YÖK-YEK tartışması ve perde arkası
En azgın saldırılarla yüzyüze bulunduğumuz şu günlerde ABD emperyalizminin Ortadoğuda yaratmaya çalıştığı yıkımın faturası işçi-emekçilere ve biz gençliğe ödettirilmek istenmektedir. Yeni iş yasası, Personel Rejimi Yasası, birçok özelleştirme ve işten atmalarla işçi ve emekçiler cephesinde yapılmak istenen ne ise, geçen sene gündeme gelen ve bir süreliğine askıya alınan YÖK yasa tasarısı da biz gençlik için aynı anlamı taşımaktadır.
Bilindiği gibi uzun bir süre üniversitelerin ve üniversitelilerin gündemini YÖK-AKP çatışması işgal etti. AKP hükümeti yarattığı suni YÖK tartışmalarıyla yeterince yıpranmış bu kuruma karşı oluşmuş geniş kitle muhalefetini kendisine yedekleyerek, uygulamak istediği politikaları daha rahat gerçekleştirmek niyetinde. Temel dertleri dünyadaki son neo-liberal politikalar dahilinde eğitimin ticarileştirilmesi olan egemenler, bu çerçevede oluşturulmuş YÖK yasa tasarısını çıkarmak için uygun ortamı hazırlamaya çalışıyorlar.
Yapılan tartışmalara bu gözle bakıldığında, sorunun aslında hiç de demokratikleşme olmadığı, aksine daha baskıcı koşulların yaratılarak bizlere yıkımın dayatıldığı açıkça görülecektir. Gerek hükümet gerekse YÖK eğitimin paralılaştırılması noktasında hemfikirdirler. Mumcunun siyasi polemiğin ötesine bakıldığında sisteme aynı eleştirileri getirdiğimiz görülür açıklaması da bunun en açık ifadesidir. Onların sorunu, yasa tasarısındaki ifadeyle işletmeye dönüşecek olan üniversitelerin patronunun kim olacağı sorunudur.
Bu çerçevede MEB tarafından hazırlanan taslağın bölümlerinden biri YÖKün kaldırılması ve yerine YEK yani Yüksek Eşgüdüm Kurumunun getirilmesini kapsıyor. Taslak disiplin cezaları yönünden daha esnek ve son derece demokratik sunulmakla birlikte aslında uygulama açısından YÖKü aratmıyor. Eskiden disiplin ve ceza vermeler, dekan ve rektör atamaları YÖK bünyesinde gerçekleşirken, YEKin bunlarla uğraşmayacağı, daha çok koordinasyonu sağlayacağı belirtiliyor. Ayrıca akademik ünvan kriterlerini belirleme yetkisi de Üniversitelerarası Kurula devrediliyor. Yasada bilim kavramı çok sık kullanılmakta ve yüksek öğretimin temel amaçlarından biri olarak sayılmakta. Fakat onlar, bilimden anladıklarını üniversiteleri sermayenin hizmetine sunarak ve onlara bağımlı hale getirerek -bu çer¸evede oluşturdukları Ar-Gelerle- bizlere göstermişlerdi. Ayrıca taslak dikkatli incelenirse, YEKin sermaye diktatörlüğünün tanımlı kurumu YÖKten farklı bir yere oturmadığı açıkça görülür. Değişen sadece daha öncesinde MGKda planlanan işlerin burada planlanarak bürokratik bir rahatlama sağlanmasıdır. Zira YEKin bileşimi Cumhurbaşkanınca üniversitelerarası Kurulu, her bilim kurulundan en az bir üye olmak üzere, rektör olmayan üyeleri arasından atayacağı yedi, Bakanlar Kurulunca üst düzey devlet görevlileri arasından; Maliye, Milli Eğitim, Sağlık, Çalışma ve Sosyal Güvenlik ve İçişleri bakanlıklarından birer, Genelkurmay Başkanlığından bir ve Devlet Planlama Müsteşarlığından bir olmak üzere seçilen yedi üye ile kendi yönetim kurulu üyeeri arasından seçilmek üzere; Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğince seçilen bir, TİSK tarafından seçilen bir, işçi konfederasyonlarından en az ikisi tarafından seçilen bir olmak üzere 17 üyeden oluşuyor.
Bu bileşimle MGK tarzı bir kurumlaşmanın üniversitelerin başına demoklesin kılıcı şeklinde konumlandırılacağı çok açık. Taslak yasalaşırsa YÖK, YEK adı altında yeniden yapılandırılarak, üniversiteler siyasi iktidarın denetiminde daha merkeziyetçi kurumlar haline gelecekler. Buna ek olarak YEK kanalı ile devlet kendi pis işlerine sendikaları alet etmenin yolunu da bulmuş olacak. Artık öğrenci gençliğin ve bilimin baş düşmanı olan kurum içinde sendikalar da yer alacak. Avrupada yıllardır uygulanan korporasyon sistemi, yani devletin sendikalarla içiçe geçerek sınıfı doğrudan kontrol altında tutması bu taslağın bir başka özelliği.
Rektörlerin konumu
Her fırsatta temel sorunun mali özerkliğin sağlanması gerekliliği olduğunu dile getiren rektörler, bununla üniversitelerin kendi kaynaklarını devletten bağımsız üretebilme hakkını kastediyorlar. Kaynaklarımızı kullanmakta bağımsız olmadığımız için proje siparişi alamıyoruz diyen ODTÜ Rektörü Ural Akbulut sözlerine şöyle devam ediyor: Öğrencilerimiz 2-3 bin dolar vererek dışarıdaki üniversitelerde okuyorlar. Bize yetki verilse, bu öğrenciler bu parayı bize ödeseler, biz de gayet rahat onları okutabiliriz. Böylece hem üniversite, hem de öğrenciler rahat ederler. Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi onların mali özerklikten anladıkları tek şey eğitimin paralılaştırılması sürecinin bir an önce hızlandırılmasıdır. Böylece maliyetler öğrencilerin sırtına yüklenebilecek ve ecurren;itimin özelleştirilmesinde son nokta konmuş olacak. Geçen yıl rektörler krizinin ardından ortaya çıkarılan YÖK yasa tasarısını bir çözüm olarak görmeleri ve tasarının baş savunucuları olmaları da zaten rektörlerin sermaye uşakları konumunda olduklarını açıkça gözler önüne sermişti.
Herşey GATS çerçevesinde işliyor
GATS Dünya Ticaret Örgütünün 1994teki Uruguay raundunda imzalanan ve bugün 146 ülkenin içinde yer aldığı bir anlaşma. Yeni neo-liberalizmin anayasası olarak görülebilecek olan bu metin, genel olarak hizmet alanlarını uluslararası burjuvaziye kâr alanı olarak açmayı amaçlıyor. Bu anlaşma çerçevesince piyasa ekonomisi koşullarına bağlı kalınarak ticarileştirilmesi öngörülen sektörlerin başında eğitim geliyor. Ekonominin bilimsel teknik bir alan olarak siyasetin ve toplumsal tartışmaların dışında tutulmasının temel alan neo-liberal ideoloji, GATS eliyle eğitim, sağlık gibi hizmetlerin, devlet elinde kalsalar bile piyasa koşullarına tabi kılınmasını ve bu hizmetlerin piyasanın (herkesçe) görünmeyen eline bırakılmasını, siyasal bir proje olarak önüne koymuş durumda. Türkiyenin de katıldığı ATS müzakereleri eğitim alanındaki meyvelerini YÖKün 96dan beri her yıl hazırladığı raporlarda veriyor. Erkan Mumcunun YÖKle aralarında ortak noktalar olarak kabul ettiği ve MEBin kendi internet sayfasında tartışmaya açtığı yüksek öğretim reformunun hükümleri, YÖKün GATSa sunduğu raporlardan aynen alınmış. Her iki taraf da üniversite-anayi işbirliğinin kurulması ve yükseköğretimin reel öğrenim ücretine tabi olması, yani eğitim için yapılan harcamanın hizmetten yararlanan öğrenciden alınması konularında hemfikirler. Tüm bunlarla üniversitelerarası rekabetin teşvik edilmesi şeklinde formülleştirilen hedef, eğitim şirketlerinin Türkiyedeki eğitim piyasasına girebilmelerinin önkoşulu olarak (GATSta) dayatılıyor.
Yapılması gerekenler belli
Düzenin yarattığı suni YÖK-YEK-YEPK tartışmalarıyla kitlelerin kafasını bulandırdığı ve sahte demokrasi-özgürlük vaatleriyle, mevcuttaki YÖK muhalifliğini kendisine yedeklemeye çalıştığı ortadadır. Bu tartışmalarla asıl yapılmak istenen eğitimin ticarileştirilmesi demek olan YÖK yasa tasarısının önünü düzlemektir. MEBin, üniversite harçlarını belirlemede üniversitelere serbestlik getirmek istemesi onun gerçek yüzünü ortaya koymuş ve asıl derdin paralı eğitimin yaygınlaştırılması olduğu anlaşılmıştır. Bu sebeple Eğitim-Senin yükseköğretim reformu atölye çalışmalarından çekilmesi üzerine Eğitim-Sen Başkanı Alaaddin Dinçerin paralı eğitime karşı çıktık ama bakan bununla ilgili maddeyi geri çekmedi. Bu şekilde komisyonda daha fazla kalmamızın bir anamı yoktu şeklindeki sözleri bile yapılmak istenenin esasta ne olduğunu gözler önüne sermektedir.
Böyle bir süreçte bizlere düşen görev düzenin gerçek niyetini en açık şekilde teşhir etmektir. Ne YÖK, ne YEK; üniversiteler bizimle özgürleşecek! şiarını yükselterek özerk-demokratik üniversitenin ve parasız-bilimsel eğitimin ancak biz gençliğin mücadelesi sonucunda kazanabileceğini kitlelere anlatmalıyız. Geçen sene kurulan paralı eğitime hayır platformlarını her zamankinden daha verimli kullanabilmeli ve sorunun sadece kuru bir YÖK ya da YEK karşıtlığı olmaması gerektiğini, esasta eğitimin paralılaştırılması ve ticarileştirilmesine karşı olmak gerektiğini anlatabilmeliyiz.
YEPK çözüm değil!
YÖK tartışmaları sürerken Mumcunun taslağı YEK adı altında somutlandı. Bu taslak öğrencilere yeni bir saldırı niteliği taşıyor.
Muhalif konumda olan kurumlar bu tartışmalarda kötü bir sınav verdiler. Mumcunun yarattığı sahte tartışma havasını ciddiye alıp buna dahil olan Eğitim-Sen ve Üniversite Öğretim Üyeleri Derneğinin tartışmalardaki konumları buna örnek verilebilir. Mumcunun oluşturduğu Yükseköğretim Reformu Atölye Çalışmasına dahil olan Eğitim-Sen, Mart ayının başında bu çalışmadan çekildiğini açıkladı. O zamana kadar Mumcunun tartışma platformunda durmaktaydılar. Çekilme gerekçesi olarak yeni yasa tasarısında paralı eğitimin var olduğunu ve gericiliğe taviz verilmek istendiğini söylediler. Peki ABDnin kuklası, neo-liberal politikaların has uygulayıcısı bir hükümetten başka ne bekleniyordu ki? Kardeş bir halka açılan savaşta ülkeyi savaş üssü haline getiren, işçi sınıfına k&oul;lece çalışma koşullarını dayatan bir hükümet, üniversitelerde demokratik, bilimsel, parasız, anadilde eğitim mi getirecekti? Eğitim-Sen, geçmişine dönüp bakmalı, hakların ancak sokaklarda dişe diş mücadeleyle kazanıldığını hatırlamalıdır. Beraber olmaları gereken kesim talepleri uğruna her türlü bedeli ödeyerek mücadeleyi sürdüren öğrenciler ve diğer üniversite çalışanlarıdı.
Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği ise YEPK adı altında alternatif bir kurum önerisinde bulundu. Hükümete sunulan bu öneri, öğrencilere yönetime katılma hakkı vermeyi, üniversiteye devletin kaynak aktarımını sağlamayı amaçlıyordu. Bu önerinin düzenin revize edilmesinin ötesine bir içeriği yok. Taslağa göre YEPK üyeleri, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunun seçeceği beşer üye ile üniversite camiasından seçilecek dokuz kişiden oluşacak. Devletin politikalarının (yani burjuvazinin isteklerinin) dışına çıkılmadan üniversitelerin özgürleştirilmesi mümkün değildir. Özerk-demokratik, bilimsel, parasız üniversite talebini hayata geçirmeye çalışmak yerine hükümete öneriler yapmak muhalif olma kimliğiyle uyuşmamaktadır.
Haklarımızı bugüne kadar hep mücadele ile kazandık, bundan sonra da öyle olacaktır. Gerisi boş birer hayaldir.
|