Savaş sanatının en önemli ilkelerinden biri, düşman karşısında bütünlüğün korunması gerekliliğidir. Zira bütünlüğün bozulması; iradede bir parçalanma ve zayıflama, dolayısıyla düşman saldırısına açık bir pozisyon demektir.
Ölüm Orucu Direnişi zindanlarda tüm kararlılığıyla sürerken, bu direnişle dayanışma amaçlı örülen muhalefet cephesi ise bütünlüğünü koruyamamış, bu ise düşmana geniş bir manevra alanı açmıştır. Esas olarak reformist cepheden gelen bu dağılma, salt bir zayıflıktan öte, kısmen suça bile girmektedir. Zira bu davranış, nesnel olarak devletin katliamını, fizik ve psikolojik terörünü kolaylaştıran fiili bazı çabalarla birleşmektedir.
Gittikçe ısınan kavga alanları, devlet terörünün dişini göstermesiyle doğal bir ayrışmaya sahne olmuştur. Devrimciler birbirlerine daha çok kenetlenmişler, ancak özellikle yasal sol reformist partiler sürecin dışına doğru çıkmışlardır. Polis yürüyüşünün ardından ÖDP merkezi olarak eylemlere katılmama kararı alırken, kapısının önünde dayak yiyen analara "Komünist Parti" yaftası taşıyan SİP kapılarını kapatmış, EMEP de sonuçta bu ikisinden farklı bir pratik sergilememiştir. Elbette eylemsel ayrışmayı koşullayan siyasal kimlikte bir ayrışmaydı ve bu süreç içerisinde söylemde de bir ayrışma olarak kendini açığa vurmuştu.
Adalet Bakanının F tiplerinin süresiz ertelendiğini açıklamasına kadar söylemsel olarak birleşik bir hatta yükselen muhalefet cephesi, yazık ki bu açıklamanın reel gerici amacına uygun olarak parçalanmıştır. Bu açıklamanın görünen amacı, tutsakları aldatıp Ölüm Orucu Direnişini sona erdirmekti. Ancak devrimci tutsakları yeterince iyi tanıyan devlet için bu asıl amaç olamaz. Hem zaten görüşmeler sürerken bu açıklamanın ilk elden tutsaklara yapılması ve oradan bir cevap gelmesi beklenirdi bu durumda. Ancak açıklama doğrudan kitlelere yapılmış, tutsakların bu oyuna gelmemesi karşısında ise, "işte devlet, onlar ölmesin diye elinden geleni yaptı, ama onlar uzlaşmaya yanaşmıyorlar" şeklinde bir propagandayla dışarıdaki muhalefet cephesi parçalanmak istenmiştir.
Öyle de oldu. Reformist yapılar, "ölümü savunmama" maskesi altında, kendilerine direnişin dışında ve fiilen devletin lehinde bir alan açtılar. Hele ki katliamın bir gün öncesinde yaptıkları ortak açıklamayla tutsakları Ölüm Orucunu bırakmaya çağırmaları, son derece dikkate değer bir davranış olmuştur. Öyle ki, insanlar bir yandan ellerindeki gazetelerden "devlet elinden geleni yapmış, uygun ortam oluşmuştur" içerikli bu açıklamayı okurken, aynı anda televizyonlardan katliam haberlerini seyretmekteydiler. Parçalanmışlığın böylesine açık bir ifadesi, hücre karşıtı muhalefet tabanında da doğal olarak kafa karışıklığına neden olmuştur. Bu ise, 19-22 Aralık katliamının yolunu döşeyen taşlardan birini oluşturmuştur. Zira tam da o sırada devletin de temel argümanı, insancıl görünümlü "biz elimizden geleni yaptık, ölümleri seyredemezdik" biçiminde idi.
Reformist partiler bu manevralarla devlet terörünün hedefinden çıkmaya uğraşıyorlardı işin aslında. Ama bu onlar için başka olanaklar anlamına da geliyordu. Kitleler şu dönemde bir şekilde politize olmuşlardı. Onları politize eden temel etken ise; F tipi hücrelerin ne kadar insanlık dışı olduğu ve oraya tutsakların zorla atılmaya çalışılması, buna karşı yükselen kararlı bir devrimci direniş, son olarak da yüzlerce insanın ölüme yürümesiydi. Devletin amansız terörü ve yoğun manipülasyonları sözkonusuydu. Onlarsa kendilerine bu terörün dışında, ama yine de güya "sol"da bir konum belirlemişlerdi. Devletin bu azgın terörünün, yalnızca fiziksel olarak devrimciler üzerinde değil, bilinçsel olarak kitleler üzerinde de hüküm süreceğini hesaplayan reformist partiler, kendilerince bundan faydalanma yoluna gittiler.
Solda kalma adına F tiplerine teorik olarak karşı çıkmaya devam ettilerse de, yine teorik olarak devrimi savunmaları kadar temelsiz ve samimiyetsizdi bu söylemleri. Direnişi ise seçtikleri konumları nedeniyle savunamıyorlardı. Bunun üzerine ise onu karalama yoluna gittiler. Üstelik ölüme yürünmesinin kitleler üzerindeki etkisini, insancıl duyguları kullanarak. Direnişi "ölüm üzerinden siyaset yapmak" olarak karaladılar. Bunu bizzat genel başkanları üzerinden yaptılar. ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, bir televizyon programında, açıkça Direnişe ve devrimci değerlere sövgünün bir parçası oldu. Majestelerinin "Komünist Parti"si olmaya soyunan SİP Genel Başkanı Aydemir Güler, görkemli bir direnişin ölümüne sürdüğü bir sırada tutup devrimcilerin ve devrimci siyasetin kanlı bir tasfiyesinden sözetti. Bu iki örnek, faşist katliam ve terörün reformist kafalı bu adamların iradesini ve ruhunu ezmekle kalmadığını, daha bir de onları bayağılaşmaya ve soysuzlaşmaya ittiğini gösterdi.
Bu örneklerden anlaşıldığı üzere, reformizm hücre karşıtı muhalefetin bütünlüğünü bilinçli ve hesaplı bir tutumla bozarak düşmana yaranma çizgisine kaymıştır. Gideceği yer de onunla birlikte tarihin çöplüğü olacaktır.
Diyarbakır'da 28 çocuk tutuklandı!..
Faşist devlet terörü sınır tanımıyor
Sermaye iktidarı 19 Aralık katliamı ile eşzamanlı bir operasyonu da Güney Kürdistan'daki PKK gerillalarına karşı başlattı. Bu eşzamanlı operasyon tabii ki düzenin çok yönlü tasfiye saldırısını açıkça göstermektedir. Türkiye'de ise bu saldırıya karşı yurtsever kitleler çeşitli şekillerde tepkilerini gösterdiler.
İşte bu eylemlerin birinde, Şanlıurfa'nın Viranşehir ilçesinde 9 Ocak akşamı gerçekleştirilen korsan eyleme polis panzerlerle saldırdı ve çevrede gördüğü 29 çocuğu gözaltına aldı. Gözaltının ardından mahkemeye sevkedilen çocuklardan 28'i örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklandı. Yaşananların topluma yansıması ve oluşan tepkiler sonucunda bu çocuklardan 22'si sonraki günlerde tahliye edilirken, 6 çocuk hala cezaevinde.
Çocuklardan biri 9 yaşında, yalnızca biri ise 18'in üstünde. Bu arada 6 yaşında çocukların da gözaltına alındığı ve yaşları uygun görülmediğinden olsa gerek serbest bırakıldığı da söylenenler arasında. Avukatlar ve çocukların aileleri çocuklarının gözaltında işkence gördüklerini ve bu nedenle ifadeleri imzaladıklarını söylüyorlar. Henüz oyun çağında olan 9 yaşındaki bir çocuğa işkence ederek ifade almaya çalışmak, ancak köklü bir katliam geleneği olan faşist devletin yapabileceği bir şeydir.
19 Aralık katliamının ardından gerçekleşen bu olayla bir kez daha devletin faşist yüzü sergilenmiş oldu. Evet, devlet 28 çocuğu tutuklayarak, gücünü ve yenilmezliğini bir kez daha gösterdi. Aslında gösterdiği, 19 Aralık'ta ve direnişin sürdüğü sonraki günlerde de fazlasıyla göstermiş olduğu; acizliği, korkaklığı, vahşiliği ve çaresizliğiydi.
Sermaye devleti bu pervasızlığı ve tahammülsüzlüğüyle, devrimci hareket nezdinde tüm toplumsal muhalefete karşı başlatmış olduğu azgınca saldırıya gösterilen direnişi bastırabilmeyi amaçlamaktadır. Ancak ne zindanlarda hücre saldısıyla, ne de dışarıda gözaltı, tutuklama ve işkence terörüyle amacına ulaşamayacak, kazanan direniş ve devrimci mücadele olacaktır.