünü uygulanır derken, söylediklerini bununla bırakmayarak, çalışamaz durumda olan kesimlerin dışındaki herkes için “genel çalışma yükümlülüğü” getirmektedir. Çalışamaz durumda olanlar, yaşlılar, çocuklar, sakatlar, bakıma muhtaç kimselerdir. Bunların dışındaki herkes çalışmak zorundadır. Sosyalizmin başlangıç aşamasında yasadır, “çalışmayan yemez!”

Ama işte toplumun tüm yetişkin işgücünün üretici etkinlikteki bu seferberliği, işgününü kısaltmanın bir başka olanağıdır. Kapitalizmin mantığı içinde bunu anlamak mümkün değildir. Kapitalizm, üstelik teknik gelişmeye ve emek üretkenliğindeki sürekli artışa rağmen, işgününü uzun tutmaya, daha az işçiyi daha uzun süreli çalıştırmaya, böylece daha çok insanı işsiz bırakmaya eğilim duyar. Kâr ilkesi, aşırı sömürü ve kâr hırsı, kapitalist rekabet, tüm bunlar bunu gerektirir.

Emekçi kapitalizmden iş istiyor, ama işsizliği yapısal olarak üreten kapitalizm ona bu olanağı sağlamıyor. İşçi kapitalizmde işini korumak için çırpınıyor, ama buna rağmen onu kaybediyor ve işsizlik belasının bütün bir yükünü çekiyor, acılarını yaşıyor. Oysa sosyalizm buradaki ilişkiyi tümüyle tersine çevirmekte, insanları işsiz bırakmak bir yana, çalışacak durumda olan herkese genel çalışma yükümlülüğü getirmektedir. Herkes çalışmak, üretken etkinliğe katılmak zorundadır, sosyalizmde çalışmayan yemez.

Kapitalizm yoksulluk içinde kıvranan emekçiye çalışıp geçin diyor; ama ona gerekli iş olanağı sağlamadığı gibi, böyle bir yükümlülüğü üstlenmeyi reddediyor, bunu piyasaya, dolayısıyla da işgücü piyasasının olağan işleyişine aykırı buluyor. İşsizliği süreklileştiriyor, kurumlaştırıyor, dahası bir de piyasa kuralları adına meşrulaştırıyor, yedek bir sanayi ordusunun varlığını kendisi için vazgeçilmez görüyor. Sosyalizm tüm bunların ortadan kaldırılması demektir, toplum çapında planlı bir emek seferberliği demektir. Ve bu seferberlik uygulanırken kâr ilkesine değil, fakat toplumsal ihtiyaç ve çıkar esasına dayanılacaktır.

Kaynakları yutan asalak devlet aygıtı

Bugün dünya çapında yürütülen özelleştirme saldırısının temel argümanlarından biri, devlet kuruluşlarının ve kamu hizmeti olarak yerine getirilen işlerin yeterince kârlı olmadığıdır. Kamu hizmetini toplumun temel ve zaruri ihtiyaçlarına değil de kârlılığa bağlayan bu yaklaşım, kapitalizmin karakterine tutulmuş bir aynadır da. Bir kuruluşun yeterince kârlı görülmemesi, burada çalışan işçilere ve emekçilere yol verilmesinin, onların da sokağa atılarak milyonlarca işsizin perişan yaşam koşullarına mahkum edilmesinin en makul gerekçesi sayılabiliyor. Bu kapitalizmin gayri insani karakterine ve işleyişine çarpıcı bir göstergedir.

Kârlılık esassa, o zaman orduya da yatırım yapmayın, buradakilere yol verin! Ordu asalak bir kurum olarak hiçbir şey üretmediği gibi, binbir emekle üretilen kaynakları devasa boyutlarda tüketiyor yalnızca. Ama orduya yatırım yapıyorsunuz, çünkü gerçekte o da sizin için gereğinden fazla kârlı bir yatırım sayılır. Ne de olsa onunla düzeninizi koruyor, sınıf saltanatınızı sürdürüyorsunuz. Kaldı ki masraflarını emekçinin vergisinden karşılıyorsunuz. Bütçeniz askeri harcamaları karşılayamaz hale mi geliyor, vergileri çoğaltıyorsunuz, ücretleri düşürüyorsunuz, eğitimden kısıyorsunuz, sağlıktan kısıyorsunuz. Böylece düzeninize bekçilik eden ve edecek olan orduyu tepeden tırnağa donatıyorsunuz.

Dikkat edin, bu ülkede en modern, en iyi donanıma sahip kurum ordudur. Elbette böyle olacak, zira ülke kaynaklarının önemli bir bölümü düzenli olarak onun hizmetine sunuluyor. Sağlığa, eğitime, konuta, onmilyonlarca emekçinin en temel, en insani ihtiyaçlarına gelince kaynak yok diyenler, sıra orduya gelince en büyük kaynakları muntazaman sağlamaktan geri durmazlar. Okullara bilgisayar almazlar, ama bütün ordu tesislerini bilgisayarlarla donatırlar. Okullarda yabancı dil eğitimini doğru dürüst vermezler, ama bütün subaylarına İngilizce öğretmeyi temel bir iş haline getirirler. Emekçinin konut ihtiyacına zerre kadar aldırmazlar, ama bütün rütbeli askeri personele devlet kasasından gideri karşılanan askeri konutlar yapmakta duraksamazlar. Kaynak yaratmak için lojman satışları gündeme geldiğinde, ordu lojmanları kategorik olara bunun dışında tutulur, bu tartışmaya bile konu edilemez. Kaynak kıtlığından ya da yokluğundan dem vuranlar, bunu sağlamak için hep de ücretlerden ve maaşlardan keserler, eğitim ve sağlık harcamalarından kısarlar, paralı hale getirerek bu harcamaları emekçilerin sırtına yıkarlar, ama baskı ve ideoloji aygıtlarının yuttuğu devasa kaynakların sözünü bile etmezler.

İstemlerin ve dolayısıyla mücadelenin bütünlüğü

Formüle ettiğimiz bu istemler hayalci midir? Zerre kadar değil. Emekçiler mücadele ederlerse, bu istemleri kimisini daha kısa vadede, kimisini daha uzun dönem içerisinde söküp alabilirler. Şu veya bu alanda burjuvaziye geri adım attırabilirler. Nitekim mücadelelerin iyi verildiği yerlerde biz, işçilerin nispeten yüksek ücret aldığını, daha iyi çalışma koşullarına ve daha geniş sosyal haklara sahip olduğunu biliyoruz.

Örneğin lastik işkolunda işçilerin ücretleri çok yüksek diyorlar. Çünkü geçmişten beri DİSK’te örgütlenmişler, her toplusözleşmede yeni haklar dayatmasını bilmişler, hep bir ücret tabanı oluşmuş, işgüvencesini sağlama almışlar, birlik ve dayanışmaları güçlü. O zaman patron çalışanlara kolayca yol veremiyor, ya da ikide bir işçi atıp asgari ücretle yeni işçi alamıyor ve her yeni sözleşmede yükseliyor ücret. Bunu başaramayanlar ise asgari ücretle karın tokluğuna çalışmaya devam ediyorlar. Hiçbir işkolunda kapitalistler işçilere şu veya bu hakkı bahşetmiş değiller. Petrol işkolu, lastik işkolu bu ülkenin en bilinçli, geçmişte en ciddi mücadeleler vermiş işkolları.

Kriz ve ona eşlik eden sosyal yıkım programları çerçevesinde konuştuğum için, burada daha çok emekçilerin acil iktisadi ve sosyal istemlerinden söz ettim. Ama programımızın acil demokratik ve sosyal istemler bölümünde acil siyasal istemler, demokratik ve anti-emperyalist istemler de yer almaktadır. Eğer emekçiler demokratik siyasal haklar için mücadele edemezlerse, zaten iktisadi ve sosyal haklarını da alamıyorlar. Bunları birbirinden koparamazsınız. 7 saatlik işgünü istemek için sokağa çıkabilmeniz için de, aynı zamanda sokağa çıkma, toplantı ve gösteri yapma, basın ve örgütlenme gibi en temel demokratik özgürlükler için mücadele etmek durumundasınız. Bu bölümde yer alan demokratik siyasal istemler ile sosyal ve iktisadi istemlerin bütünlüğünü vurgulamak için söylüyorum bnları.

Krizlerin uluslararası karakteri ve bağımlı ülkeler ağır faturası

Bugün bütün emekçiler İMF’den, Dünya Bankası’ndan yakınıyorlar. Tüm protesto gösterilerinde en çok hedef alınan emperyalist kuruluşlar bunlar. İşçiler ve emekçiler bu emperyalist kuruluşlarla bütün bağların kesilmesini istiyorlar doğal olarak. Programımızın “Acil demokratik ve sosyal istemler” bölümünde anti-emperyalist istemler kapsamında bunlar da var. “İMF, Dünya Bankası vb. emperyalist mali kuruluşlarla kölece ilişkilere son” verilmesi istemi ileri sürülüyor burada.

Krizin bugün yarattığı sosyal ve iktisadi yıkımı, bunun karşısında emekçilerin gösterdiği tepkiyi ve dile getirdiği tüm belli belirsiz istemleri alınız, buradaki maddelerle karşılaştırınız, programımızın bu bölümünün sınıf ve emekçi kitle hareketinin güncel arayışlarına ve ihtiyaçlarına dinamik biçimde yanıt verdiğini görürsünüz. Ama parti programımızın bütün bir kapsamında ve mantığında bu aynı şey var. Programımızın kapitalizme ayrılmış teorik bölümüne bakarsanız, kapitalizmin sürekli işsizlik ürettiğini, işçi sınıfının yedek sanayi ordusu kullanılarak nasıl daha ağır bir biçimde sömürüldüğünü, kapitalizmin yol arkadaşı olan krizlerin işçi sınıfını ve tüm emekçilerin yaşamında nasıl yıkıcı etkiler yarattığını ve onları daha beterinden bir sefalete mahkum etti&curen;ini ve benzeri şeyleri bulursunuz.

Ya da “Emperyalizm ve dünya devrimi süreci” bölümünü bakarsınız, orada örneğin, güncel krizin uluslararası kaynağına da ışık tutan şöyle bir madde bulursunuz: “Emperyalizm iktisadi ve mali bunalımlara da dünya ölçüsünde bir karakter kazandırdı. Onları çok daha şiddetli ve yıkıcı hale getirdi. Sistemin hiyerarşik yapısı, bunalımların zayıf ve bağımlı ülkelere fatura edilmesini kolaylaştırdı. Böylece bağımlı ülkelerin iktisadi ve toplumsal yaşamında kronik sorunlara ve ağır yıkımlara neden oldu.” (19. madde, sf.22)

Burada sözü edilen kronik sorunlar ve ağır yıkımların neler olduğunu, Türkiye kapitalizminin yakın tarihi ve yaşamakta olduğu güncel kriz üzerinden görebilirsiniz. Bunun bağımlı ülkelere nasıl fatura edildiğinden bakalım. Türkiye ve bütün bağımlı ülkelerin son 30 yıldır yaşamakta olduğu korkunç bir borç yükü patlaması var. Dünya çapında bağımlı ülkelerin toplam borçları trilyonlarca doları buluyor. Bunların ana para tutarı gerçekte onlarca kez ödenmiş bu son 30 yılda, ama buna rağmen borçlar da durmadan katlanmış, katlanıyor. Bu bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere sürekli bir kaynak aktarımı demektir ve emperyalizmin asalak karakteri en kaba bir biçimde bu borç soygunu üzerinden kendini göstermektedir.

Bu borçların hızla büyümeye başladığı dönem, ‘70’li yılların ikinci yarısıdır. O döneme bakıyoruz, dünya kapitalizminin ikinci emperyalist savaş sonrasında uzun yıllar için yakaladığı gelişme hızını kaybettiği, durgunluğa ve bunalıma girdiği bir dönemle karşılaşıyoruz. Ne zaman ki, emperyalist metropollerde bunalım ve durgunluk başgöstermiş, sermayenin kâr oranları hızla düşmüş, kârlı yatırım alanları imkanı daralmış, bakıyorsunuz işte tam böyle bir dönemde, İMF’nin güvencesinde ve tahsildarlığında dünyanın bağımlı ülkelerine son derece elverişli kâr oranlarıyla bol miktarda borç para akıtılmış. Tefeci sermaye ihracı anlamına gelen bu borçlar, bunalımın etkisi altında kâr oranları sürekli düşen emperyalist mali sermaye için bulunmaz büyük vurgunların temeli olmuş. Bunun alacaklı emperyalist ülkeerin borçlu bağımlı ülkeleri siyasal açıdan daha da köleleştirmesine sağladığı muazzam olanaklar ise cabası.

Borcu borçla ödüyorlar diyoruz da, kuşkusuz bu borçlar sadece borcu borçla ödemek için alınmıyor. Bir dış ticaret açığınız var. 20 milyar dolar ihracat yapıyorsunuz, ama ekonominin dönmesi için gerekli ithalat ile burjuvazinin lüks tüketim ihtiyaçlarının karşılanması için (örneğin kriz dönemi olmasına rağmen şu sıralar Türkiye’de lüks oto ithalatının patladığını bildiriyor basın) 45 milyar dolar ödüyorsunuz yılda. Bu durumda geriye 25 milyar dolarlık açık çıkıyor. Bu açığın 3-5 milyar dolarını turizmden, 3-5 milyar dolarını işçi dövizlerinden karşılıyorsunuz, buna rağmen hala 12-15 milyar dolarlık bir açığınız kalıyor. Üretim çarkınızın dönebilmesi için de bu açığı kapatacak kaynağa ihtiyacınız var, işte bunun için de dış borç alıyorsunuz.

Dış borçların güvencesi devlettir, hiçbir uluslararası tekel herhangi bir yerli tekele kişisel güvenle mal ya da para olarak borç vermez. O borçları size verdiği zaman, hem buradan kârlı bir faiz vurgunu vuruyor, artı borç vermek yoluyla kendi mal fazlasının bir kısmını size ihraç etme imkanı buluyor. Diyelim ki, bol miktarda lüks oto ya da üretim girdisi alabilirsiniz, makina ya da tank alabilirsiniz; bütün bunlar emperyalist metropollerdeki o üretim fazlasını emen imkanlar oluyor. Yani emperyalist sermaye bağımlı ülkeye borç veriyor, bununla hem parası için kârlı bir faiz alanı buluyor, yüksek tefeci kârı elde ediyor, hem de o para sonuçta büyük ölçüde dış alımlarda kullanıldığı için, kendi malları için kârlı bir pazar bulmuş oluyor. Bu, emperyalist metropollerdeki meta fazlasını emdiği ölçüde buradaki bunalımı hafifleten bir etki de yapıyor. Ama sen kendi mal fazlanı kimseye satamıyorsun ya da ancak fiyatını düşürerek satabiliyorsun. Artı, sana yüksek faizlerle ve ağır koşullarla verdiği kredi senin için bir borç köleliğine dönüşüyor ve yaşanan bunalımları derinleştiren bir etken haline geliyor. Yani bağımlı ülkelerde kapitalist ekonominin kendi doğasından gelen yapısal bozuklukların yanısıra, bunalımın birde bağımlı olmaktan kaynaklanan dinamiği ve yükü var.

(Devam edecek...)