- Kızıl Bayrak'tan...
- Dönemin görev ve sorumlulukları
- 30. yılında 15-16 Haziran, yol gösteriyor!
- KESK seçimleri 2000
- Öncü kamu emekçilerinin devrimci programı
- Onurlu kamu emekçisi hesap soruyor
- SASA grevinde kim kazandı?
- SASA grevinin ardından...
- En büyük asalaklardan Sabancı
- Murat Dil ölüme terkediliyor
- Sözün bittiği yerdeyiz!
- Saldırıyı karşı saldırıyla püskürteceğiz!
- Türkiye’de asgari ücret uygulaması...
- DEÜ’de hücre karşıtı platform
- Güney Kore: 70 bin işçi
- Clinton’ın son Avrupa gezisi
- Almanya: Kamu emekçileri greve
- Bir "iç savaş" güncesi
- Komünist militanlardan
- Senin ardından hep seninle!..
- Mücedele Postası...



 
 
Clinton’ın son Avrupa gezisinin gösterdikleri:

Emperyalist sistemin derinleşen iç çelişkileri

C. Kaynak


Sovyetler Birliği’nin çöküş dönemine girdiği ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren, uluslararası ilişkiler ve güçler dengesi “anormal” bir biçime büründü. Tek kutuplu, tek sesli, Washington merkezli bir dünya! Emperyalist-kapitalist sistemin rakipsiz jandarması olan ABD emperyalizminin çıkarları, iradesi, politikası, küstahlığı, vb., yaklaşık on yıldır uluslararası ilişkilerin içeriğini saptamaya, gündemini belirlemeye devam ediyor. Bu süre zarfında yaşanan tüm gelişmeler, şu veya bu şekilde bu anormalliğin somut kanıtları oldu. Körfez savaşı, Ortadoğu sorununa dayatılan “çözüm paketi”, Balkan savaşı, İMF reçetelerinin uygulanması, Dünya Ticaret Örgütü pazarlıkları vb. gibi konularda Washington’un emrivakileri, bu dönemin temel karakteristiklerini belirledi. İnsanlık tarihinde uluslararası ilişkilerin ilk kez kazandığı bu biçim, ABD’ye dünyaya hükmetmek için olağanüstü olanaklar sağladı. Bunun doğal sonucu olarak, ABD emperyalizmi dünyayı adeta bir şamar oğlanına çevirdi.

Bu durum pratik açıdan hiç de şaşırtıcı değildir. Uluslararası güçler dengesinin toplu çöküşünün ve savrulmasının doğal sonucudur. Çünkü, sermaye dünyasının baş jandarması ABD emperyalizmini dizginleyen, onu birçok konuda ihtiyatlı davranmaya, hem müttefikleri hem de hasımları ile uzlaşmaya zorlayan bir güç olarak Sovyetler Birliği vardı. Büyük Ekim Devrimi’nden ‘80’li yılların sonlarına kadar bu saflaşma, uluslararası ilişkileri belirledi. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte ortaya çıkan yeni güçler dengesi ve ilişkiler, Washington’u, politikasını uygulamakta karşılaştığı tüm engellerden kurtardı. Ona, uluslararası planda ve her alanda, tarihte eşine asla rastlanmamış bir hareket serbestliği tanıdı.

Bu fiili durumun yarattığı atmosfer ve basınç, ABD emperyalizminin bu konjonktürel rahatlığının, emrivakiliğinin teorisinin yapılmasına yol açtı. Burjuva medyada en çok sesi duyulan analistler, strateji uzmanı olduklarını iddia edenler, sermaye düzeninin kiralık kalemleri koro halinde, yıllarca bunun böyle devam edeceği ve başka bir alternatifin olmadığı propagandasını yaptılar. ABD emperyalizminin stratejik hedeflerinin belirlenmesinde, bu düzeyde politikalarının oluşumunda rol oynayan uzmanlar (Zbigniew Brzezinski gibi), elbette aynı şarlatan kategorisi içinde yer almamakta, sorunları çok daha rasyonel bir biçimde irdelemektedirler. Ancak, uluslararası planda en iddialı güçler bile, temel politikalarını ABD’nin çıkarları ile uyumlu kılmak için çaba sarfettiler, dıştalanmamak için onun kuyruğuna takılmayı bir norma dönüştürdüler. Deyim yerindeyse, ABD’nin saptadığı kadere katlanma anlayışı acayip biçimler kazandı. Birkaç gün önce ABD’nin “nükleer savunma kalkanı” projesi konusunda fikir belirten bazı Rus sorumluları, özetle, “Biz istemesek de, karşı da çıksak ABD istediğini yapar ve bu projesini gerçekleştirir. En iyisi firsatı değerlendirip ondan bazı tavizler koparalım”, yani biraz para isteyelim demeye kadar işi vardırdılar.

ABD egemenliğinin bu bunaltıcı baskısı sadece değişik güçler arasındaki ilişkilerin karakterini belirlemekle sınırlı kalmadı. Emekçi kitlelerin üzerine de kabus gibi çöktü, bilinç çarpılmalarına yol açtı. Sonuçta ABD’nin başını çektiği egemen sisteme, sermayenin egemenliğine karşı mücadeleye olan inanç sarsıldı. Bunun bir sonucu olarak, emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele ettikleri iddiasındaki birçok akım düzen içi saflaşmada yer aramaya kadar savruldu, çöküşleri hızlandı.

Emperyalistler arası çelişkiler daha açık dışa vuruyor
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle açılan bu parantez hızla kapanmaya doğu ilerliyor. Washington merkezli emperyalist-kapitalist sistemin yerini yavaş yavaş çok sesli ve çok merkezli bir sistem almaktadır. Son dönemde iyice açığa çıkmaya başlayan emperyalist güçler arası anlaşmazlık ve çelişkiler, yaklaşık on yıl sürmüş olan bu ara dönemin son bulmak üzere olduğunun somut kanıtını oluşturuyor. Zira, “yeni dünya düzeni” diye tanımlanan tek kutuplu yapı konusunda baştan beri yaptığımız değerlendirmelerde, emperyalist-kapitalist sistemin iç çelişkilerinin bu geçici homojenliği bozacağını belirttik. Sistemin olağan sıkıntıları gibi görünen sorunların köklü, yapısal ve uzlaşmaz çelişkilerin yansıması olduğunu vurguladık. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte sermaye düzeninin kendi iç çelişkileri ile başbaşa kaldığını, ortak düşmanın olmadığı koşullarda sistem içi uzlaşmanın zorlaşacağını ve bu çelişkilerin hızla keskinleşeceğini belirttik.

İlk dönemde gelişmelerin arka planında aradığımız çelişkiler artık açıktan tartışma konusu edilir bir düzeye yükseldi. Kuşkusuz bu çelişkilerin yansımalarını halen yorumlayarak, diplomatik gizemliğinden ayıklayarak tanımlamak gerekiyor. Ama kanın gövdeyi götüreceği iktisadi boğazlaşma süreci politik bir karakter kazanmakta gecikmeyecektir. Örneğin, Tony Blair’in, ilkin belediye seçimlerini bahane ederek erteletmesi, ardından Londra’da küçük Léo’nun mamasını hazırlayacak kimse yok diye Berlin zirvesine katılmayı reddetmesi, bu alanda yaşanacak sürecin ilk ciddi işaretlerinden birisidir.

Clinton’un son gezisinin ortaya çıkardığı tablo
Bu bağlamda dikkate değer en önemli örnek, Bill Clinton’un Portekiz’den başlayarak Rusya’ya kadar uzanan son Avrupa gezisinin bilançosudur. Bu bilanço on yıldır uluslararası ilişkilere egemen olan sözümona homojenliğin artık geride kaldığının başlıbaşına bir kanıtıdır. Uluslararası plandaki sözkonusu değişimi, Clinton’un gezisinin başlıca konusunu oluşturan örnek üzerinden tanımlamak mümkündür. Clinton son Avrupa gezisini, ABD emperyalizminin yeni savunma stratejisini gündeme koymak, dünya kamuoyunu yeni bir silahlanma yarışına alıştırmak için gerçekleştirdi. Önerisi konusunda hemen olumlu bir sonuç alacağını o da beklemiyordu, ama inisiyatifinin yolaçtığı tepkiler ortaya çok daha farklı bir tablo çıkardı.

Dünya kamuoyu son on yıldır, ABD’nin politik, iktisadi, mali ve askeri girişimlerinin Avrupalı emperyalist güçler tarafından uygun adımlarla takip edildiğine tanık oldu. Körfez Savaşı’ndan Balkanlar’a, Somali’den Haiti’ye kadar değişik alanlarda ve farklı bahanelerle gerçekleştirilen emperyalist müdahaleler bunun kanıtıdır. Elbette soğuk savaş döneminde de benzer bir tavır sözkonuydu ve bunun bir mantığı vardı. Emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği’ne karşı, bedeli ne olursa olsun, muhafaza etmek istedikleri uyumluluğun gerisinde, her zaman bir pazarlık ve uzlaşma vardı. Birbirlerine taviz vererek birlik oluyorlardı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, emperyalist güçler arası pazarlık ve uzlaşmaların yerini Pentagon’un bot sesleri aldı. Beyaz Saray düdüğü çaldığında müttefiklerin yapacakları tek şey, Japonya ve Almanya’nın çek karnelerini unutmamak kaydı ile, apar topar içtima olmaları...

On yıldır genelde egemen olan durum bu iken, bugün Washington’un silahlanma önerisinin Avrupalı müttefikleri tarafından açık bir dille reddedilmesi sıradan bir gelişme sayılamaz. Avrupalı devletlerin bu tavrı, onların silahsızlanmaktan, dolayısıyla barıştan yana oldukları anlamına gelmiyor. Tam tersine, özellikle Almanya başta olmak üzere, orta ölçekli emperyalist güçler hızla silahlanmaktadırlar. Reddedilen, ABD emperyalizminin stratejik hesaplarına endeksli bir silahlanmadır. Bu tavrın Almanya Başbakanı Gerhard Schröder tarafından Clinton’a bildirilmesinin ise ayrı bir anlamı vardır. Berlin’deki konferansta Schröder, ABD’nin yeni savunma politikasının dünyada yeniden bir silahlanma yarışını körükleyeceğini, Avrupa devletlerinin bundan yana olmadıklarını belirtti. Ardından, “Bill, sen her zaman silahsızlanmadan yana tavır aldın. Biz Avrupalılar için de silahsızlanma politikası konusunda elde edilen kazanımlar ve bu politikanın sürdürülmesi can alıcı bir öneme sahiptir” dedi. Böylece, ikinci emperyalist savaştan bu yana Washington’un politik ve askeri vesayetine gölge düşürmemeye özen gösteren Almanya, artık efendisini tersleme gereği duymaktadır.

Rusya’nın Avrupalı emperyalistlere sunduğu olanak
ABD emperyalizmi ile Avrupalı güçler arasında açığa çıkan bu anlaşmazlık gıdasını Rusya’dan alıyor. Avrupalı emperyalistlerin “soğuk savaş” döneminde ABD’nin yedeğinde kalmaktan başka bir alternatifleri yoktu. Rahatsız oldukları bu vesayetten kurtulmanın olanaklarına sahip değillerdi. Sadece emperyalist-kapitalist sistemin stratejik çıkarları uğruna Washington’a gösterdikleri sadakati ikili pazarlıklarda koz olarak kullanabiliyorlardı. “Soğuk savaş”ın son bulmasıyla birlikte Avrupalı emperyalistler ABD’nin vesayetinden kurtulabileceklerini beklerlerken, tersine katmerleştiğini, üstelik pazarlık kozundan mahrum kaldıklarını gördüler. Bu durumda, özellikle Almanya ve Fransa için, ABD ile ilişkilerde tek bir alternatif vardı. Washington’a cepheden bayrak açmak! Böyle bir saflaşmanın ortamı henüz oluşmadığı için, geriye kalan yol, kendi kendine söylenip homurdanarak, ABD’nin dümen suyunda yüzmeye devam etmekti.

ABD’nin bir labirente hapsetmek istediği Avrupalı emperyalist güçlerin imdadına Rusya koşmuş bulunuyor. Çünkü, işçi ve memurlarının maaşlarını bile ödeyemez durumda olan Rusya, aynı zamanda ABD emperyalizmine tavır alma, onun hesaplarını bozma olanaklarına sahiptir. Bunun için fazla bir çaba sarfetmek gerekmiyor. Sadece Kremlin’e fiziki ve akli dengesi yerinde bir yöneticinin getirilmesi yetti. Putin’le birlikte Rusya, karakteri ne olursa olsun, en azından bir devlet olarak asgari görevini yerine getirebilmenin olanaklarına kavuştu. Salt yöneticilerin nöbet değiştirmiş olması elbette bir anlam ifade etmez. Kaldı ki, Putin’in atadığı başbakan Mikhail Kasiyanov Duma’da güven oyu almak için yaptığı konuşmada, “hükümetimin bir iktisadi politikasının olduğunu iddia etmek hataların en büyüğü olacaktır” dediği koşullarda. Ama devralınan enkaz yığınına bakıldığında, ortaya farklı bir tablo çıkıyor. Dünün süper gücü Sovyetler Birliği’nin başlıca mirasçısı bu ülkeyi yıllarca, votkanın etkisini atamadığı için ayakta duramayan, uluslararası randevularını kaçıran Boris Yeltsin gibi bir düşkün temsil etti ve yönetti. Bu ayyaşın yerine ayık birisinin gelmesi bile, Rusya’nın uluslararası bağlamda biraz kişilik ve ağırlık kazanmasına yetti.

Birkaç ay içinde Putin’in, genellikle iç politik hesaplarla ABD’ye biraz sataşması, Rusya’nın stratejik çıkarlarını korumakta kararlı olduğunu ilan etmesi, on yıldır alışık olduğumuz uluslararası statükoyu çıkmaza soktuğu gibi, Avrupalı emperyalist güçlere de cesaret kazandırdı. ABD’nin yeni savunma stratejisine Rusya’nın vereceği red cevabı biliniyor ve bekleniyordu. Zira, itibarını ABD’ye sataşması, Rusya’nın uluslararası düzeydeki saygınlığını restore etmesi üzerine bina eden Putin’in Clinton’a “niet” demekten başka bir seçeneği yoktu. İşte Rusya’nın dayatmalar karşısında daha fazla geriye gidemeyeceğinin yarattığı bu savunma refleksi, Schröder’e, Clinton’a nasihat çekme, hatta onunla alay etme olanağı sağladı. Aynı şekilde, Avrupalı güçlerin Clinton’a önden aldıkları tavır Rusya’nın birkaç gün sonraki görüşmelerde güçlü konumda olmasını, inisiyatifli davranmasını kolaylaştırdı.

Bu nedenle, farklı cephelerden ABD emperyalizminin silahlanma politikası konusundaki dayatmalarına bayrak açılmış olmasının en önemli anlamı, tek kutuplu, tek sesli ve ABD patentli uluslararası ilişkiler döneminin kapanmaya yüz tuttuğudur. Nitekim, gündeme getirdiği yeni savunma politikası ile ABD emperyalizmi de, kendisine bayrak açan güçlerin sayılarının arttığı perspektifiyle mevzilenmeye çalışmaktadır.


ARSIV ANA SAYFA