ARSIVANA SAYFA
 
03 Şubat '01
SAYI: 05
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Tuzaklar ve tuzağa düşenler
"Huzur"u bozanlar dizginsiz bir faşist terör dalgazının önünü açıyorlar
Başsavcı İMF'ye soruyor: Enerjideki yolsuzlukların talimatını siz mi verdiniz?
"Enerji piyasası" yasası gündemde
Örnek inisiyatifin kararları bir bir uygulanıyor
İşsizlik ve kapitalizm...
Tekstil'de satış sözleşmelerine izin vermeyelim!
SSK'yı tasfiyenin zenmini hazırlanıyor
KESK'in 3. Olağan Genel Kurulu...
Kapitalizmi savunanlar şiddet karşıtı olabilirler mi?
Direniş, katliam ve sol hareket/2
Tutsak yakınlarının Ankara girişimleri
TAYAD'lı Aileler: Yine bizim kapımız çalınıyor!...
Köln'de 40 bin kişilik coşkulu ve kitlesel gösteri
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler/Ek belge
Zürih sokaklarında emperyalist haydutlara militan tokat!
Davos formu ve enternasyonal mücadele
Orta burjuvazinin işçiler üzerindeki etkisini kırmalıyız
Ölüm Orucu direnişçileri anlatıyor...
İHD İstanbul Şb: Ölümler 100. gününde, yeni ölümler istemiyoruz!
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 


Direniş, katliam ve sol hareket/2

H. Fırat
(06 Ocak ‘01 tarihinde verilmiş
ikinci bir konferansın kayıtlarıdır...)

Direnişin gücü sessizlik ve durgunluğu
bir kez daha parçalayacaktır

Bugünkü sessiz ve durgun ortam bir süre daha devam edebilir, ama sonuçta kırılması kaçınılmazdır. Daha önce başarılamazsa bile direnişçi devrimciler peşpeşe yaşamlarını yitirmeye başladıklarında, teröre ve suskunluk fesadına dayalı bugünkü bu sessizlik kırılacak, hareketlilik yeniden başlayacak, dünkü o pazarlık masası da birileri çok istemese de kaçınılmaz olarak yeniden kurulacak. Tüm bunlardan kuşku duyulmasın. Sonuç ne mi olacak? Bu bir siyasal çatışma alanı olduğuna göre, sonuç; çatışan tarafların güçleri ile, iradeleri ile, karşılıklı olarak elde ettikleri desteklerle, yaratmayı başardıkları siyasal koşullarla sıkı sıkıya bağlantılı olacak. Her halükarda devlete geri adım attırılacak. Devletin geri adımı F tiplerinin boşaltılmasına ya da hücre duvarlarının yıkılmasına varabilecek midir, bu ilerici devrimci cephenin ne yapacağına, neler yapabileceğine de sıkı sıkıya bağlıdır. İçeride kendini ölümüne ortaya koyarak dışarıda geniş ve etkili bir desteğin potansiyel koşullarını yaratan devrimci tutsakların bize sunduğu bu elverişli zeminin dışarıda ne kadar değerlendirebileceğine sıkı sıkıya bağlı.

Ecevit, katliamı izleyen günlerde, burası bir arı kovanıydı, biz çomak soktuk, buna bizden önce kimse cesaret edemiyordu diyerek övünüyordu uşaklık ettiği burjuvazi önünde, sorunu da çözülmüş, geride kalmış sayıyordu. Ama bayram sonrasında bir başka havadaydı, gençler sorumlu davranmalılar, inat etmemeliler demeye başladı. Devrimcilere ve devrimci tutsaklara “teröristler” demeye çok özel bir dikkat gösteren, katliam günlerinde bunu sakız gibi çiğneyip duran bu aşağılık adam, şimdi nedense pek dikkatli, pek yumuşak ifadeler seçiyor, direnişi sürdüren devrimcilere “gençler” demeyi tercih ediyor. Elbette bir nedeni olmalı bunun. Bu bir zayıflığı, bu direnişin gücü karşısında bir gerilemeyi anlatıyor. Katliamdan sonra utanmazca bir tutumla katliam ve işkenceye ‘insan haklarına uygunluk’ fetvası veren Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı tatil bitmeden Sincan’a gitmek ve direnişlerin sürdüğünü kamuoyuna bir kez daha resmen açıklamak zorunda kalıyor. Burada belli ki bir sıkıntı, bir ağırlık, bir çaresizlik var. Bu yakında daha çok açığa çıkacak, bundan kuşku duyulmamalıdır.

Bizim için bugün aslolan bunu değerlendirmeye bakmak, içeride kararlılıkla sürmekte olan direnişe dışarıdan en geniş desteği örgütlemeye çalışmaktır. İçeride, direniş cephesinde kararlılık tamdır; buna büyük bir inancımız vardı, bu inanç katliam operasyonu ve sonrasında pratikte doğrulandı. Devrimci tutsaklar verdikleri sözü tuttular. “Ölürüz ama hücrelere girmeyiz!” demişlerdi; bu sözlerini tuttular. Şimdi de ölürüz ama katliam ve faşist zorbalıkla yaratılan fiili durumu kabul etmeyiz diyorlar.

Direnişe desteği kırmak için yaygın terör

İlerici devrimci kesimlerde katliama karşı yaşanan sessiz öfke ne olursa olsun, bugün dışarıda çok büyük bir zayıflığın yaşanmakta olduğu bir gerçek. Katliamın ardından ve katliamın yarattığı öfkeyle devrimci hareketin militan kesimleri önemli bir direnç ortaya koydular. Katliamın sürdüğü günlerde Taksim’e, Kızılay’a yüzlerce, binlerce kişi çıktı. Ama katliam planının bir parçası da, katliamla eş zamanlı olarak dışarıyı terörize ederek hızla etkisizleştirmekti, sistematik terör eşliğinde geniş çaplı gözaltı ve tutuklamalara girişmekti. Nitekim katliamın başladığı saatlerden itibaren başta büyük kentler olmak üzere ülke çapında yaygın bir terör estirildi, geniş çaplı gözaltılar gerçekleşti ve direnişin önünü tutan birçok insan tutuklandı. Dernekler, evler, kahveler basıldı. İHD’nin şu günlerdeki açıklamasına göre, salt Ankara’da o dönem bin kişi gözaltına alındı. Bunlar daha geri kesimleri seferber eden ileri öncü güçlerdi. O kritik günlerde bunların hızla etkisizleştirilmesi, dışarıdaki direnişin kırılmasında kuşkusuz ki önemli bir rol oynadı.

Ölüm Orucu’na destek çerçevesinde dışarıda gelişen geniş çaplı muhalefetin dinamiği, içeride devrimci tutsakların eylemi/Ölüm Orucu direnişi, dışarıda ise devrimci örgütlerin çabası, kararlılığı, bütün bir enerjisini cesaretle ortaya koymasıydı. Bir yandan katliamın sarsıntısı, bunun insanlarda yarattığı şaşkınlık, öte yandan hareketin ileri kesimleri üzerinde estirilen terör, yaratılan tırpanlamalar, tutuklamalar, bugünkü geçici durgunluğu yarattı... Faşizmin hesabı buydu ve şimdilik bunda geçici olması kaçınılmaz bir başarı sağlandı. Ölüm Orucu’nun bir döneminde kendini geniş çapta ortaya koyan kitle muhalefetinde bugün önemli bir daralma ve belirgin bir pasifleşme var, bunu görmezlikten gelemeyiz.

Faşist terör ve ara güçler

Sistematik baskı ve terörle, toplumsal ortamın da ötesinde, bizzat hücre karşıtı muhalefet terörize edildi, bir ölçüde sindirildi. Düşününüz ki, ÖDP daha 12 Aralık’ta, daha karşı saldırının o ilk günlerinde utanç verici bir genelgeyle kendi bütün güçlerini çatışma sahnesinin dışına çıkardı. Karşı-devrimin karşı saldırısı karşısında ara kesimlerin kaçışmasına, mücadele alanını anında terketmesine, seyirci ya da tarafsız bir konuma hızla geçmesine çarpıcı bir örnek oldu bu. Ama hakkaniyet gereği olarak belirtmek gerekir ki, İstanbul ÖDP örgütü bu utanç verici kararı fiilen tanımadı ve sonraki dönemde de üstüne düşeni bir ölçüde yapmaya çalıştı. Bu, zirvelere egemen kokuşmuş reformist politikanın temsilcileri ile tabandaki devrimci duyarlılık arasındaki mesafeyi ve gitgide derinleşen çelişkiyi gösteriyor. Bu mesafe ve çelişki öteki reformist partilerde de var ve sertleşen çatışma bu bünyelerde kaçınılmaz etkilerini gitgide daha çok gösterecektir. Bu partilere yaklaşımımızda bunu gözeten bir tutumla hareket etmek durumundayız.

Ara kesimlerin sinmesine ya da hızla saf değiştirmesine ibretlik denebilecek daha beter örnekler var. Bu, Türkiye’nin geleneksel sol aydın kitlesinin önemli bir kesiminin nasıl çürüyüp kokuştuğuna gerçekten çarpıcı bir gösterge oldu. Direniş, ayrıştırıp saflaştıran, tutarsız ve kaypak öğeleri, çürüyüp kokuşan kesimleri gözler önüne seren o muazzam gücünü burada da gösterdi. Katliamdan önce direnişteki “gençlerimizin direnci” üzerine edebiyat yapan bir kısım sözde solcu yazar ve edebiyatçı taifesi, katliamdan hemen sonra tümüyle devletin ağzından konuşmaya, onun düdüğünü çalmaya başladı. Böyleleri devlete yaranan ve yaltaklanan, sonuçta katliamın onaylanmasına çıkan yazılar yazmakta birbirleriyle yarıştılar.

Bu, devrim mücadelesi yükseliyorken devrime meyleden o ara katmanların, daha çok da bunların ideoloji, politika ve kültür cephesindeki temsilcilerinin, karşı-devrim gücünü ve şiddetini gösterdiğinde anında nasıl sindiklerini, nasıl hemen tarafsızlığa ya da karşı-devrimden yana meylettiklerini gösteren çok çarpıcı bir olgu. Bunu anlamak istiyorsanız, devrimler tarihini okuyunuz, özellikle Marks ve Engels’in küçük-burjuva yiğidini acımazsızca eleştiren ve alaya alan 1848 Devrimi üzerine eserlerini inceleyiniz. Günümüz Türkiye’sinin özel ama son derece sert bir siyasal çatışması üzerinden yaşananlar özünde aynı şeylerdir. Bütün devrimlerin tarihinde bu vardır. Devrim gelişme dönemlerinde bu ara katmanları hep ardından sürüklemiştir, ama karşı-devrimin karşı saldırısı gündeme gelir gelmez, hele de belli başarılar sağlar sağlamaz, bu ara katmanlar, özellikle de onların temsilcisi konumundaki güçler devrimi anında terketmişler, hızla tarafsız ara konuma çekilmişler, ya da daha da kötüsü karşı-devrime meyletmişlerdir.

Reformist sol direnmekten acizdir

Devletçi ve MGK’cı solu, katliamı gerçekleştiren odaklardan yana olan devlet solunu, somutta Perinçekçi İP’in bugün temsil etmekte olduğu çizme yalayıcıları dışında tutarsanız, (ki bunlar yazı ve açıklamalarında katliama alkış tuttular, devrimcileri karalayarak katliamı mazur gösterdiler, Aydınlık dergisi bu konuda boğazına kadar pisliğe battı), reformist solun öteki kesimleri yaptıkları açıklamalarla doğal olarak katliamı mahkum ettiler. Ama yalnızca bu sınırlar içinde kaldılar, yazılı açıklamalar yapmanın ötesine bir santim bile geçmediler, geçemediler. Bu ne rastlantı ve ne de salt bir niyet sorunu. Niyetlerden öte, bunların politik konumu, politik mücadele anlayışı ve kültürü bunun ötesine geçmeye el vermiyor. Bu onların reformist iradelerini ve gücünü gerçekten aşıyor.

Bu parti ve çevreler, herşeylerini yumuşak, barışçı, yasal ve icazetçi bir politik mücadeleye göre ayarlamışlar. Oysa bunun, bu sınırların ötesinde sistematik baskı, devletin faşist terörü var. Bunun ötesinde, devletin terörüne karşı militanca direnme gereği ve zorunluluğu var. İşte bu yapılar bunu yapamıyorlar. Faşist baskı ve terör karşısında sinmek bunların davranış çizgisi. Bu terörü göğüsleyerek militan bir direniş çizgisiyle mevzileri savunmak bunların konumuna, adeta doğalarına aykırı. Bunların faşist baskı ve teröre karşı tutumu, yazı ve açıklamaların ötesine geçemez, pratik herhangi bir davranışla birleşemez.

EMEP çizgisindeki günlük Evrensel gazetesi katliam boyunca duyarlı davrandı, olumlu bir işlev yerine getirdi. Kendi deyimleriyle yalan perdesinin yırtılmasında belli bir rol oynadı, bu bir gerçek. Ama bakıyoruz, arkasındaki partinin katliama karşı yapabildiği hiç ama hiçbir şey yok. Yineliyorum, niyetlerden ya da samimiyetten de öte bir sonuçtur bu, şaşırtıcı olmamalıdır. Bunların dayandığı güçler, bir baskı ortamında gerçekten bir şey yapmaya yatkın güçler değil. Bu tür bir mücadele anlayışına yatkınlık yok. Barışçıl bir mücadele ortamı olsa, kitlelerini bir yerlere toplarlar, barışçıl bir gösteri yaparlar, kendi tutumlarını, tepkilerini ortaya koyarlar. Ama böyle bir ortam yok. Tersine bir baskı ve terör ortamı var, polis acımasızca saldırıyor bu tür girişimlere. En barışçıl ve masum eylemlerin üzerine bile büyük bir acımasızlıkla giden bir polis azgınlığı var ortada. İşte bu acımasızlıkları göğüsleyecek bir konum ve kimlikten, buna uygun bir mücadele anlayışından yoksundur reformist sol. EMEP’ten ÖDP’sine ve SİP’ine kadar bu böyle.

Tüm bunları, reformist solun aslında zaten bilinen konum ve kimliğini bir kez daha ortaya koymak için söylemiyorum. Ben bugün zindanlarda sürmekte olan direnişe dışarıda zayıflayan desteğin nedenlerine işaret etmeye çalışıyorum. Katliama karşılar, F tipine karşılar, sürmekte olan direnişi destekliyorlar, ama hiçbir şey yapamıyorlar, bundan acizler, gerektirdiği bedelleri bildikleri için bu konuda tümden isteksizler.

Bugün hala sürmekte olan zayıflığın gerisinde bir yanıyla da bu var. Karşı-devrimin yarattığı bir sinmişlik ve hatta yer yer saf değiştirme var.

Sertleşen mücadele ve reformist sol

Bu deneyim çok önemli, bundan, bugüne ve geleceğe yönelik olarak çıkarılması gereken temel önemde sonuçlar var. Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğu biliniyor, son 30 yıl üzerinden Türkiye’nin temel gerçeklerini görmenin bir güçlüğü yok herhalde. Türkiye’de sosyal çelişkiler yatışmak bir yana günden güne sertleşip keskinleşiyor. Türkiye’de rejim normalleşmek, tırnak içerisinde bir parça demokratikleşmek bir yana, baskıyı, terörü, işkenceyi, gündelik uygulama haline getiriyor, sistemleştiriyor. Peki böyle bir ülkede bu tür sol akımlar ne yapacaklar? Bu konum ve tutumlarıyla bunların temel çatışmada bir yeri ve rolü olabilecek mi, bu mümkün mü?

Örneğin bu son iki ay içerisinde toplumun gündemini dolduran bir temel çatışma üzerinden SİP diye bir siyasal oluşumun varlığını herhangi bir biçimde hisseden olmuş mudur? Muhtemeldir ki adına bir de “Komünist Parti” yaftası asması haberlerinden ve rejimin Nazım Hikmet’i ehlileştirme kampanyasına sunduğu dolaylı destekten dolayı bu olmuştur. Peki, gündemdeki gerçek siyasal çatışmalar üzerinden bakıldığında, varlığını herhangi bir biçimde gören duyan olmuş mudur bu partinin? Adlarını komünist yaftası ile süslemeyi marifet sayan bu beyler ÖDP’nin bazı yerel örgütleri kadar bile olamadılar. ÖDP’liler kadar olamadıktan sonra adınızı “komünist” koysanız ne olur ki?! Adı “aşkın ve devrimin partisi” olan liberal bir sol partinin yerel güçleri “komünist” yaftası taşımayı marifet sayanlardan çok daha samimi davranıyorlar. Hiç değilse sol demokrat kimliğin getirdiği bir duyarlılıkla hareket edebiliyorlar. Onun kadar bile olamadılar komünist yaftasına heveslenenler. Bunların bu ülkedeki sert sınıf mücadeleleri dönemindeki yeri ne olabilir, varın hesap edin.

EMEP yeri geldiğinde, örneğin 1 Mayıs’larda 4-5 bin kişi yürütmekle övünebiliyor. Peki şimdi, bu kadar sert sözcüklerle mahkum ettiği bir katliama karşı neden birkaç yüz kişiyi sokağa çıkarmıyor? Demek ki bu onun iradesini ve tercihini aşıyor. Çünkü dayandığı ya da desteğini aldığı güçler böyle güçler değil, bunlar reformist politikaların kötürümleştirdiği, barışçıl sınırlara, icazetli eylemlere alıştırdığı, buna uygun bir eğitimden/terbiyeden geçmiş güçler. Ama Türkiye’de devrim ve sosyalizm adına böyle güçlerle siyasal mücadelede herhangi bir mesafe almak mümkün müdür? Böyle bir ülkede bu mücadele anlayışıyla, bu reformist konumla, bu icazetçi anlayışla ne yapılabilir ki, nereye ve ne kadar gidilebilir ki?

Burjuva düzen işçileri ve emekçileri günden güne ağır bir sosyal yıkıma sürüklüyor. Yığınların hiçbir iktisadi, sosyal ve siyasal talebi karşılanmıyor. Yoksulluk artıyor, işsizlik artıyor, sosyal hakların gaspı sürüyor. Genel bir saldırı bu ve tüm hızıyla sürdürülüyor. Doğal olarak buna baskı ve terör aygıtının tahkim edilmesi, her türlü muhalefetin bununla sindirilmesi eşlik ediyor. Rejim en sıradan insan hakları mücadelesine katlanamıyor, geçtik temel demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine katlanabilmeyi. Türkiye şu an için işte böyle bir ülke; bugününde ve geleceğinde bunlar görülebilen bir ülke. Ve böyle bir ülkede reformist solun icazete dayalı mücadele anlayışının bir geleceği olabilir mi?

Ödenmesi gereken bedel neyse ödenecektir

Bugünkü sessizlik ve durgunluğun çok geçmeden kırılacağını söyledim, bunun böyle olacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Direnişin ateşi yeniden bu sonucu yaratacaktır. Bugün sindirilmiş kesimlere yeniden güç ve moral aşılayacaktır. Ve adım adım o meydanlara yeniden çıkılacaktır. Dün de, direnişin başlangıç döneminde ve sonrasında da bu aynen böyle olmuştu. Suskunluk fesadı parçalanmış ve hücre karşıtı eylem dalga dalga yaygınlaşmıştı. Taksim’e yıllardır çıkılamıyordu; o birkaç bin kişiyle ikide bir Taksim’e tam da direnişin sağladığı imkanlarla çıkıldı. Kızılay’da saatler süren çatışmalar direnişin esinlendirdiği mücadele ruhu ve kararlılığı sayesinde yaşanmıştı. Alanlara gene çıkılacak, gerektiğinde militanca çatışmalar gene yaşanacak, bundan kuşku duyulmasın.

Bu tabii ki çok sayıda devrimcinin hayatına malolacak. Partimizin de en iyi kadrolarının bir kısmının kaybedilmesine yolaçacak. Ama meseleye buradan bakamayız. Bu çatışma toplumdaki temel çatışmanın, genel devrimci siyasal mücadelenin kaderiyle çok yakından ilgili. Bu unutulamaz, bunun yüklediği devrimci sorumluluklardan kaçılamaz, buradan geri adım olmaz. Buradan geri adım, genel devrimci siyasal mücadele için çok büyük bir darbe olur. Dolayısıyla biz, Türkiye’deki genel devrimci siyasal mücadelenin çıkarları üzerinden bakmak, kayıplarımıza da bu gözle katlanmak, ödenmesi gereken bedeller neyse ödemek durumundayız.

“Kadrolarını koruma” türünde bir garip politika bazı gruplar tarafından uygun bir dille ifade edildi, bu bir biçimde direnişten geri durmanın gerekçesi olarak kullanılabildi. Ama bu yolla kadroları korumak, bu yaklaşımla bir siyasal kazanım elde etmek mümkün değildir. Tam tersine, kadrolarınızı bu tarzda korumaya kalkarsanız, gerçekte onları siyasal ve manevi açıdan kaybedersiniz. Fiziksel bakımdan korur fakat politik ve moral açıdan öldürürsünüz. Devlet 20 yıllık bir geleneği ezmek, bununla toplumsal muhalefeti dizginlemek istiyor. Buna seyirci kalabilir mi bir devrimci parti, bunun yüklediği ağır sorumluluktan kendi dar ihtiyaçlarına ya da açmazlarına sığınıp kaçabilir mi? Kaçarsa eğer başka türden bir tükenişi yalnızca hızlandırmış olmaz mı?

Şu an 30’a yakın devrimci kaybedilmiş, yüzlercesi ağır bir biçimde yaralanmış durumda. Bunların çoğunda kalıcı sakatlıklar olacak. Artı, Ölüm Orucu’na gidenlerin sayısı 400’ü buldu ve bunların ilk grubu ölüme gitgide daha çok yaklaşıyor. Bunu kavramaktan gelen bir hassasiyet yok henüz ortada. Ama durum aniden sertleşecek, insanlar öldükleri zaman bu sorun toplumun gündemine bir biçimde yeniden girecek. Sanıldığı kadar vicdansız ve duyarsız değil bu toplum.

Örneğini görmek isteyenler, Milliyet gazetesinin 25 Aralık tarihinde yayınlanan okur mektuplarına bakabilirler. Bu insanların çoğu belki solcu bile değiller, yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla. Ama medyanın yürüttüğü kampanyadan tiksindiklerini dışarı vurabiliyorlar. Bunların en yumuşak mektuplar olarak yayınlandıklarından da kuşku duymayın. Milliyet gazetesi, katliam günlerinin bu en rezil ve aşağılık gazetesi, bir köşesinde bu mektuplardan küçük parçalar yayınlayarak yarım ağız güya günah çıkardı. Bu olay, toplumumuzun sanıldığı kadar duyarsız ve vicdansız olmadığını, beyinsiz hiç olmadığını gösteriyor. Bütün bunların yalan olduğunu, gerçeğe insanı isyan ettiren bir rezillikte ihanet edildiğini, insanlar bütün o yalan bombardımanına rağmen görebiliyorlar. Ne kadar çok tepki gelmiş olmalı ki, tutup bazı örnekleri yayınlamak ihtiyacı duyuyor bu gazete.

Devletin yirmibin kişilik bir güç ve büyük teknik olanaklar, yıkım ve ölüm araçları seferber ederek gerçekleştirdiği o şaaşalı katliam operasyonuna rağmen, 30’a yakın insanın kaybına rağmen ve cezaevlerinin harabeye dönüştürülmesine rağmen, insanların şimdi hücrelerde direnişi sürdürdüğünü, taleplerini olduğu gibi koruduğunu ve bu temel üzerinde ölüme gittiğini gördüğü zaman, bu toplum bundan etkilenmeyecek mi? Bu devlet kanlı katliam operasyonuyla neyi çözdü, diye sorulmayacak mı? Medya üzerinden örülen suskunluk fesadı bunun önünü ne kadar ve nereye kadar kesebilecek?

Düne göre daha büyük bir enerji ve seferberlik

Gündemdeki acil görevlere de böyle, buradan yaklaşılması gerektiğini vurgulamak için bunun altını böyle çiziyorum. Üstümüze düşeni yaptık, süreci omuzladık, ama sonuç şimdilik bir tıkanıklık oldu diye düşünüp elimiz böğrümüzde bekleyeceğimiz bir zamanda değiliz. Tam tersine, düne göre daha fazla bir duyarlılıkla, daha büyük bir enerji ve seferberlikle hareket etmemiz gereken günlerden geçiyoruz. Dışarıda gösterilecek politik başarı ölçüsünde, içeride devrimci hayatı kurtarılacaktır, bunu bir an için unutmamalıyız. Dışarıdaki başarı içeride ödenecek bedelle ters orantılı olacaktır. Rejime ne kadar erken geri adım attırılırsa, ölümlerin sayısı o ölçüde azaltılabilecektir, çok sayıda devrimcinin giderilemeyecek hastalık ve sakatlıklarla yüzyüze kalması o ölçüde engellenebilecektir.

Her devrimcinin, her devrim sempatizanının, kendini davanın içinde gören her insanın kendi sorumluluklarına, bu sorumlulukların gerektirdiği duyarlılığa, bu duyarlılığın ortaya çıkaracağı pratik enerjiye bu gözle bakması gerekiyor. Yurtdışında gösterilen politik etkinlik de sanıldığı kadar önemsiz değildir. Yeter ki kitlelerin duyarlılığı eylemlilik olarak sürekli açığa çıkartılabilsin. Bu, Avrupa çapında kamuoyu oluşturmak anlamına geliyor ve rejim için sanıldığı kadar önemsiz değil. Rejim üzerinde oluşacak basınçların önemli bir koludur, soruna mutlaka bu bakışaçısıyla yaklaşabilmek gerekir.

Devrimci tutsaklar direniş mevzisini tuttukları sürece, biz de dışarıda gereğini yapar, rejimin zayıflıklarına etkili bir biçimde yüklenirsek, bu işten kesin olarak sonuç alırız. Bu sonuç hangi biçimler içerisinde olur, onu saklı tutuyorum. Dediğim gibi bu bir çatışmadır, her çatışmanın bir uzlaşma noktası olacaktır. Ama tecrit ve izolasyon hesaplarının yenilgiye uğratılması, bunu olanaklı kılan tüm yasal ve maddi düzenlemelerin ortadan kaldırılması en asgari koşuldur, devrimci tutsaklar için.

Rejimin politik başarısı direnişi kırmak olabilirdi, ama direnişi kıramadılar. Direniş daha da güçlenmiş bir biçimde sürüyor. Bu anlamda ilk çatışmayı politik ve moral açıdan biz kazanmış bulunuyoruz, bunu hep yineliyoruz. Ama asıl çatışmayı henüz kazanmış değiliz, çatışma hala tüm şiddetiyle sürüyor. F tipi eksenli, hücre saldırısı diye nitelediğimiz çatışma bugün daha da şiddetlenmiş biçimde sürüyor. Rejimin büyük bir katliamın politik bedellerini göze alarak yaptığı hesap, devrimci irade karşısında olduğu gibi boşa çıkmış bulunuyor. Sorun olduğu yerde duruyor, çatışma kaldığı yerden sürüyor. Sadece direnişin koşulları değişmiş, doğal olarak ödenecek bedeller biraz daha ağırlaşmış bulunuyor, hepsi o kadar.

Düne kadar, aslında içerideki yüzlerce genç direnişi sürdürmek istemiyor, ama koğuş ortamında bu kendilerine örgütler tarafından dayatılıyor, deniliyordu. Şimdi ne diyecekler? Şimdi artık tutsaklar tek ya da üç kişilik hücrelerdeler, tecrit edilmiş vaziyetteler, dahası direnişi bırakmaları için sistematik baskı ve işkencenin hedefidirler. Ama işte buna rağmen direniş güçlenerek sürüyor. Bu katı gerçeklik karşısında bütün o eski demagoji çöktü, kimse artık bunun sözünü etmiyor. Peki direnişi karalamak için şimdi ne diyecekler, şimdi neyin demagojisini yapacaklar?

Bu toplumda davasını bu denli inançla kim savunabilir?

Şimdi artık yalnızca bu direnme inadına, bu fanatizme ve bağnazlığa şaştıklarını söylüyorlar. Bu, bu devrimci inanca ve enerjiye şaşıyoruz anlamına geliyor işin aslında. Ne diyordu Adalet Bakanı? Bu gençler bu inançlarını ve enerjilerini Türkiye için kullansalar, ülke düze çıkar, diyordu direnişin ağırlığı altında bunalmış bir halde. Herhalde tarihe geçecek bu sözün tüm onuru bize, tüm utancı ise rejime yeter. Demek ki birkaç bin devrimcinin inancı ve enerjisi, Türkiye’nin sorunlarına çözüm olabilecek bir gücü simgeleyebiliyor, akıllara bunu getirebiliyor. Bu, devrimci irade karşısında dize gelmekten başka ne anlama gelir ki? Demek ki bu devrimci inanç ve enerji, devrimcilerin yiğitliği ve kararlılığı, üstelik katliamcılara, kendi eli kanlı cellatlarına bunu böyle söyletebiliyor!

Peki düzen cephesinde böyle bir inanç, ondan kaynaklanan bu türden bir enerjinin zerresi var mı? O “şerefli” Türk ordusu ve polisinin hiç böyle şerefli, böyle onurlu bir eylemi var mı? Böyle bir direnci var mı? O “şerefli” Türk ordusu ve polisi Skorsky helikopterleri ve termal kameralarıyla övünüyor, tanklarının gücü ve etkili bombaları ile övünebiliyor. Yalnızca ölüm ve yıkım araçlarıyla, baskı, terör ve işkence aygıtıyla övünebiliyor bunlar. Burada inancın, yiğitliğin, bir dava uğruna özverinin zerresi var mı? Kendi davası uğruna bir inancın herhangi bir örneği var mı işbirlikçi uşak takımının tüm yaşamında?

Basınımız, bunlar erdemden, ahlaktan, değerlerden, şereften, onurdan yoksundurlar derken, bir nesnel durum tespiti yapıyor. Bunların kadın devrimciler karşısında ne kadar acz içerisine düştüklerini anlatıyor, devrimci bayan tutsaklar mektuplarında. Bu mektupları ibreti alem için okuyun. “Şerefli” Türk ordusu ve polisinin içler acısı halini, utanç verici durumunu görün!

Emekçi insanın gözünde tüm bunların bir anlamı olacaktır, emekçi vicdanında tüm bunlar bir biçimde yankılanacaktır. Bunlar hep değerlendiriliyordur, bunlara hep şaşılıyordur. Devrimcilerden başka kim kendi davası, kendi inancı uğruna böyle bir enerji ortaya koyabilir bu toplumda? Politik ve moral olarak ilk safhayı biz kazandık derken, bunu da anlatmış oluyoruz aynı zamanda.

Çatışmanın genel ekseni ise orta yerde duruyor henüz. Üstelik çatışmayı kazanmak için şimdi çok daha büyük bir bedel ödemek gerekiyor. Dün devletin F tipinden şimdilik ya da tümden vazgeçiyorum demesi, bu geri adımı “devlet sorumluluğu” adı altında estetize ederek sunması kolaydı. Oysa şimdi bir operasyon yapmış, cezaevlerini savaş alanına çevirmiş, 30’a yakın devrimciyi öldürmüş ve götürüp zorla insanları hücrelere atmış. İşte bundan geri adım atmak devlet için düne göre çok büyük bir politik bedel gerektiriyor. Tam da bundan dolayı, devlete geri adım attırmak için bizim çok büyük bir bedel ödememiz gerekiyor. Şimdi işimiz bu anlamda daha zor, şimdi çok daha büyük bir bedel ödemek durumundayız. Dolayısıyla görev ve sorumluluklarımıza da bu gözle bakmak, bunun gerektirdiği bir çaba içinde olmak durumundayız.

Zaman içerisinde güçlenen direniş geleneği

Kitlelere bu devletin vahşetinden çok devrimcilerin yiğitlik örneği direnişini anlatmaya bakın. Kitleler devletin vahşetini zaten biliyorlar. Siz onlara devletin bu vahşetine rağmen devrimci iradenin kırılmazlığını anlatmaya bakın. Direnişi önplana çıkarın, direnişi propaganda etmeye bakın. Önemli olan devletin bütün bu vahşetine rağmen devrimcilerin teslim alınamamasıdır, bunun üzerinde durun.

İnsanlar kendilerini feda ederek bir büyük davayı koruyor, yaşatıyorlar. Bu özveriler sayesindedir ki bu dava toplum çapında şu veya bu biçimde gündeme geliyor ve tartışılıyor. Terör ve teröristler üzerine devasa boyuttaki rezil kampanyanın gerçekleri tümüyle örtmesi mümkün değildir. Toplumsal destek üzerinden bakıldığında genel devrimci akım kuşkusuz henüz son derece güçsüz; ama buna rağmen kendini ve mücadelesini sık sık tüm toplumun gündemine sokabiliyor. Kuşkusuz bazı yanlışlar, anlaşılması güç hatalar direnişi, onun ifade ettiği emeği gölgeleyebiliyor, şimdilik bunu saklı tutuyorum.

Türkiye devrimci hareketinde bir direnme geleneği var, bir gelenek yaratıldı ‘70’li yıllardan itibaren bu gelenek güçlenip yerleşti. Basınımızda genç devrimci Kaypakkaya’nın otuz yıl önceki sözlerine atıf bunun içindir. Bu ülkede direniş geleneği Kaypakkayalar’dan, Deniz Gezmişler’den, Mahir Çayanlar’dan, Sinan Cemgiller’den beri yerleşmiştir ve zaman içerisinde yeni devrimci kuşakların katkılarıyla adım adım güçlenmiştir. Türkiye devrimci hareketi bünyesinden döne döne tasfiyeci akımlar çıkarsa bile, bu böyle. Bu bir gelenek artık, kaybolmuyor, tasfiyecilik işlenen cevherin, sertleşen çeliğin posası oluyor.

Mesele kimlerin döküldüğü değil, davanın yaşıyor olması, geleneğin güçleniyor olması, bayrağın yere düşmüyor olmasıdır. Sert çatışma tabii ki dökülme yaratır, mücadele tabii ki posa çıkarır. Bu son derece anlaşılır bir durum, bu tam da direniş geleneği diyalektiğinin bir parçası.

Devrimci harekette sağlam bir direniş geleneği var, ama doğru bir çizgide davranma geleneği yazık ki gereğince yok. Türkiye devrimci hareketi direnmesini biliyor, ama yolunu doğru bir biçimde yürümesini başaramıyor. Dava uğruna kendini feda etmesini biliyor, ama o davayı doğru bir çizgide ilerletmeyi başaramıyor.

Bir takım tutum ve davranışların direnişi gölgelediğini ve yer yer zaafa uğrattığını, karşı-devrimin işine yaradığını vurgulamak için söylüyorum bunları. Ama bu ayrı bir konu, şimdi sırası değil. Zamanı geldiğinde ellbetteki bunun da üzerinde gereğince durulacak, bir kısmı son derece vahim yanlışlar ve zaaflar enine boyuna tartışılacaktır.

(Devam edecek...)