ARSIVANA SAYFA
 
25 Kasım '00
SAYI: 44
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
1 Aralık genel eylemi ve öncü kamu çalışanlarının görevleri
Süresiz Açlık Grevi eylemi Ölüm Orucu’na dönüştürüldü!
Ölmelerini beklemeyeceğiz, biz de öleceğiz!
Bedenlerimizi açlığa yatırdık!
Devrimci tutsakların direnişini destekliyoruz!
Biz 1 Aralık genel grevine hazırız!
TEKEL işçilerine açık mektup
Özelleştirme saldırısını püskürtmek için ne yapılmalı
Enerji sektöründe direniş çizgisi güçlendirilmelidir
Komsa grevi sürüyor
“Enflasyonu indirdik” yalanı ve gerçekler
İşçi kadının sorunları
Fabrikalarda taşeronlaştırmaya hayır!
Operasyonal devlet ve operasyonların perde arkası
Gençliğin eğitim hakkına yeni saldırılar
ODTÜ’den Ölüm Orucu Direnişi’ne estek!
İsviçre: Zindan direnişine destek için açlık grevi
Köln’de zindan direnişiyle dayanışma açlık grevi
Çok geç olmadan zindan direnişine sahip çıkalım!
Basından seçmeler
Clinton’ın Vietnam çıkarması
Kurtuluş uğruna devrimci fedakarlık
Uluslararası hareket
Partiyi bekleyen görev ve sorumluluklar
Ekim Devrimi ve partinin yıldönümü etkinliği
Pratik faaliyetlerimizden
Mücadele Postası
 



 
 
“Enflasyonu indirdik” yalanı ve gerçekler


Bilindiği gibi; 1999-2002 arasında üç yıla yayılacak olan sosyal yıkım programının kitleler nezdinde güvenilirliğini artırma, herşeyin iyi olacağı beklentisini yaratma çerçevesinde sermaye propagandistlerinin en fazla sarıldığı argüman, “Son bir kez acı ilacı içeceğiz, ama böylece enflasyon canavarının belini de kıracağız” demagojisiydi. İMF-TÜSİAD programını uygulama yollarından biri işçi sınıfı ve emekçileri baskı ve zorla sindirmek, diğeri ise yalana ve çarpıtmalara dayalı demagojilerle kitleleri beklentiye sokma ve sersemletmektir. Sosyal yıkım programının tahrip edici sonuçlarının yaratacağı tepkinin frenlenmesinde sermaye devletinin sarıldığı temel argüman hep de “enflasyonun belini kırma” masalı oldu.

İşçi ve emekçileri kurtarmaktan bahsettikleri “enflasyon canavarı”, gerçekte emperyalist tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin bilinçli bir tercihidir. Enflasyon emekçilerden sermayeye bir gelir aktarma mekanizmasıdır; onyıllardır işçi sınıfı ve emekçilerin alım gücünün minimize edilmesi hedefi doğrultusunda kullanıldı, kullanılıyor.

Enflasyonu düşürme iddiasının bir yılın sonunda ortaya çıkan sonuçları gerçeği tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Sermaye devleti işçi sınıfı ve kamu emekçilerinin ücret artışlarında da, emekçi köylünün ürün baş fiyatlarını belirlenmesinde de, “hedeflenen enflasyon” politikası doğrultusunda “artış”ı dayattı. Yine “son bir kez daha fedakarlık yapacaksınız” masalına sarıldı. Çok zorlanmadan amacına ulaştı.

Reel olarak ortaya çıkan ciddi ücret kayıplarına rağmen sonuçlar ortadadır. Toptan eşya fiyatlarında (TEFE) yüzde 20, tüketici fiyatlarında (TÜFE) ise yüzde 25 olarak ilan edilen enflasyon hedefi aylarca önce boşa çıktı. DİE 2000 yılı sonu itibariyle enflasyonun TEFE’de yüzde 40, TÜFE’de ise yüzde 50 olarak gerçekleşeceğini açıkladı. Mufakta gerçekleşen enflasyonun ise gerçekte yüzde 70-80 olduğunu işçi ve emekçiler yaşayarak görüyor. Kimi burjuva kalemşörler bile bu açık gerçeği itiraf etmek zorunda kalıyorlar.

Bir an üç yıllık yıkım programı sonucunda enflasyonun tek haneli rakamlara indirildiğini düşünelim. Bu düşüşün elbetteki bir faturası olacaktır. Böyle bir “başarı”nın yakalanması için bütçe açıklarının minimuma indirilmesi, bütçenin gelir-gider kalemlerinde ortaya çıkan eşitsizliğin giderilmesi, yani bütçenin denkleştirilmesi gerekir. Kapitalizm koşullarında böylesi bir sonuca ulaşmanın iki yolu vardır. Birincisi, ekonomik bunalımın, ondan bağımsız olmayan bütçe açıklarının sorumlusu kapitalistlerin kârlarından fedakarlık ederek, neden oldukları krizin faturasını ödemeleridir. İkincisi ise, her zaman olduğu gibi krizin faturasını işçi sınıfı ve emekçilerin ödemek zorunda kalmasıdır.

Sermaye iktidarının sürdüğü koşullarda kapitalistlerin neden oldukları krizin faturasını ödemeleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu ancak devrimci sınıf mücadelesinin burjuvaziyi çok fazla zorladığı koşullarda mümkün olabilir. Zira burjuvazi için iktidar herşeyin başıdır. Bundan dolayı iktidarını riske etmemek için devasa kârlarından bir parça “fedakarlık” yapmayı bir parça göze alabilir. Kaldı ki, enflasyonun düşürülmesine yol açıp açmamasından bağımsız olarak, bir yıllık uygulamaların işçi sınıfı ve emekçileri içine ittiği koyu sefalet, faturayı kimlerin ödedeğini anlatmaya yeter de artar bile.

“Enflasyonla mücadele programı” çerçevesinde neler yapıldı? Ücretler yüzde 25 oranında budandı. Eğitim, sağlık ve emeklilik gibi sosyal harcamalara ayrılan pay, yüzde 50 oranında geriledi. Özelleştirme uygulamalarının ilk elden sonucu her zamanki gibi işsizlik oldu. Bu da yetmedi, personel giderlerinin en alta çekilmesi çerçevesinde, kamu emekçilerinin iş güvencesini ortadan kaldıracak KHK gündeme getirildi.

Bu program enflasyonu düşürme adı altında şirin gösterilmeye çalışılsa da, işçi sınıfı ve emekçilere yönelmiş tarihin en kapsamlı ekonomik-sosyal yıkım programıdır. Uygulanabildiği koşullarda, bundan doğal olarak uluslararası sermaye ve işbirlikçisi Türk tekelci burjuvazisi büyük bir kazanç sağlayacaktır. Bütçe açıklarının azaltılması, borçların düzenli olarak ödenmesi yoluyla yeni kredi akışının güvenceye alınması, faizlerin düşürülmesi, varolan vergilerin yüzde 60 oranında artırılması, geçici vergilerin kalıcılaştırılması vb. uygulamaları içeren böylesi bir programın işçi ve emekçilerin yaşamındaki karşılığı ise, iktisadi ve sosyal yıkımın daha da derinleşmesi olacaktır.

Burjuvazi durmadan yoksulluğun, sefaletin kaynağı olarak gösterdiği enflasyondan kurtuluşun ancak “acı ilacı son bir kez içmek”le mümkün olacağını yineliyip duruyor. Onyıllardan beridir uygulanan İMF-TÜSİAD programlarının tümünde de, alınan kararların eksiksiz uygulanması durumunda herşeyin işçi sınıfı ve emekçiler açısından daha iyi olacağını iddia edildi. Oysa sonuçta emekçilerin durumu hep de kötüye gitti. Bu anlaşılır bir durumdur, zira yoksulluğun, sefaletin ve buna eşlik eden baskının kaynağı sermaye iktidarının ta kendisidir. Onun krizi yapısaldır. Hiçbir “acı ilaç” onun çürümüş ve kriz üreten niteliğini değiştiremez. Acı ya da tatlı ilaç çürümüş sermaye düzenini tedavi edemez. Bu önlemler koyu bir zulüm ve sömürü demek olan düzenin yalnızca ömrünü uzatabilir.

Enflasyonu gerçek anlamda işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamından çıkarmanın da, sömürü ve sefaleti yok etmenin de biricik yolu, tüm bu kötülüklerin, yıkımın kaynağı sermaye iktidarını yıkmaktır.





Ambar işçisi sınıf kardeşlerime!..


Bu mektup, şu an Ölüm Orucu’na çevrilmiş Süresiz Açlık Grevi
direnişine katılmış ambar işçisi bir tutsak tarafından 16 Kasım’da kaleme alınmıştır.


Merhaba arkadaşlar!
Ben de sizler gibi bir ambar işçisiydim. Şu anda Ümraniye Hapishanesi’ndeyim. Suçum, ağır çalışma koşullarına başkaldırmak. Yani düşük ücretle 12-16 saat çalıştırılmaya, hakarete, haksızlığa karşı gelmek ve bu uğurda mücadele etmek. Benim gibi binlerce kişi şu an zindanlarda. Zama, zulme, sömürüye başkaldırdığı için, “terörist” diye zindana atılmışlar.

Devlet bizleri hücrelere tıkmak için hiçbir masraftan kaçınmıyor. Bu uğurda, milyonlarca dolar harcadı, harcıyor. Kamu emekçileri “yüzde on” sefalet zammıyla açlığa mahkum edilirken, hücreler için milyonlarca dolar harcanabiliyor. Depremzedeler ikinci kışını da aç açıkta geçirip, soğuktan donarken, silahlanmaya milyonlarca dolar hacanabiliyor. Bir fabrikada işçiler sendika, sigorta ve insanca yaşamak için ücret talep edip örgütlendiklerinde, jandarma dipçiği, polis copu eksik olmuyor.

Bizler bu haksızlıklara karşı mücadele ettiğimiz için zindanlara atıldık ve şimdi de hücrelere sokulmak isteniyoruz. Yani anlayacağınız, sermaye devleti “dikensiz gül bahçesi” yaratmak istiyor. Neden? Milyonlarca işçi ve emekçinin sırtından geçinen bir avuç asalak daha rahat yaşasın diye!

Hergün televizyonlardan izliyorsunuz; “cezaevleri kanayan bir yara”, “devlet cezaevlerine hakim değil” gibi uydurma sözlerle, kamuoyunu ve emekçileri aldatmaya çalışıyorlar. Hücreleri lüks oteller gibi göstermeye çalışıyorlar. Televizyonlardan bunları yansıtmaya çalışıyorlar. Ancak asıl amaçları bizi devrimci düşüncemizden, inançlarımızdan soyundurup, kişiliksiz, tepkisiz bir birey haline çevirmek. Bunu da, bizleri hücrelere birer ikişer koyup, etkisiz hale getirmek, yalnızlaştırmak ve en son olarak da teslim almak için yapıyorlar.

Bizler ise buna karşı, “ölürüz, hücrelere girmeyiz” şiarıyla, 20 Ekim tarihinden itibaren bedenlerimizi açlık grevine yatırdık. Eğer taleplerimiz kabul edilmezse, eylemimizi 30. günden sonra Ölüm Orucu’na çevireceğiz. Tıpkı ‘96 Ölüm Orucu’nda olduğu gibi. Şu anda açlık grevimizin 27. günündeyiz.

Sizlere üç kuruş maaş verip evinize hapsedenler, bizi hücrelere; herbirinizin üstüne 3-5 kişilik işi acımadan yıkanlar, bizi işkencelere; en küçük hak talebinde sizi işsizliğe mahkum edenler, bizleri onursuzluğa, teslimiyete mahkum etmek istiyorlar. Sadece bizi değil. Açlığa, sefalete başkaldırmayı, güzel bir dünya özlemini hücreye kapatıp, sonuçta yaşamı hücreleştirmek istiyorlar.

Ben ise bu mektubu içinizden biri olarak yazdım ve sizleri tüm bunlara karşı mücadeleye çağırıyorum.
Yaşamın hücreleştirilmesine izin vermeyelim, vermeyeceğiz!

SAG direnişçisi ambar işçisi bir tutsak