ARSIVANA SAYFA
 
25 Kasım '00
SAYI: 44
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
1 Aralık genel eylemi ve öncü kamu çalışanlarının görevleri
Süresiz Açlık Grevi eylemi Ölüm Orucu’na dönüştürüldü!
Ölmelerini beklemeyeceğiz, biz de öleceğiz!
Bedenlerimizi açlığa yatırdık!
Devrimci tutsakların direnişini destekliyoruz!
Biz 1 Aralık genel grevine hazırız!
TEKEL işçilerine açık mektup
Özelleştirme saldırısını püskürtmek için ne yapılmalı
Enerji sektöründe direniş çizgisi güçlendirilmelidir
Komsa grevi sürüyor
“Enflasyonu indirdik” yalanı ve gerçekler
İşçi kadının sorunları
Fabrikalarda taşeronlaştırmaya hayır!
Operasyonal devlet ve operasyonların perde arkası
Gençliğin eğitim hakkına yeni saldırılar
ODTÜ’den Ölüm Orucu Direnişi’ne estek!
İsviçre: Zindan direnişine destek için açlık grevi
Köln’de zindan direnişiyle dayanışma açlık grevi
Çok geç olmadan zindan direnişine sahip çıkalım!
Basından seçmeler
Clinton’ın Vietnam çıkarması
Kurtuluş uğruna devrimci fedakarlık
Uluslararası hareket
Partiyi bekleyen görev ve sorumluluklar
Ekim Devrimi ve partinin yıldönümü etkinliği
Pratik faaliyetlerimizden
Mücadele Postası
 



 
 
Suskunluk Ölümü Önlemez


Aydın Engin/Cumhuriyet/21 Kasım ‘00


Bir ay önce hapishanelerdeki siyasal tutuklu ve hükümlülerin bir kesimi açlık grevine başladı. 30 uzun gün geçti. Suskunluk duvarları kırılacağına pekişti. "Niye açlık grevine gidiyor bu insanlar" sorusunu ne soran oldu, ne sorgulayan. Açlık grevinin kendisi yankı bulmazken greve geçildiği günlerde altı çizilen bir cümle haydi haydi yankısız kaldı. Siyasi tutuklular 30 günün sonunda açlık grevini bir üst aşamaya yükselteceklerini, "ölüm orucu" na geçeceklerini söylemişlerdi.

30 gün doldu. Şimdi hapishanelerde "ölüme yatılıyor" . (...)

***

Anlamak gerek. Orayı bilmek gerek.

Hapishanedir. Yasanın suç saydığı fiili gerçekten işlemişsen de taleplerin vardır.

Hukukun, hükümlüler için çizdiği çerçeveye uyulmasını istersin. Hastalandığında dayak yemeden, itilip kakılmadan doktora çıkmanın hakkın olduğunu bilirsin; hapishane yönetimi sancılar, acılar içinde kıvranan sana "Sevk aracı yok, bugün hastaneye yollayamıyoruz" dediyse, sancılar; acılar içinde kıvrananan sen "mahpus yurttaşın haklarını" savunmaya kalkıştığında bir kez daha ve belki daha da hunharca dayak yiyorsan...

...ölmeye yatarsın.

Hapishanedir. Yüreğinin derinliklerinde isyan ateşleri yanar. Bir bildiri dağıtmaya, bir basın bildirisi okumaya, bir "yasak" yayın bulundurmaya 15 yıl, 18 yıl, 22 yıl ceza kesildiğini yüzüne karşı okuduklarında yüreğinde yanan ateşin alevleri dışarı taşar. Haksızlığa boyun eğmemek, gencecikken geleceğinin karartılmasına karşı çıkmak için davranırsın, ama kuşatılmışsındır. Dört duvar arasında, ağır sürgülü demir kapılar ardındasındır...

Çıplak bedenini mermi yapıp, ölüm silahının namlusuna sürmekten öte çıkarın yoktur.

Ölmeye yatarsın...

İsteklerin vardır. Alt alta sıralayıp her türlü medya kuruluşuna iletmişsindir ve sağır duvarlara çarpmışsındır. Sesini duyurmak için, sağır duvarları kırmak için açlık grevlerine yatmışsındır. Otuz gün açlık grevi ile sesine kulak verilmesini sağlamak istemişsindir. Mapushane duvarlarından daha sağır duvarlar ses vermemiştir. Umarı çıkarı yoktur.

Ölmeye yatarsın...

***

1996 Temmuzu'nu anımsayın. O uğursuz günlere giden haftalar, aylar boyunca isteklerine yanıt almak, sorunlarına çözüm bulmak için çırpınan gencecik insanlar sonunda ölmeye yatmışlardı.

İstekleri pek yalındı. Mehmet Ağar damgalı o kapkara kararnameye itiraz ediyorlardı. (...) Mahkemeye gidiş gelişlerinde metal tabutları andıran ring araçlarına inerken ve binerken jandarmanın bellerinde, kafalarında kalın sopalar kırmasına bir son verilmesini istiyorlardı...

Mafya babalarına elpençe duran hapishane yönetimlerinin, "yan baktın, sağa baktın, sola baktın" gibi sudan gerekçelerle görüş haklarını yok ettikleri keyfi uygulamaların bitmesini istiyorlardı...

Son çareye başvurmaktan başka umarları kalmadıydı. Çıplak bedenlerini mermi yapıp ölüm silahının namlusuna sürdüler. 1996 Temmuzu'nda on gencecik yurttaş, sağ girdikleri hapishaneden ölü çıktılar.

Anımsayın o günleri, "mahpus yurttaşlar" ölmeye yattıklarında pek de kulak asmayanlar, art arda gelen ölüm haberleriyle sarsıldılar, utandılar, ürktüler ve aynada kendilerine bakarken gözlerini kendilerinden kaçırdılar.
O genç insanlar, mahpusun çaresizliğinde ölebileceklerini kanıtladılar.

Onları kanıtlamak zorunda bırakan bizler utandık.

***

İki gündür hapishanelerde insanlar ölüme yattı. Çok geçmez ölüm haberleri gelir.

Bugün susmak, sadece ölümü çabuklaştıracak.

Ne istiyorlar ve istediklerinden kolayca (ya da zorca) gerçekleştirilebilecek olanlar var mı?

Bu sorunun yanıtı bile ölüme yatanlara kulak vermekle mümkün.

Devleti yönetmek misyonunu üstlenenler, ölüme yatan yurttaşlara karşı suskunluk duvarlarının ardına saklanamazlar.

Bir çözüm vardır. Mutlaka vardır. Ölümden "daha iyi bir çözüm" mutlaka vardır. (...)





Hücre ya da izolasyon


Aslı Erdoğan/Radikal, 21 Kasım ‘00


"Bir otelde özel bir oda, alabildiğine insancıl geliyor kulağa, değil mi? Ama amaçları kesinlikle insancıl değil, tersine kurnaz bir yöntem uygulamaktı, bana inanabilirsiniz... Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz... İnsan yüzü görmeden, insan sesi duymadan göz, kulak, bütün duygular sabahtan geceye, geceden sabaha en ufak besi alamıyordu, insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle, dört beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu, o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi. Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan, zamandan yoksun boşlukta... Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayıncaya dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız."

İkinci kez alıntıladığım bu cümleler Stefan Zweig'in 'Satranç' adlı romanından. Bitmez tükenmez bir heves ve yaratıcılıkla kendi türdeşine işkence yapan insanoğlunun, inceliklerini geliştirdiği bir yöntemi anlatıyor: Tecrit.

Ya da izolasyon. Ya da hücre.

İster bir otel odası olsun, isterse tek bir ampulün olgun ışığıyla aydınlanmış, rutubetli, havasız, haşarat ve pislik dolu bir hücre. İsterse duvarları hiçbir ses geçirmeyecek denli kalınlaştırılmış, ışığı standlara göre ayarlanmış bir akustik-optik izolasyon hücresi. Sonuç aynı: Diri diri gömülme. Bedenin ve ruhun ağır, acılı yıkımı.

Kapatılmak, şiddetin uç noktası. Yalnızca dört duvar arasına konmak değil anlamı, çok daha öte, benliğini oluşturan her şeyin engellenip kısıtlanması demek. Her ayrıntısı belirlenen ve denetlenen, her an gözlenen, zorbalığa ve şiddete maruz bırakılmış bir yaşam demek. İnsanı bir nesneye, bir sayıya, bir hiçe indirgemeye çalışan dev bir aygıttan kişiliğini, benliğini, kendini korumaya çalışmak demek.

Bütün bunlara, mahkûmu, özgürlüğü yasalarca belli bir süre elinden alınmış bir insan gibi değil de, sindirilmesi, ezilmesi, hizaya getirilmesi gereken bir düşman gibi gören anlayış eklendiğinde... Sonuçları hepimiz biliyoruz.

Cezaevlerindeki koşulları, bu koşullar nedeniyle geri dönüşsüz hastalıklara yakalananları, tedavisi yapılmayanları... Baskıları, hak ihlallerini... Ölüm oruçlarını... Diyarbakır'ı, Ümraniye'yi, Ulucanlar'ı... Kopartılan, kopartıldıktan sonra çöpe atılan kolu...

Bu cümleleri değişik sözcükler ve dizilişlerle daha önce de yazdım, hem de birden fazla kez. Nasıl hücreler hep orada durup yeni mahkûmlarını bekliyorsa, bu cümleler de bir yerlerde durup bekliyor. Yeni biçimlerde, yeni kalemlerce dillendirilmeyi... Duyulmayı... Yeniden, yeniden atılan çığlıklar gibi ya da bir kez atıldı mı yıllar boyu süren, uzayan, bitmeyen, yankılanan tek bir çığlık gibi.

Cemal Çakmak'ı hatırlıyor musunuz? Sanırım, hayır. Ama 'Sonunda hamama götürdüler' başlıklı yazımı okuduysanız, mektubunu hatırladığınıza eminim. Belki de unutmamanız, unutmamamız için bir kez daha alıntılıyorum.

"Sonunda hamama götürdüler. Ama burası hamam olmaktan çıkmış, mezbahaya çevrilmişti. Ellerindeki bıçak ve bistürilerle boyunlar kesiliyor, sırtlara yarıklar açılıyor, bacaklar adeta doğranıyordu. Demir çubuklarla kafalar, kollar, bacaklar kırılıyordu. Çivili sopalarla vuruyor, çiviler sonuna dek etlere gömülüyor, kemiklere çakılıyordu ... Kendime geldiğimde ellerim arkadan kelepçeli, çırılçıplak ve yarı ölü haldeydim. Akşam olmuştu."

Yaklaşık on gün önce, tutuklu ailelerinin F tipi ve açlık grevleriyle ilgili düzenlediği panelde, Cemal Çakmak'ın bir yakını ile karşılaştım. Yazımı okumuştu. Bana yazıya koyamadığım çok önemli bir noktayı hatırlattı. Ne yazık ki köşem de, kalemim de, yüreğim de sınırlı. Sözcükler sınırlı. Ulucanlar ve Burdur operasyonlarını atlatmış Cemal Çakmak'ın durumunun çok ağır olduğunu, mektubunda ayrıntılı biçimde anlatılmış nöbetler geçirdiğini ve acilen tedavisi yapılmazsa... Sonunu getiremedim, kusura bakmayın.

(Yazının orijinal başlığı: “Hatırlatmalar”)





35 yıldır her türlü kanlı, kirli ve karanlık işin, her türden hırsızlığın, yolsuzluğun ve soygunun tepesinde yer almış babaların “baba”sı, işin ucu kendine deyince “hukuk”tan konuşuyor!..

Demirel “hukuk”suzluktan yakınıyor!



"Hem serbest piyasa ekonomisi diyeceksiniz, pazar ekonomisi diyeceksiniz, hem liberal ekonomi diyeceksiniz, hem liberal siyaset diyeceksiniz, sonra da bu ülkenin adamlarının tuttuğu işi yapmış olmaya pişman edeceksiniz. Bu olmaz. Herkesin dikkatini çekiyorum"

"Geçmiş yıllarda ideolojik kavgalar vardı. Geçmiş yıllarda bu kavgaların içinden gelirken, ülkede servet, itibar ve zenginlik düşmanlığı vardı. Servet, itibar ve zenginlik düşmanlığı çok kolaylıkla yapılabilen şeylerdir. Yalnız o tahrik ve teşvik edildiği takdirde, o zaman ülkeyi kalkındırmakta fevkalede zorluklar görürsünüz. İdeolojik kavgalara ülkemiz yeniden sürüklenmemelidir"

"Bu ülkede kötü insanlar da vardır. Yalnız herkes yanlış yapıyor, herkes kötüdür, hiçkimseye güvenilmez noktasından hareket ederseniz, bu ülkenin insanlarını, evvela kendilerinin dürüst olduğunu ispatlamaya mecbur edersiniz. Eğer birisinin iddiası varsa, o iddiayı ispatlamak kendisine aittir. Bu ülkenin insanları kendilerinin düzgün insanlar olduğunu ispatlamak gibi bir sorumlulukla karşı karşıya iseler, bu ülkede güven falan olmaz. Görüyorum son günlerde iş hayatında bir ürküntü var. Bu ürküntünün daha derinleşeceğinden endişe ediyorum"

"Hukuk devleti kavramını yitirdiği zaman ülke, o zaman siz ne kadar ‘bu hukuk devletidir’ derseniz yine bu ülkenin insanlarını tatmin edemezsiniz" (21 Kasım tarihli gazeteler...)