ARSIVANA SAYFA
 
20 Ocak '01
SAYI: 03
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Ölüm Orucun Direnişi emekçilerin mücadelesine yol gösteriyor!
Direniş ruhunu alanlara taşıyarak saldırıları püskürtelim!
"Omuzlarımızdaki tarihsel yükün gereğini yerine getirmek boynumuzun borcudur"
Tıbbi müdahale işkencesi
Saldırının hedefi şimdi de avukatlar
Faaliyetlerimizden
Kamu emekçileri hareketi
Sınıf hareketi
Bor madenleri özelleştirme yağmasına açılıyor
"Yolsuzlukla mücadele" ya da sermayenin yalan kampanyası
Reformizmin direniş cephesine büyük ihaneti
Katliama utangaç destek
Katliam ve direniş/3
"Devrimin bekçileri"
Luxemburg ve Liebknecht için Berlin'de görkemli anma törenleri
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler/3
Ölüm Orucu direnişçileri anlatıyor
Direniş sürüyor
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Devrimin öncü misyonunu hücrelerinizin karanlığında boğmayı başaramayacaksınız

Ölüm Orucu Direnişi emekçilerin
mücadelesine yol gösteriyor!


Devrimci mücadelenin yükseldiği her yer ve durumda olduğu gibi ülkemizde de son aylarda sınıflar mücadelesinin belirleyeni, devrim ile karşı-devrim arasındaki çatışma oldu. Devrimci tutsakların Ölüm Orucu Direnişi, düzen cephesi tarafından kanlı bir saldırı ile kırılmaya, talepleri F tipi zindanların hücrelerine gömülmeye çalışıldı. Ancak bu mümkün olmadı, hevesler kursaklarda kaldı. Devrimciler, “ancak cesetleri çiğnenerek” götürüldükleri hücrelerde de direnişi sürdürüyorlar. Çatışmanın bu safhasını, bedeli ne kadar büyük olursa olsun, politik ve moral açıdan devrimciler kazanmış bulunuyorlar.

Direnişin sürüyor olması bu kazanımın ifadesi olmakla kalmıyor, fakat direnişin asli taleplerinin de aynen korunduğunu gösteriyor. Kanlı sermaye iktidarının katliam sonrasında çok özel çabalarla yeniden egemen kıldığı “suskunluk fesadı” bu yakıcı gerçeği bir nebze olsun örtemez ve ortadan kaldıramaz. Kanlı katiller cephesi bir kez daha pazarlık masasına oturmak ve devrimci tutsaklarla bu çerçevede görüşmek zorundadır. Direnişteki ölümüne kararlılık sonunda onları buna mecbur edecek, bunu bir kez daha birlikte göreceğiz. Daha vakit varken herkes bunca şehidin boşuna verilmediğini, bunca kanın boşuna akmadığını, hücre duvarları arasında sürmekte olan ölümüne kararlılığın boşuna sergilenmediğini anlamak zorunda.

Kanlı katiller cephesinin görünürdeki kararlılığı kimseyi yanıltmasın. Gerçekte katliam öncesinden daha ağır bir sıkıntıyı omuzlarında taşıyorlar. 32 ceset, rezil bir politik ve moral yenilgi ve alçaklık pahasına F tipi hücreleri faaliyete geçirdi. Ama tam da bu sayede, bu ölüm hücrelerinden beklediği “tecrit ve teslim alma” umudunu kendi eliyle kırmış oldu. Döktüğü kanla teslimiyetin kapısını açmayı, bunu tecrit hücrelerinde derinleştirmeyi ve giderek devrimci hareketi bitirmeyi umuyordu. Bunu açıktan ifade ve ilan ediyordu.

Rejimin bu hevesi de çatışmanın ilk safhasında boşa çıkmış bulunuyor. Dolayısıyla bu karşı-devrimci hedef ve amaç da şimdilik orta yerde durmaya devam ediyor.

Direnişin sürmekte olan talepleri ve rejimin korunan karanlık hedef ve amaçları, bir kez daha çatışmanın henüz bitmediğini gösteriyor, buna tanıklık ediyor.

Rejim açısından durumun hiçbir umut vaadetmediği, hatta giderek daha da içinden çıkılmaz hale geldiği açık bir olgudur.

Öncelikle; devrimci tutsaklara yönelik katliam saldırısıyla birlikte, dışarıdaki muhalefete karşı da şiddetin dozajını artırmakla, çatışmanın devrim cephesini giderek genişletmektedir.

İkincisi; sınıfa yönelik iktisadi-sosyal ve siyasal saldırılarının dozajını artırarak, böylece devrimci emekçi muhalefetinin zeminini güçlendirmektedir.

Üçüncü ve son olarak ise; peşpeşe patlayan krizler, açığa çıkan yolsuzluk ve hırsızlıklar da hem onu fazlasıyla uğraştırmakta, hem de içyüzünü sergileyerek teşhirini derinleştirmekte, dolayısıyla yine devrim cephesini güçlendirmektedir. Zaten düzenin devrimci hareketi bitirme arzu ve hırsını artıran da, bu yapısal bozukluk zeminini, bunun kaçınılmaz sonuçlarını bilmesidir.

Hücre karşıtı mücadelenin dışarıdaki ayağına yönelik artan devlet terörünün bir süredir önemli güç kayıplarına yol açtığı açıktır. Ancak bu, esasta sadece maddi güce/niceliğe tekabül ediyor. Eylemlere yönelik sistemli bir gözaltı ve tutuklama furyası, kurumların kapatılması vb., dışarıdaki mücadelede bir zayıflama görüntüsü yaratıyor. Fakat mücadelenin dışarıda da en az içerideki kararlılığını koruduğu da bir o kadar açıktır. Maddi/nicel güç kayıplarının yarattığı zayıflık görüntüsü geçici ve talidir. Daha doğrusu, bunu hızla telafi etmek, ısrar ve kararlılıkta kendini ifade eden moral ve politik gücü hızla yeniden maddi güce dönüştürmek mümkün ve zorunludur. Bu yalnızca bir önderlik çabası ve kısmen de zaman sorunudur.

Bunu başarmak zorunludur; zira Ölüm Orucu eyleminin zaferle sonuçlanıp taleplerin kazanılmasında, artık çok şey mücadelenin dışarıdaki durumuna bağlıdır. İki nedenle bu böyledir:

Birincisi, devrimci tutsakların hücrelerde, tecrit koşullarında bulunmasıdır. Onlar buna rağmen en ileri düzeyde direnerek bize gerekli politik ve moral önkoşulları sağlıyorlar. Biz bunu dışarının tamamlayıcı sorumluluğu ile birleştirmek zorundayız.

İkincisi ise, Ölüm Orucu Direnişi’ne konu olan taleplerin, giderek azgınlaşan saldırılarla birlikte, artık içeriden çok dışarının sıkıca sarılması gereken talepler olduğunun daha da ortaya çıkmış olmasıdır. Bu, artık, özellikle saldırı hedefine konulan kurum ve çevrelerin asli sorunu haline gelmiş durumdadır.

Bunu başarmak mümkündür; zira sistemin giderek genişleyen bir yelpazeyi hedef alarak cephesini genişlettiği saldırıları, tepkileri de artırmakta, dolayısıyla mücadelenin alanını ve imkanlarını genişletmektedir. Devrimci hareket, saldırıların yol açtığı maddi kayıplara rağmen bu imkanı yeterince değerlendirebilirse eğer, hem mücadeleyi yükseltme ve hem de maddi kayıplarını telafi etme olanağı bulabilecektir.

Kuşkusuz rejimin çok yönlü ve çok hedefli sistematik saldırılarla amaçladığı, dış desteğini keserek direnişi hücrelerde boğmaktır. Ancak hesaplamadıkları, hesaplasalar da çözümsüz kaldıkları konu, içerideki devrimci azim ve kararlılığın dışarıyı da büyük oranda etkilediği/belirlediğidir. Bu açıdan bakıldığında ise, bugün için sadece devrimci eylemin değil, demokratik kitle mücadelesinin de bir bakıma “içeriden yönetildiği”dir. Elbette bu devletin üzerine katliam öncesine kadar demagoji yaptığı türden değil, fakat daha çok bir moral yönlendirmeyi, siyasal kararlılıkta ifadesini bulan bir örnek tutumu, bu anlamda bir yol göstericiliği ifade ediyor. Bu da işin doğasını, yani devrimin öncü karakterini ortaya koyuyor.

Devrimin, süreci kazanmak, talepleri koparıp almak konusundaki avantajı, salt kendi moral üstünlüğü ve güçlenen demokratik muhalefet zemini de değildir. Sınıf ve kitle hareketi zemininin avantajları da giderek artmaktadır. Bu cephede her ne kadar süregiden bir durgunluk sözkonusu ise de, 1 Aralık türünden çıkışların da gösterdiği gibi, her an patlamaya hazır bir dinamiğin giderek büyüdüğü de ortadadır. Bu dinamiği büyüten ise, bizzat sistemin kendisidir. Sadece İMF-TÜSİAD yıkım programının iktisadi-sosyal hak gasplarıyla değil, bunları hayata geçirebilmesi için zorunlu gördüğü siyasal saldırıyla, demokratik hak gasplarıyla da, sermaye düzeni giderek daha geniş kitleleri daha etkin biçimde karşısına alıyor. Kitleleri düzenden uzaklaştıran/karşısına geçiren, sadece sistemin karşı saldırısı da değildir. Her gün daha bir açığa dökülen iç yapısı, çürüme ve kokuşmasıdır da aynı zamanda. Kriz yönetimi adına aldığı her önlem, sistemdeki bozukluğu, onun emeğe-insanı insan yapan değerlere-nasıl da yabancılaştığını/düşman hale geldiğini ortaya koyuyor.

Hırsızları, soyguncuları, katilleri koruyup-gözeten/besleyip-büyüten bir çark, kitlelerin gözü önünde, emekçinin alınteri-devrimcinin kanıyla döndürülmeye zorlanıyor. Batık bankaları kurtarmaya akıttığı korkunç meblağları gizlemeye bile ihtiyaç duymuyor; aynı zamanda işçi ve memur ücretleri için sıfır zam dayatmaktan da çekinmiyorlar. Son derece sınırlı taleplerle gerçekleştirilen 1 Aralık eylemine, cezalandırma tehditleri eşliğinde açtıkları soruşturma terörüyle yanıt veriyorlar.

Enerji, iletişim, ulaşım gibi bir ülkenin bağımsızlığının temsili ve garantisi konumundaki sektörleri, rezerv açısından dünyada ikinci sırada gelen (birinci ABD) boraks gibi önemli madenleri, emperyalist tekellere göz göre göre peşkeş çekmek istiyorlar.

Sınıf ve kitle hareketindeki durgunluk, hiç de sınıfın ve emekçilerin bu gelişmelerden bihaber, bunlara karşı duyarsız olduğunun göstergesi değildir. Bor madenlerinin özelleştirilmesine karşı Bandırma’da yapılan miting ve öncesindeki tüm özelleştirme karşıtı eylemler, bu eylemlerin şiarları (devrimci önderlikten yoksun olmasına rağmen anti-emperyalist bir siyasete tekabül eden bu şiarlar); 1 Aralık genel eylemiyle ortaya konulan düşük ücret politikasına tepki ve siyasal gelişmelere (zindanlardan yükselen demokratik taleplere) duyarlılık tablosu; ve nihayet, Ölüm Oruçları devrimci eyleminin ayrıştırıcılığında öne çıkan, örgütlü emeğin onurunu savunan ve temsil eden demokratik kitle örgütleri ve meslek örgütleri...

Tüm bu gelişmeler, süregiden durgunluğun altında devrimci bir mayalanmanın nasıl günden güne geliştiğini göstermeye yeterlidir. Tüm bu göstergelere rağmen durgunluk bir türlü kırılamıyorsa eğer, bu, sınıf hareketi cephesindeki sendikal ihanetin bir türlü kırılamaması yüzündendir. Gelinen noktada “cinayet” kelimesinin bile karşılamakta aciz kalacağı bu aşağılık ihanetin simgesi ve temsilcisi konumundaki Türk-İş’in geçtiğimiz günlerde toplanan Başkanlar Kurulu’ndan, çıka çıka hükümetle görüşme kararı çıktı. Ne açıktan ilan edilen kamu sözleşmelerinde sıfır zam tehdidine yanıt, ne bor maden işçilerinin özelleştirme karşıtı mücadelesini sahiplenme, ne başka bir şey...

Sınıfın sorun ve ihtiyaçlarıyla taban tabana zıt, sendikaların tepesine yerleşmiş bu kastı dağıtacak tek güç, yine sınıfın aşağıdan doğru gelişecek bir eylem fırtınası olabilecektir. Bunun örgütlenmesi ve yönlendirilmesi ise, devrimcilerin, özelde de sınıf devrimcilerinin sorumluluğundadır. Daha uzun vadeli bir görev alanını tanımlayan bu sorumluluğun, günü ilgilendiren yanında ise, sınıfta ve emekçi kitlelerde sisteme karşı artan güvensizlik ve tepkiye siyasal kanallar açabilmek vardır. Bu çerçevede ve bugün için, emekçilerin mücadelesini Ölüm Orucu Direnişi’nin talepleriyle buluşturmak vardır. Bu talepleri, sınıf ve kitlelerin diğer talepleriyle bağlantısı içinde, bıkıp usanmadan sınıfa ve emekçilere anlatmayı sürdürmeliyiz. Tabii, hücrelerdeki direnişin güç ve onurunu, onu sahiplenmenin önem ve sorumluluğunu da.

Kritik günlere dayanan Ölüm Oruçları’nın daha ne kadar bedele mal olacağı, önemli oranda, dışarıdaki sahiplenmenin gücüne bağlıdır. Görev ve sorumluluklara bu bilinçle sarılmak durumundayız.