Kriz ve devrimci sınıf
çizgisi/8
Güncel kriz ve programımızın acil istemleri (Devam) Herkese iş, tüm çalışanlara işgüvencesi! Programımızın acil istemler bölümünden bir başka örnek:
Herkese iş, tüm çalışanlara işgüvencesi. Bu istem,
tüm emekçilere çalışma olanağı sağlanması ve bunun güvence altına alınmasını
dile getiriyor. Programımızın teorik bölümü, işsizliği kapitalizmin yapısal bir özelliği
olarak tanımlar. Kapitalizmde teknik gelişme ve emeğin üretkenliğinin
artması işsizlik üretir, devrevi bunalımlar işsizlik üretir, kadın ve
çocuk emeği sayesinde işgücü arzının büyümesi işsizlik üretir vb. Kapitalizm
altında tekniğin gelişmesi ve emek üretkenliğinin yükselmesi, refahı
artırmanın ve işgününü kısaltmanın değil, fakat işçiyi daha çok sömürmenin,
işsizler ordusunu daha da büyütmenin ve bunu kullanarak sınıfın çalışan
kesimlerini sermayeye daha çok bağımlı hale getirmenin aracı olur. Kapitalizm
aynı işi daha az işçiyle, onları daha yoğun ve daha uzun süreli çalıştırarak
yaptırmak ister, zira bu onun için çok daha kârlı bir yoldur ve kapitalizmde
aslolan kârdır. Bu toplumu düşünün, insanlar çalışmak, üretici etkinlikte bulunmak
istiyorlar, ama sistem onlara iş olanağı sağlamıyor. Çünkü her isteyene
iş sağlamak kapitalizmin mantığına aykırı. Kapitalizm bu türden bir
toplumsal sorumluluk da tanımaz, onun için her zaman aslolan kapitalist
kârlılıktır. Herkese iş olanağı sağlamak ise bu temel ilkeye temelden
aykırıdır. Bunun olanaklı olabilmesi için toplumsal ihtiyaçların esas
alınması ve toplumsal yarar ilkesinin gözetilmesi gerekir. Bunun içinse,
özel mülkiyete ve özel çıkara dayalı olan, kârı esas alan ve plansız
anarşik yapısıyla üretim sürecini sık sıkı bunalımlarla noktalayan,
böylece de kitlesel işsizliği devasa boyutlara çıkaran kapitalizmin
aşılması gerekir. Teknolojik gelişme, aynı işi daha kısa sürede yapmayı
olanaklı kılar. Kapitalizm bunu işgünü saatini düşürmenin bir imkanına
çevireceğine, bir kısım işçiyi işten çıkararak daha az işçiyle aynı
işi, hatta daha çok işi yapmak olarak değerlendirir. Bunlar hep kapitalizmin
kâr mantığının, kâra dayalı işleyişinin sonuçları. Geniş bir işsiz kitlenin sürekli varlığının yanısıra, kapitalizm koşullarında
çalışan işçinin de işgüvencesi yoktur genellikle. Herkese iş
isteminin tüm çalışanları işgüvencesi istemiyle birleştirilmesi
bundandır. Kapitalizm koşullarında bu güvencenin ne denli iğreti olacağı
açıktır. Ama sorun bu değildir, sorun bu istemin temeldeki haklılığıdır.
İşçi sınıfı verdiği zorlu mücadelelerle işgüvencesini burjuvaziye dayatmayı
başarsa bile, bu kalıcı olamaz. Burjuvazi kârlılığın ve kapitalist rekabetin
gerektirdiği her durumda bunu boşa çıkarmanın bir yolunu bulur. Bunalım
dönemlerinde ise, karşı saldırılarla bu güvenceyi hemen tümden ortadan
kaldırır. 7 saatlik çalışma günü, 35 saatlik çalışma haftası!
Programımızın Emeğin Korunması istemlerine ayrılmış
VII. bölümünde 7 saatlik çalışma günü, 35 saatlik çalışma haftası
istemi yer almaktadır. Bu istem, yanısıra aynı bölümde yer alan Her
türlü fazla mesainin yasaklanması istemi, bir arada, Herkese
iş, bütün çalışanlara işgüvencesi istemini tamamlamaktadırlar.
Gerek uzun işgünü gerekse fazla mesailer, işçiyi aşırı çalışma içinde
tüketmenin ve onu daha ağır bir biçimde sömürmenin araçları olmakla
kalmazlar, işgücü talebini, demek oluyor ki iş olanağını da sınırlarlar,
dolayısıyla işsizliği çoğaltırlar. Programımızda 6 saatlik işgünü, 30 saatlik çalışma haftası
da denebilirdi. Nitekim parti programımızda, proletaryanın devrimci
iktidarı altında Derhal 6 saatlik işgünü uygulanır
denilmektedir. Ama, kapitalizm koşulları altında emeği korumayı ve işçi
sınıfını mücadeleye çekmeyi amaçlayan bu istemleri, tam da bu amaca
en uygun düşecek biçimde formüle etmek, özel bir önem taşır. Kuşkusuz sorunun Türkiyedeki üretici güçlerin gelişme düzeyi
ile de ilişkisi var; iş süresini kısaltma olanağı teknik gelişmeden
ve emek üretkenliğinin artışından ayrı düşünülemez. Ama biz, bu istemleri
formüle ederken, yalnızca iktisadi gelişmenin düzeyine bakmakla yetinemeyiz.
Bizim için aslolan devrimci sınıf mücadelesinin çıkarları ve gerekleridir.
Bu durumda, bu türden istemleri formüle ederken, işçilerin geniş kesimleri
için ikna edici olmasını ve geniş işçi-emekçi kitleleri birleştirip
mücadeleye çekebilme yeteneğinde olmasını da önemle gözetiriz. Nitekim parti programı üzerine kongre tartışmalarında bu noktaya özellikle
dikkat çekildiğini görmekteyiz. Türkiye, özellikle yaygın tekstil işkolu
olmak üzere, bir sürü işkolunda daha 8 saatlik işgününün bile uygulanmadığı
bir ülke. Bunun böyle olduğu bir durumda, 6 saatlik işgünü istemi, acil
bir istem olarak, işçi sınıfı için anlaşılır ve dolayısıyla birleştirici
olamaz. Yinelemek gerekir; burada bizim için aslolan, devrimci sınıf
mücadelesini çıkarları ve gerekleridir. 7 saatlik çalışma günü,
35 saatlik çalışma haftası istemi bu bakış açısıyla formüle
edilmiştir. Bugünün Türkiyesinde bu uygulansa mevcut işsiz sayısı
önemli bir oranda azalır. Bu azalma oranını Her türlü fazla
mesainin yasaklanması isteminin uygulanması ile birlikte de
düşünmek durumundayız. Proletarya devriminin zafere ulaştığı aşamada ise durum ve koşullar
artık tümüyle farklıdır. Bu çerçevede, proletarya devriminin ilk elden
alacağı ekonomik önlemler bölümünde, Parti programımız sorunu şöyle
koymaktadır: 8) Derhal 6 saatlik işgünü uygulanır. Ekonomik gelişmeye ve
emek üretkenliğindeki artışa bağlı olarak bu süre giderek daha da kısaltılır.
Çalışamaz durumda olan kesimler dışındaki herkes için genel çalışma
yükümlülüğü uygulanır. (s.37) Proletarya devrimi, bütün bir yetişkin işgücünü toplumun temel ihtiyaçları
ve sosyalizmin kuruluşu doğrultusunda harekete geçirecek önlemleri etkin
biçimde alarak, işsizliği hızla ortadan kaldırır. Dikkat ediniz, partimizin
programı, devrimci iktidar altında derhal 6 saatlik işgünü uygulanır
derken, söylediklerini bununla bırakmayarak, çalışamaz durumda olan
kesimlerin dışındaki herkes için genel çalışma yükümlülüğü
getirmektedir. Çalışamaz durumda olanlar, yaşlılar, çocuklar, sakatlar,
bakıma muhtaç kimselerdir. Bunların dışındaki herkes çalışmak zorundadır.
Sosyalizmin başlangıç aşamasında yasadır, çalışmayan yemez!
Ama işte toplumun tüm yetişkin işgücünün üretici etkinlikteki bu seferberliği,
işgününü kısaltmanın bir başka olanağıdır. Kapitalizmin mantığı içinde
bunu anlamak mümkün değildir. Kapitalizm, üstelik teknik gelişmeye ve
emek üretkenliğindeki sürekli artışa rağmen, işgününü uzun tutmaya,
daha az işçiyi daha uzun süreli çalıştırmaya, böylece daha çok insanı
işsiz bırakmaya eğilim duyar. Kâr ilkesi, aşırı sömürü ve kâr hırsı,
kapitalist rekabet, tüm bunlar bunu gerektirir. Emekçi kapitalizmden iş istiyor, ama işsizliği yapısal olarak üreten
kapitalizm ona bu olanağı sağlamıyor. İşçi kapitalizmde işini korumak
için çırpınıyor, ama buna rağmen onu kaybediyor ve işsizlik belasının
bütün bir yükünü çekiyor, acılarını yaşıyor. Oysa sosyalizm buradaki
ilişkiyi tümüyle tersine çevirmekte, insanları işsiz bırakmak bir yana,
çalışacak durumda olan herkese genel çalışma yükümlülüğü getirmektedir.
Herkes çalışmak, üretken etkinliğe katılmak zorundadır, sosyalizmde
çalışmayan yemez. Kapitalizm yoksulluk içinde kıvranan emekçiye çalışıp geçin diyor;
ama ona gerekli iş olanağı sağlamadığı gibi, böyle bir yükümlülüğü üstlenmeyi
reddediyor, bunu piyasaya, dolayısıyla da işgücü piyasasının olağan
işleyişine aykırı buluyor. İşsizliği süreklileştiriyor, kurumlaştırıyor,
dahası bir de piyasa kuralları adına meşrulaştırıyor, yedek bir sanayi
ordusunun varlığını kendisi için vazgeçilmez görüyor. Sosyalizm tüm
bunların ortadan kaldırılması demektir, toplum çapında planlı bir emek
seferberliği demektir. Ve bu seferberlik uygulanırken kâr ilkesine değil,
fakat toplumsal ihtiyaç ve çıkar esasına dayanılacaktır. Kaynakları yutan asalak devlet aygıtı Bugün dünya çapında yürütülen özelleştirme saldırısının temel argümanlarından
biri, devlet kuruluşlarının ve kamu hizmeti olarak yerine getirilen
işlerin yeterince kârlı olmadığıdır. Kamu hizmetini toplumun temel ve
zaruri ihtiyaçlarına değil de kârlılığa bağlayan bu yaklaşım, kapitalizmin
karakterine tutulmuş bir aynadır da. Bir kuruluşun yeterince kârlı görülmemesi,
burada çalışan işçilere ve emekçilere yol verilmesinin, onların da sokağa
atılarak milyonlarca işsizin perişan yaşam koşullarına mahkum edilmesinin
en makul gerekçesi sayılabiliyor. Bu kapitalizmin gayri insani karakterine
ve işleyişine çarpıcı bir göstergedir. Kârlılık esassa, o zaman orduya da yatırım yapmayın, buradakilere yol
verin! Ordu asalak bir kurum olarak hiçbir şey üretmediği gibi, binbir
emekle üretilen kaynakları devasa boyutlarda tüketiyor yalnızca. Ama
orduya yatırım yapıyorsunuz, çünkü gerçekte o da sizin için gereğinden
fazla kârlı bir yatırım sayılır. Ne de olsa onunla düzeninizi koruyor,
sınıf saltanatınızı sürdürüyorsunuz. Kaldı ki masraflarını emekçinin
vergisinden karşılıyorsunuz. Bütçeniz askeri harcamaları karşılayamaz
hale mi geliyor, vergileri çoğaltıyorsunuz, ücretleri düşürüyorsunuz,
eğitimden kısıyorsunuz, sağlıktan kısıyorsunuz. Böylece düzeninize bekçilik
eden ve edecek olan orduyu tepeden tırnağa donatıyorsunuz. Dikkat edin, bu ülkede en modern, en iyi donanıma sahip kurum ordudur.
Elbette böyle olacak, zira ülke kaynaklarının önemli bir bölümü düzenli
olarak onun hizmetine sunuluyor. Sağlığa, eğitime, konuta, onmilyonlarca
emekçinin en temel, en insani ihtiyaçlarına gelince kaynak yok diyenler,
sıra orduya gelince en büyük kaynakları muntazaman sağlamaktan geri
durmazlar. Okullara bilgisayar almazlar, ama bütün ordu tesislerini
bilgisayarlarla donatırlar. Okullarda yabancı dil eğitimini doğru dürüst
vermezler, ama bütün subaylarına İngilizce öğretmeyi temel bir iş haline
getirirler. Emekçinin konut ihtiyacına zerre kadar aldırmazlar, ama
bütün rütbeli askeri personele devlet kasasından gideri karşılanan askeri
konutlar yapmakta duraksamazlar. Kaynak yaratmak için lojman satışları
gündeme geldiğinde, ordu lojmanları kategorik olara bunun dışında tutulur,
bu tartışmaya bile konu edilemez. Kaynak kıtlığından ya da yokluğundan
dem vuranlar, bunu sağlamak için hep de ücretlerden ve maaşlardan keserler,
eğitim ve sağlık harcamalarından kısarlar, paralı hale getirerek bu
harcamaları emekçilerin sırtına yıkarlar, ama baskı ve ideoloji aygıtlarının
yuttuğu devasa kaynakların sözünü bile etmezler. İstemlerin ve dolayısıyla mücadelenin bütünlüğü Formüle ettiğimiz bu istemler hayalci midir? Zerre kadar değil. Emekçiler
mücadele ederlerse, bu istemleri kimisini daha kısa vadede, kimisini
daha uzun dönem içerisinde söküp alabilirler. Şu veya bu alanda burjuvaziye
geri adım attırabilirler. Nitekim mücadelelerin iyi verildiği yerlerde
biz, işçilerin nispeten yüksek ücret aldığını, daha iyi çalışma koşullarına
ve daha geniş sosyal haklara sahip olduğunu biliyoruz. Örneğin lastik işkolunda işçilerin ücretleri çok yüksek diyorlar. Çünkü
geçmişten beri DİSKte örgütlenmişler, her toplusözleşmede yeni
haklar dayatmasını bilmişler, hep bir ücret tabanı oluşmuş, işgüvencesini
sağlama almışlar, birlik ve dayanışmaları güçlü. O zaman patron çalışanlara
kolayca yol veremiyor, ya da ikide bir işçi atıp asgari ücretle yeni
işçi alamıyor ve her yeni sözleşmede yükseliyor ücret. Bunu başaramayanlar
ise asgari ücretle karın tokluğuna çalışmaya devam ediyorlar. Hiçbir
işkolunda kapitalistler işçilere şu veya bu hakkı bahşetmiş değiller.
Petrol işkolu, lastik işkolu bu ülkenin en bilinçli, geçmişte en ciddi
mücadeleler vermiş işkolları. Kriz ve ona eşlik eden sosyal yıkım programları çerçevesinde konuştuğum
için, burada daha çok emekçilerin acil iktisadi ve sosyal istemlerinden
söz ettim. Ama programımızın acil demokratik ve sosyal istemler bölümünde
acil siyasal istemler, demokratik ve anti-emperyalist istemler de yer
almaktadır. Eğer emekçiler demokratik siyasal haklar için mücadele edemezlerse,
zaten iktisadi ve sosyal haklarını da alamıyorlar. Bunları birbirinden
koparamazsınız. 7 saatlik işgünü istemek için sokağa çıkabilmeniz için
de, aynı zamanda sokağa çıkma, toplantı ve gösteri yapma, basın ve örgütlenme
gibi en temel demokratik özgürlükler için mücadele etmek durumundasınız.
Bu bölümde yer alan demokratik siyasal istemler ile sosyal ve iktisadi
istemlerin bütünlüğünü vurgulamak için söylüyorum bnları. Krizlerin uluslararası karakteri ve bağımlı ülkeler ağır faturası Bugün bütün emekçiler İMFden, Dünya Bankasından yakınıyorlar.
Tüm protesto gösterilerinde en çok hedef alınan emperyalist kuruluşlar
bunlar. İşçiler ve emekçiler bu emperyalist kuruluşlarla bütün bağların
kesilmesini istiyorlar doğal olarak. Programımızın Acil demokratik
ve sosyal istemler bölümünde anti-emperyalist istemler kapsamında
bunlar da var. İMF, Dünya Bankası vb. emperyalist mali kuruluşlarla
kölece ilişkilere son verilmesi istemi ileri sürülüyor burada.
Krizin bugün yarattığı sosyal ve iktisadi yıkımı, bunun karşısında
emekçilerin gösterdiği tepkiyi ve dile getirdiği tüm belli belirsiz
istemleri alınız, buradaki maddelerle karşılaştırınız, programımızın
bu bölümünün sınıf ve emekçi kitle hareketinin güncel arayışlarına ve
ihtiyaçlarına dinamik biçimde yanıt verdiğini görürsünüz. Ama parti
programımızın bütün bir kapsamında ve mantığında bu aynı şey var. Programımızın
kapitalizme ayrılmış teorik bölümüne bakarsanız, kapitalizmin sürekli
işsizlik ürettiğini, işçi sınıfının yedek sanayi ordusu kullanılarak
nasıl daha ağır bir biçimde sömürüldüğünü, kapitalizmin yol arkadaşı
olan krizlerin işçi sınıfını ve tüm emekçilerin yaşamında nasıl yıkıcı
etkiler yarattığını ve onları daha beterinden bir sefalete mahkum etti&curen;ini
ve benzeri şeyleri bulursunuz. Ya da Emperyalizm ve dünya devrimi süreci bölümünü
bakarsınız, orada örneğin, güncel krizin uluslararası kaynağına da ışık
tutan şöyle bir madde bulursunuz: Emperyalizm iktisadi ve mali
bunalımlara da dünya ölçüsünde bir karakter kazandırdı. Onları çok daha
şiddetli ve yıkıcı hale getirdi. Sistemin hiyerarşik yapısı, bunalımların
zayıf ve bağımlı ülkelere fatura edilmesini kolaylaştırdı. Böylece bağımlı
ülkelerin iktisadi ve toplumsal yaşamında kronik sorunlara ve ağır yıkımlara
neden oldu. (19. madde, sf.22) Burada sözü edilen kronik sorunlar ve ağır yıkımların neler olduğunu,
Türkiye kapitalizminin yakın tarihi ve yaşamakta olduğu güncel kriz
üzerinden görebilirsiniz. Bunun bağımlı ülkelere nasıl fatura edildiğinden
bakalım. Türkiye ve bütün bağımlı ülkelerin son 30 yıldır yaşamakta
olduğu korkunç bir borç yükü patlaması var. Dünya çapında bağımlı ülkelerin
toplam borçları trilyonlarca doları buluyor. Bunların ana para tutarı
gerçekte onlarca kez ödenmiş bu son 30 yılda, ama buna rağmen borçlar
da durmadan katlanmış, katlanıyor. Bu bağımlı ülkelerden emperyalist
ülkelere sürekli bir kaynak aktarımı demektir ve emperyalizmin asalak
karakteri en kaba bir biçimde bu borç soygunu üzerinden kendini göstermektedir. Bu borçların hızla büyümeye başladığı dönem, 70li yılların
ikinci yarısıdır. O döneme bakıyoruz, dünya kapitalizminin ikinci emperyalist
savaş sonrasında uzun yıllar için yakaladığı gelişme hızını kaybettiği,
durgunluğa ve bunalıma girdiği bir dönemle karşılaşıyoruz. Ne zaman
ki, emperyalist metropollerde bunalım ve durgunluk başgöstermiş, sermayenin
kâr oranları hızla düşmüş, kârlı yatırım alanları imkanı daralmış, bakıyorsunuz
işte tam böyle bir dönemde, İMFnin güvencesinde ve tahsildarlığında
dünyanın bağımlı ülkelerine son derece elverişli kâr oranlarıyla bol
miktarda borç para akıtılmış. Tefeci sermaye ihracı anlamına gelen bu
borçlar, bunalımın etkisi altında kâr oranları sürekli düşen emperyalist
mali sermaye için bulunmaz büyük vurgunların temeli olmuş. Bunun alacaklı
emperyalist ülkeerin borçlu bağımlı ülkeleri siyasal açıdan daha da
köleleştirmesine sağladığı muazzam olanaklar ise cabası. Borcu borçla ödüyorlar diyoruz da, kuşkusuz bu borçlar sadece borcu
borçla ödemek için alınmıyor. Bir dış ticaret açığınız var. 20 milyar
dolar ihracat yapıyorsunuz, ama ekonominin dönmesi için gerekli ithalat
ile burjuvazinin lüks tüketim ihtiyaçlarının karşılanması için (örneğin
kriz dönemi olmasına rağmen şu sıralar Türkiyede lüks oto ithalatının
patladığını bildiriyor basın) 45 milyar dolar ödüyorsunuz yılda. Bu
durumda geriye 25 milyar dolarlık açık çıkıyor. Bu açığın 3-5 milyar
dolarını turizmden, 3-5 milyar dolarını işçi dövizlerinden karşılıyorsunuz,
buna rağmen hala 12-15 milyar dolarlık bir açığınız kalıyor. Üretim
çarkınızın dönebilmesi için de bu açığı kapatacak kaynağa ihtiyacınız
var, işte bunun için de dış borç alıyorsunuz. Dış borçların güvencesi devlettir, hiçbir uluslararası tekel herhangi
bir yerli tekele kişisel güvenle mal ya da para olarak borç vermez.
O borçları size verdiği zaman, hem buradan kârlı bir faiz vurgunu vuruyor,
artı borç vermek yoluyla kendi mal fazlasının bir kısmını size ihraç
etme imkanı buluyor. Diyelim ki, bol miktarda lüks oto ya da üretim
girdisi alabilirsiniz, makina ya da tank alabilirsiniz; bütün bunlar
emperyalist metropollerdeki o üretim fazlasını emen imkanlar oluyor.
Yani emperyalist sermaye bağımlı ülkeye borç veriyor, bununla hem parası
için kârlı bir faiz alanı buluyor, yüksek tefeci kârı elde ediyor, hem
de o para sonuçta büyük ölçüde dış alımlarda kullanıldığı için, kendi
malları için kârlı bir pazar bulmuş oluyor. Bu, emperyalist metropollerdeki
meta fazlasını emdiği ölçüde buradaki bunalımı hafifleten bir etki de
yapıyor. Ama sen kendi mal fazlanı kimseye satamıyorsun ya da ancak
fiyatını düşürerek satabiliyorsun. Artı, sana yüksek faizlerle ve ağır
koşullarla verdiği kredi senin için bir borç köleliğine dönüşüyor ve
yaşanan bunalımları derinleştiren bir etken haline geliyor. Yani bağımlı
ülkelerde kapitalist ekonominin kendi doğasından gelen yapısal bozuklukların
yanısıra, bunalımın birde bağımlı olmaktan kaynaklanan dinamiği ve yükü
var. (Devam edecek...) |
|||||