Gençlik ve yeni dönem
Ekonomik ve sosyal birçok sorunu yaşayan, çözüm konusunda düzenden beklentisi kalmayan gençlik kitlesinin önümüzdeki dönemdeki gündemlerini üç ana başlık altında toplayabiliriz. Emperyalist savaş, ABye giriş üzerinden sürdürülen yalan kampanyası ve mecliste bekleyen yeni YÖK yasa tasarısı. Birçok açıdan içiçe geçmiş bu sorunlar birbirleriyle bağlantıları üzerinden işlenmelidir.
Sermaye düzeni her açıdan tam bir sıkışmışlık yaşıyor. Düzenin çok yönlü saldırılarından gençlik kitleleri fazlasıyla nasibini alıyor. Özellikle krizin derinleşmesi en çok genç işçileri etkiliyor. Sermaye, işsizliğin çok yüksek olduğu ülkede genç işçileri kölece çalışma koşullarına mahkum etmeye çalışıyor.
ABDnin çıkarları için girilecek savaşta cepheye sürülenler işçi ve emekçilerin çocukları olacak. Sürdürülen kirli pazarlıkların gençliğin kanı üzerinden yapıldığı ayan beyan ortadadır.
Seçim oyunuyla beraber sistem ve sermaye partileri, iktidara geldiklerinde ABye girerek daha rahat, güvenilir bir ülkede yaşanacağını ve demokratik hak ve özgürlüklerin daha çok olacağı yalanıyla gençliğin oylarına göz dikmişlerdi. Gençliğe geleceksizlikten başka bir şey sunamayanlar AB üyeliğinin nimetleri üzerinden gençlik kitlelerini sersemletmeye çalışıyorlar.
En son olarak gündemden düşmüş gibi görünmesine rağmen öneminden hiçbir şey yitirmeyen yeni YÖK yasa tasarısı var. Bu tasarı geçen dönem gençliğin gündemine oturmuş ve ileri unsurları tarafından bir mücadele konusu haline gelmişti. Bu saldırı öneminden hiçbir şey yitirmediği gibi, liselerde ve üniversitelerde diğer gündemlerle bağı kurulup tekrar çalışması yapılması gereken sorunlardan biridir.
Düzen ve düzen partilerinin çözümsüzlüğü
Düzen partilerinin yıprandığı, kitlelerin gözü önünde iyice teşhir olduğu bir dönemde siyasete yapılan müdahale sonucu seçim gündeme geldi. Ancak seçim sonuçları da göstermiştir ki, kaybedenler sadece meclis dışında kalan partiler değil, ama aynı zamanda rejimin en yıpranmış ve kişiliksiz kurumu olan parlamentonun da kendisidir. Parlamentonun %90ı değişmiştir. Geçerli oyların ise sadece %53ü temsil edilmektedir. Gerçi belli sıkıntılar olsa da sermaye seçimlerden istediği sonucu elde etmiştir. Bu sıkıntılar AKPnin geçmiş konumundan ve ona oy veren tabanın siyasal eğilimlerinden kaynaklanıyor. Fakat AKPnin bu sıkıntıların yersiz olduğunu kanıtlamak için yapmadığı şaklabanlık kalmadı.
Yeni hükümet, ilk icraatının ekonomiyi düzeltmek, ABye giriş ve yoksullukla mücadele etmek olduğunu ilan etti. Ekonomiyi hem İMFye teslim edip, hem de nasıl yoksullukla mücadele edileceği çelişkisi orta yerde duruyor. Sanki ekonomiyi bu hale getiren İMF yıkım programları değilmiş gibi. Bu durum AKP hükümetinin çıkmazıdır. Geçmiş hükümetin koşulsuz bir biçimde bu yıkım programını uygulaması sonucu seçim sonunda nasıl sandığa gömüldüğünü gören yeni hükümet, gelecekte aynı akıbeti paylaşmamak için hükümet programının bir bölümüne güya sosyal uygulamaları eklemeyi ihmal etmemiş. Elbette söylem ile pratik arasındaki fark kendisini olağanca hızıyla gösterecektir. İşçiler, emekçiler ve gençler, bu hükümetin de sermayenin uşağı olduğunu çok ge&ccedi;meden anlayacaklardır.
AB ve gençlik
Seçim döneminde gençlik kitlelerinin ve işçi-emekçilerin kafalarını bulandırmak, onları kendi denetiminde tutmak için oyunlar oynayanlar, şimdi ABye giriş manipülasyonuyla kitleleri kandırmaya çalışıyorlar. Ülkede olup bitenleri, burnumuzun dibindeki savaş hazırlıklarını böylece perdeleyebileceklerini sanıyorlar. ABye girildiği taktirde yaşanan tüm olumsuzlukların aşılacağı propaganda ediliyor. AB ile birlikte daha fazla demokratik hak ve özgürlük kazanılacağı, daha iyi yaşam standartlarının elde edileceği yalanları savruluyor. Oysa tüm bunlar sermaye düzeninden kaynaklanıyor. Sermaye düzeni ayakta kalabilmek için bu baskı ve terörü uygulamak zorunda.
Bu sadece bizim ülkemizde yaşanan bir durum da değil. O demokrasi beklenen Avrupanın tarihine ve yakın geçmişine baktığımızda, düzene yönelen her hareketin nasıl acımasızca bastırıldığını görürüz. Çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Küreselleşme karşıtı eylemlere Avrupanın göbeğinde verilen karşılık barbarlık olmuştur. Avrupalı emperyalistler 11 Eylül saldırılarının ardından polis devleti uygulamalarını gündeme getirmiş, demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlama yoluna gitmişlerdir. Irkçılık histerisi yeniden hortlatılmaya çalışılmaktadır.
Bu şaşırtıcı değildir, çünkü hak ve özgürlükler burjuvazinin bahşettiği bir şey değil, işçi sınıfının can pahasına sürdürdüğü mücadelenin kazanımlarıdır. Şimdi koşulların uygun olmasıyla beraber haklar geri alınmaya ya da tırpanlanmaya çalışılıyor. Avrupada artan eylemlilik ve grevler ise emekçi kitlelerin ve gençliğin buna bu sessiz kalmayacağını ortaya koyuyor.
Bu gerçeklere rağmen Türkiyede çizilen tablo toz pembedir. Seçim döneminde bütün partiler -bu arada utangaçça da olsa liberal sol da- ABye girmenin temel politikaları olacağını vurgulamışlardı. AByle beraber başta işsizlik olmak üzere yaşanan tüm sıkıntıların çözüleceğini iddia etmişlerdir. Ancak estirilen demokrasi rüzgarlarına rağmen sermaye baskı ve terörden vazgeçmiyor, vazgeçemez. Bunu en açık bir biçimde gençliğin meşru eylemliliklerindeki tutumuyla gösteriyor. Bir yandan sözde demokratik açılımlar yapılırken, diğer yandan baskı ve terör tırmandırılıyor.
Kaldı ki, egemenlerce demokratikleşme üzerine çizilen hayali tablo, Türkiyenin savaşa girmesiyle beraber tamamen ortadan kalkacaktır. Dışarıda komşu halklara yönelik saldırganlık içerde de azgın bir baskı ve terör olarak kendini gösterecektir. AB üzerinden yayılan demokratikleşme hayallerinin sahteliği daha çıplak bir biçimde görülecektir.
Emperyalist savaş ve gençlik
Gençlik kitleleri için bir diğer önemli gündem ise, ABD'nin Irak'a yönelik hazırlıklarını hızlandırdığı emperyalist savaştır. ABD belli bir aradan sonra Iraka saldıracağını açıkça ilan etti. Savaşın alt yapısını hazırlamak ve destek bulmak için diplomasi atağına geçti. Fakat bu operasyon sırasında 57. hükümetin aşırı yıpranmışlığı ve teşhir olmuşluğu onun daha sancılı ve kararsız hareket etmesine neden olacaktı. Bu yüzden siyaset tablosu Amerika'nın ihtiyaçlarının karşılanacağı bir biçimde yeniden düzenlendi. Şimdi Türkiye'nin savaşa girmesi ve ona biçilen rolü oynaması daha rahat olacak.
Bugün kurulmuş bulunan hükümet bir savaş hükümetidir. Wolfowitz başkanlığındaki Amerikan heyetinin Türkiye'ye daha önceki gelişinin hükümet boşluğu yaşanan bir döneme tekabül etmesi nedeniyle kapalı kapılar arkasında düzenin gerçek temsilcileriyle Mustafa Koç'un evinde görüşmesi, Irak'a müdahale ile seçim sorunu arasındaki ilişkiyi net bir biçimde göstermişti.
ABD emperyalizmine kölece bağımlı olan Türkiyenin işbirlikçi burjuvazisinin ABD hesabına savaşa gireceği ve kardeş Irak halkının kanını dökeceği kesinleşmiş bulunuyor. Zaten Türkiye'nin savaşa girip girmeyeceği bir pazarlık konusu bile değil. Pazarlık daha çok bu hizmet karşılığında ne kadar para alınacağıyla ilgilidir. Daha önce de medyaya yansıdığı gibi bir takım kırıntılar verildi. İlk önce ISAF için 228 milyon dolar serbest bırakıldı. Daha sonra erken uyarı sistemleri ve savaş uçaklarının ihracatı konusunda son aşamaya gelindi. Başka pazarlıklar yapıldığı da biliniyor.
ABD yetkilileri tarafından Türkiyeye yapılan ziyaretlerde tamamen savaşa yönelik hazırlıklar konuşuluyor. Wolfowitzin ziyaretinden hemen önce ABDliler Türkiyenin Washington Büyükelçisi Faruk Laloğlunu Pentagona çağırdılar. Donald Rumsfeld aracılığıyla Amerikanın 7 sayfalık talep listesini büyükelçiye verdiler. Hemen ardından "kararınızda net olun, biz de ona göre hareket edelim" uyarısı yapıldı. Uyarıyı anında alan uşak takımı, Wolfowitz ve ekibiyle bu şartları ve talep listesini görüştüler. Wolfowitz ve Grossman, Dışişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay İkinci Başkanı, AKP ve CHP liderleriyle görüşerek, Irak pazarlığını Türkiyenin AB umutları üzerinden yürüttü. Bunun medyaya böyle yansımasından hiçbir şekilde rahatsız olmadılar. Ankaranın Irak savaşına desteği karşılı¤ında ABden üyelik müzakeresi, Kıbrısta Türk tarafının gönlüne göre çözüm ve ekonomik yardım vaat etti. Böylece gençliğin kanının fiyatı açıklanmış oldu.
Efendisinin isteklerini hemen anlayan uşak takımı ise bunları yerine getireceğini taahhüt etti. Elbette ilk elden üslerin açılacağını ilan etti. Bunlar kapalı kapılar arkasında konuşulanlardan sadece kamuoyuna açıklananlar. Gerçeğin bilinenden daha fazla olduğu aşikardır. Türkiye Irak'a girecek, hava-kara sahaları savaşta kullanılacak, Türk askerleri savaşta aktif rol alacak.
Sonuçta sermaye devletinin tüm çabalarını kan parasını yükseltmek olarak algılamak gerekiyor. Bunun dışında sermaye devleti saldırıyı meşrulaştırmak durumunda. Çünkü Afganistan savaşına kuvvet gönderilmesine halkın %80i karşı çıkmıştı. Şimdi komşu bir ülkeye açılacak savaşta doğrudan yer alma gibi savaşın sonuçlarının doğrudan yaşanacağı, ölenlerin kendi çocukları olacağı düşünüldüğünde, Türkiye işçi-emekçilerinin bu kirli savaşa karşı çıkması kadar doğal bir şey olamaz.
Savaşın getireceği fatura iki yönlüdür. Faturanın bir yanı emperyalist ve işbirlikçi kapitalistler adına kıyılmak, diğer yanı ise savaşla birlikte ortaya çıkacak sosyal yıkımın faturasını ödemek. Sermaye sınıfı emekçi gençliğin kanıyla emperyalist savaştan kırıntı koparma peşine düşmüştür. Kendileri emperyalist savaşın rantıyla soluklanacak, uşaklıklarını kanıtlamış olacaklar. Gençlik de sermaye sınıfının çıkarları için kardeş halkların kanını dökecek veya can verecektir.
Emperyalist savaşa karşı savaş!
Emperyalist savaşa karşı mücadelede Türkiye gençliğine büyük rol düşüyor. Çünkü o savaşa doğrudan sürülecek ve kardeş halkların kanının dökülmesinde kullanılacak. Savaşın getireceği ekonomik fatura daha da ağırlaşacak. Herşey savaş ekonomisine göre düzenlenecek. Bu da birçok hakkın gaspedilmesini getirecek, özelleştirme saldırısı kolaylıkla uygulanacak. Savaşın ağırlaştıracağı faturayı gençlik ve işçi-emekçiler ödeyecek.
Afganistan savaşında ilk tepkiler önce gençlik kesimlerinden gelmişti. Savaşın yolaçacağı maddi ve manevi yıkımın farkında olan gençliğin ileri kesimleri ABD askeri olmayacağız!, Kahrolsun ABD emperyalizmi! sloganlarını haykırmışlardı.
Şimdi ise tehlike daha yakın. Yıkım hemen yanıbaşımızda ve bu sefer vurucu güç olarak bizi kullanmak istiyorlar. Gençliğin ve emekçilerin bu savaşı onaylamayacağı, hatta daha güçlü bir şekilde tutum alacağı kesin. Bu nedenle gençlik, savaşın başlamasıyla, düzenin çok yönlü ve sistemli saldırılarıyla karşı karşıya kalacaktır. Çünkü gençlik kendine özgü dinamizmiyle emperyalist savaşa karşı mücadeleye en yatkın toplumsal kesimdir. Nitekim son 1 Aralık eylemlerine de gençlik ağırlıklı bir kitle olarak katılmıştır. Bu da biz genç komünistlerin görevlerinin ağırlığına işaret ediyor.
Kapitalizm varolduğu koşullarda savaşlar kaçınılmazdır. Peki bu durumda gençliğin alması gereken tutum nedir? Bu, oldukça net bir şekilde karşımızda duruyor. Ya gençlik olarak onurumuzu çiğneyip emperyalistler adına ve onların çıkarları uğruna kardeş halkların kanını dökeceğiz ya da onurumuzu elimize alıp özgürlük mücadelesinde bir sıra neferi olarak yerimizi alacağız. Yani emperyalist savaşa karşı savaş açıp bu savaşların kaynağı olan düzeni yoketme mücadelesine yöneleceğiz.
Savaş kesinleşmiş durumda. Kesinleşmeyen savaşın zamanı. Zamanlaması ne olursa olsun, emperyalist savaşa karşı hazırlıklarımızı şimdiden başlatmalı, gençlik yığınları içerisinde yoğun bir ajitasyon-propaganda faaliyetine girişmeliyiz. Üniversitelerde ve liselerde savaş komiteleri kurarak olabildiğince geniş kesimleri bu çalışmaya katmalıyız. Emekçi gençliği bu konuda duyarlı hale getirmek için savaş karşıtı komitelerin emekçi semtlerde de kurulması gereklidir. Böyle yoğun ve sürekli bir çalışmayla gençliğin en azından ileri unsurlarının emperyalist savaşa karşı tavır almasını sağlayabiliriz.
YÖK yasa tasarısı
Gençliği geleceksizliğe mahkum eden bir diğer saldırı yeni YÖK yasası tasarısıdır. Mecliste bekleyen bu tasarıyla hedeflenen saldırının mahiyeti oldukça açıktır ve elbette bu tasarı gençliğin gündeminden çıkmış değildir. Hemen olmazsa bile yeni hükümet ilk fırsatta tasarıyı yasalaştırmak isteyecektir. Sermaye hükümete yeni iş yasasının çıkması için yeniden baskı yapmaya başladı bile. Sermaye için daha önemli olan bu yasadan sonra sıra YÖK yasasına gelecektir.
Nitekim mevcut hükümet ne seçim öncesinde, ne de seçim sonrasında açıkladığı hükümet programında bu yasa tasarısına -demagojik biçimde de olsa- karşı çıkmamıştır. Hükümet programında güya eğitimde fırsat ve imkan eşitliğinin sağlanacağını duyurmuşlardı. Biz bu fırsat ve imkan eşitliğinin yeni YÖK yasa tasarısının da temel argümanlarından biri olduğunu biliyoruz. Burada söz konusu olan fırsat ve imkan eşitliğinin her düzeyde parasız eğitim olmadığı yeterince açık. Hükümet programında net bir biçimde Eğitimin her düzeyinde özelleştirmeler hız kazanacaktır denilmektedir.
Komünist gençlik olarak yasa tasarısına karşı birikmiş bir deneyim ve çalışma düzeyimiz var. Bu çalışmalar sonucunda anlamlı sonuçlar elde ettiğimizi de biliyoruz. Özellikle belli üniversitelerde bu çalışmalar örnek alınacak düzeyde. Bu birikim bizim en önemli avantajlarımızdan birisidir. Çevre-çeperimizde bulunan ve bu çalışmalarımızla yakaladığımız yeni ilişkileri yeniden çalışmanın bileşeni haline getirebilmeliyiz.
Gençliğin önemli bir sorunu olan işsizlik, yasa tasarısı karşıtı mücadeleyle beraber işlenmelidir. Genç işçiler sağlıklı ve sürekli çalışma koşullarından yoksun, iş güvencesi olmadan kölelik koşullarına boyun eğdiriliyor. Öğrenci gençliğin ise okuma hakkı elinden alınarak, tam bir geleceksizlik dayatılıyor. Bu sorunlar gençliğin çeşitli kesimleri için ortak bir platformda mücadele etme olanağı sağlayacaktır.
Sonuç olarak
Önümüzdeki dönemde gençliğin gündemi oldukça yoğun geçecek. Bu gündemler üzerinde tek tek yoğunlaşmalı, fakat bunları ortak bir şekilde işlemeliyiz. Birbiriyle bağlantılı bu sorunları birlikte işlemek bize çeşitli olanaklar sunacaktır. Yasa tasarısını işlerken bize geleceksizliği dayatanlar ile bizden oy isteyenlerin aynı kişiler, aynı düzen partileri olduğu gerçeğini gençliğe gösterme olanağımız olmuştu. Savaş konusunda teşhir yaparken de, bizi çıkarları için cepheye sürenlerle, sahte hayallerle kandırıp bize geleceksizliği dayatanlar arasındaki ilişkiyi kolaylıkla anlatabileceğiz.
Bunu yaparken, bu gündemlerin özgünlüklerini unutup, saldırıların silikleşmemesine dikkat etmeliyiz. Her sorunu kendi içinde fakat birbiriyle olan bağıntılarını gözden kaçırmadan işlemeliyiz.
Geçmişi aşan bir politik faaliyet düzeyi ortaya koyabilmek; geçmiş çalışmamızın eksik ve zayıf yanlarına yüklenmeyi, çok daha planlı, disiplinli, sürekli ve sistemli bir faaliyeti örebilmeyi gerektiriyor.
|