17 Ağustos 2007 Sayı: 2007/32(32)

  Kızıl Bayrak'tan
   Çok yönlü saldırılara karşı işçilerin ve
halkların direnişi!
  Ortadoğu’da etkin rol mü, ABD’yle suç ortaklığını pekiştirmek mi?
ABD ve işbirlikçilerinin cumhurbaşkanı seçimi...
17 Ağustos unutulmasın...
Tekstil TİS’leri ihanet öncesi sessizliği yaşıyor
Kamuda toplu görüşme süreci başladı.....
  Elektropak işçisi eylemde
  Texim Tekstil’de iş bırakma!
  Tersanede direniş kazandı!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Sermaye grev hakkına saldırıyor…
  Sermayenin saldırılarını püskürtmek için ortak komite, birleşik direniş!
  Kadın vekiller kadın sorunuyla ne kadar ilgili?
  Emperyalist-kapitalist sistem kadın sorununu çözemez,
  Formula 1 sermayenin
uluslararası bir sirkidir!
  Mamak 4. Kültür Sanat Festivali’nde buluşalım!
  BM: “Kosova bölünebilir!”
  BM Irak’ta etkin role hazırlanıyor
  Şangay İşbirliği Örgütü’nden
askeri tatbikat
  Savaştan gıdasını alan tüccarlar - Abu Şehmuz Demir
  Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 3 - Volkan Yaraşır
  Kavel Müzik Grubu’yla devrimci sanat üzerine konuştuk...
  “Bu makine de faşistleri öldürür!”
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... -3 / Volkan Yaraşır 

Balkanlaşma ve iç savaş sarmalında Ortadoğu


El Fetih-Hamas: Direnişten işbirliğine ve çürümeye...

Filistin Ortadoğu’nun parçalanma sürecine paralel bir iç çürüme ve parçalanma yaşıyor.
Hamas’la El Fetih arasındaki gerilim, Hamas’ın 2006 Ocak ayında genel seçimleri kazanmasıyla artmıştı. Gerilim kısa bir süre sonra hızla silahlı çatışmaya ve iç savaşa dönüştü.

El Fetih liderliğinin ve kadrolarının yolsuzluk ve rüşvetle anılması, Oslo “barış” sürecinin yarattığı hayal kırıklığı, Filistin’e gönderilen dış yardımların, halkın yaşadığı ağır sefalete rağmen ya zimmete geçirilmesi ya da güvenlik aygıtına ayrılması Filistin halkını başka arayışlara itti.

Bir zamanlar Filistin kurtuluş hareketinin en önemli gücü kabul edilen El Fetih’in bu noktaya gelmesi şaşırtıcı değildi. Çünkü burjuva milliyetçi bir hareket gelebileceği sınıra ulaşmıştı ve aslına rücu ediyordu. El Fetih’in bütünüyle çürümesi için bir süreç gerekliydi, İsrail ve ABD de bunun farkında olarak son derece sistemli hareket etti.

2000 yılının sonbaharı bu bağlamda yeni bir moment oldu. 2. İntifada başladı. 2. İntifada’nın başlamasıyla Filistin, politik ve ekonomik ablukaya alındı. İsrail devasa askeri gücüyle El Fetih’e saldırdı. Arafat, Ramallah’daki karargahına sıkıştırıldı ve ölümüne kadar bu karargahta mahkum edildi. El Fetih’e ait güvenlik güçleri etkisizleştirildi. Sistematik şekilde El Fetih zayıflatıldı. Bu süreç bir yanıyla da Hamas’ın bu konuma gelmesinin zeminlerini açtı. Hamas’ın “alternatif olarak” algılanmasına İsrail dolaylı destek verdi.
 
Hamas 1960’ların sonunda Gazze’de ortaya çıktı. İsrail seküler nitelikli ve ulusal karakterli FKÖ’yü dengelemek için Hamas’ı destekledi. 1970’lerde Hamas’a finansal olanaklar sundu ve güçlenmesinin önünü açtı. Yeni açıklanan belgelere göre Mossad, örgütün içinde yaygın istihbarat ağı oluşturdu. Hamas bir dönem sonra güçlenerek kontrolden çıktı ve kendi içindeki İsrail ajanlarının büyük bir kısmını tasfiye etti.

FKÖ’nün en etkili gücü El Fetih’in İsrail karşısındaki başarısızlığı, İsrail’in sürekli provokatif eylemleri Hamas’ın gelişmesini ve yaygın bir örgütlenme oluşturmasını sağladı. El Fetih’in yolsuzluk ve rüşvet batağında hızla çürümesi, Hamas’ı kitleler gözünde alternatif kıldı. Hamas’ın Arap ülkelerinden aldığı finansal destekle oluşturduğu eğitime, sağlığa ve yoksulluğa yönelik örgütlenmeler, halkın içine nüfuz etmesini sağladı ve Hamas halk nezdinde muteber bir yere geldi. Ayrıca Oslo sürecinin çökmesi, Arafat’ın iki devletli çözüme onay vermesi El Fetih’i zayıflatan faktörler olarak öne çıktı. Bu süreci reddeden ve İsrail’i tanımayan Hamas hızla popülerleşti.

İran Devrimi’nden sonra başlayan İslami dalganın gelişimi, 1990’larda devletçi “sosyalizmin” çöküşüyle yeni bir yükselişe geçti. ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle bu dalga önemli bir ivme kazandı. Başta Ortadoğu olmak üzere tüm İslam coğrafyasında, siyasal İslam ya iktidar ya da en önemli bir muhalif güç haline geldi. Hamas tüm bu faktörlerden beslendi ve güçlendi. Yine tüm bu faktörler zaaflarını ve şekilsizliğini yaratacaktı.

Genel seçimleri Hamas’ın kazanması uluslararası siyasal arenada tam bir şok etkisi yarattı. ABD, İsrail ve (biraz temkinli bir tavırla) AB bu gelişme karşısında Filistin’in destabilizasyonu yönünde adımlar attı. Filistin halkının “yanlış demokratik” yönelimi “düzeltilmeye” çalışıldı. Filistin’in en temel ihtiyaçlarını içeren ekonomik ambargo uygulanmaya başlandı. Arkasından hemen siyasal ambargo devreye sokuldu. Filistin halkı “yanlış tercihinden” dönmesi için açlıkla cezalandırıldı ve terbiye edilmeye çalışıldı.

ABD ve İsrail, Hamas’ın yaratacağı senkronize problemlerden rahatsız oldu. Hamas’ın başarısının hem moral, hem diplomatik, hem de politik sarsıcı etkileri olabilirdi. En başta Hamas’ın yarattığı meşruiyet hızla kriminalize edilmeliydi. Ve bu yönde provokatif adımlar atıldı. Diplomatik ve politik blokajlarla Hamas hükümeti, kriminal bir vaka konumuna getirilmeye çalışıldı.

1993 Oslo sürecinden başlayarak FKÖ ya da onun en etkili yapısı El Fetih, ABD emperyalizminin giderek gözde partneri olmaya başlamıştı. İsrail ve ABD Hamas’ın denetlenemez yükselişinden, daha “militan” mücadele çizgisinden ve bunun Filistin halkı içinde yarattığı moral etkiden rahatsızdı. Tarihin paradoksu işliyordu. Bir dönem FKÖ’ye karşı kollanan, korunan ve önü açılan Hamas’ın şimdi gelişimi engellenmeye çalışılıyordu ya da gelişmesi kontrol edilerek manipüle edilmesi amaçlanıyordu. Bu yönde başarılı da olundu. Filistin’de gerçekleştirilen provokasyonlar sonucu iç gerginlik artırılarak iç savaşın koşulları yaratıldı. Ayrıca Hamas ABD tarafından terörist ilan edildi.

Gazze ve Batı Şeria fiili bir hapishaneye çevrildi. Sağlık, eğitim, kamu hizmetleri ve alt yapı kurumları İsrail tarafından bombalanarak çökertildi. Filistin abluka altına alındı. ABD ve İsrail, bu süreçte El Fetih’e dayatmalarda bulundu. Hamas’ın inisiyatifini daraltan taktiklere girişti. Ayrıca gerilimin artması yönünde sistematik provokatif eylemlerde bulundu. CIA, Mossad ve bazı Arap ülkelerinin istihbaratları, başta Mahmud Abbas ve El Fetih önderleriyle birlikte Hamas’ın zayıflatılması ve etkisinin azaltılması yönünde operasyonlara girişti. Birçok El Fetih’li bu program çerçevesinde CIA ve Mossad tarafından özel eğitime alındı.

Gizli servislerin faaliyetlerini, başkanlık muhafızları adı verilen birimin silahlandırılması ve teknik kapasitesinin yükseltilmesi izledi. Bu arada ABD, El Fetih’e 50 milyon dolarlık dış yardım yaptı. Aynı süreçte daha önce Nikaragua ve El Salvador’da karşı devrimci kontraları örgütleyen, silah ve para temin eden, gerçekleştirdikleri katliamlardan birinci derece sorumlu olan kontr gerilla uzmanı, ABD güvenlik danışmansı Elliott Abrams, Filistin’de kontra faaliyetleri örgütlemesi için devreye sokuldu.

Hamas’la El Fetih’in karşı karşıya gelmesi de uzun sürmedi. İki yapı arasındaki gerilim önce silahlı çatışmaya, daha sonra iç savaşa dönüştü. Böylece Filistin topraklarında uzun zamandan beri yaşanan kirlenme en üst boyuta ulaştı. Hamas ve El Fetih’te biçimlenen çeteleşme, Filistin davasını ayaklar altına aldı.

Çatışmalar Mekke zirvesinde hız kesti. Zirvede (Hamas’la El Fetih arasında) “birlik hükümeti” kuruldu ama hükümet ne ABD ne de İsrail hükümeti tarafından tanındı. Mahmud Abbas önce ABD’ye “birlik hükümet”inin gerekliliğini anlatmaya çalıştıysa da hızla geri adım attı.

Oslo anlaşmasından bu yana “dış yardımlarla” ve özellikle ABD’den gelen “yardımlarla” varlığını sürdüren El Fetih ya da Filistin Yönetimi tam bir bürokratik kasta dönüştü. Rant ve patronaj ilişkilerinin kirlettiği ve çürüttüğü bu yapı bırakın Filistin halkı için mücadele etmeyi, Filistin halkına karşı bir organizasyon haline geldi. ABD ve İsrail’in bölgeye ilişkin projesine uygun, yeni Filistin’in dizaynına aktif katıldı ve elde ettiği rantı bırakmamak ve iktidarda kalmak için elinden gelen her şeyi yapmaya başladı. Özellikle Hamas’ın etki gücünü kırmayı hedef olarak belirledi. Kendi dışındaki Filistinli örgütleri kontrol altında tutarak Filistin’in tek resmi temsilciliğine soyundu. Bunun anlamı ise daha fazla Amerikan dolarıydı.

ABD ve İsrail birlik hükümetinin bozulması yönünde ekonomik, diplomatik ve askeri blokajlar devreye soktu.

Aynı dönemde Suudi Arabistan’ın önderliğinde Arap devletlerinin bir araya gelmesiyle Arap Barış Planı hazırlandı.

Filistin sorununun nihai çözümü karşılığında, Arap devletleri tarafından İsrail’in tanınacağı açıklandı. İsrail bu açıklamaya ilk anda sıcak baktı. Plan, İsrail’in 1967 sınırına çekilmesini, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü kapsayacak bir Filistin devletinin kurulmasını hedef olarak belirlemişti. Ayrıca dünyanın her tarafına yayılmış Filistinli mültecilere geri dönüş hakkının tanınmasını ve tam barışın tahsis edilmesini içeriyordu.
 
İsrail, ilk yaklaşımını ABD’nin devreye girmesiyle terk etti. Mahmud Abbas ve Filistin Yönetimi’yle bu meselenin özel olarak görüşüleceği açıklamasıyla plan, fiilen işlevsizleşti.

Bu süreç bir yanıyla da Hamas-El Fetih koalisyonunun çöküşü doğrultusunda gelişti.
El Fetih liderliği ABD ve İsrail’in planlarına angaje olarak, Hamas’a karşı saldırıya geçti ve çatışmalar yeniden yoğunlaştı. El Fetih yarattığı fiili durumdan güçlenmeyi ve yaşadığı iç problemleri aşmayı hedefliyordu. Fakat Hamas, El Fetih’in saldırısına karşı ani ve beklenmedik bir saldırıyla cevap verdi ve kısa sürede Gazze’nin tüm kontrolünü eline geçirdi. El Fetih de ABD ve İsrail’in desteğiyle Batı Şeria’da hakimiyetini kurdu.

Mahmud Abbas hemen olağanüstü hal ilan etti ve birlik hükümetinin lağvedildiğini açıkladı. Hamas bu açıklamaları reddetti. Abbas, Batı Şeria’da IMF’nin geçmişte Filistin danışmanlığını yapan ve ABD’de eğitim almış Salam Fayyad başkanlığında yeni bir hükümetin kurulduğunu ilan etti.

Böylece zaten bölünmüş, parçalanmış ve toprakları işgal edilmiş Filistin’de biri Gazze’de diğeri Batı Şeria’da olmak üzere fiilen iki mikro devlet yaratılmış oldu. ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin geliştirdiği Balkanlaşma politikası ve bu politikanın sonucu olarak mikro devletler ya da kanton devletler “inşa etme” projelerinden biri Filistin topraklarında gerçekleşiyordu.

ABD Batı Şeria’daki El Fetih yönetimini askeri ve mali olarak destekleyeceğini açıkladı. İsrail ise el koyduğu yüzlerce milyon dolarlık vergileri El Fetih yönetimine devredeceğini açıkladı. Batı Şeria’daki seküler nitelikli, Gazze’nin şeriata dayalı mikro devletlerine vurgular yapıldı. İsrail ve ABD, Gazze’ye yönelik blokajı sürdürdü ve ambargo politikalarını ağırlaştırdı. El Fetih/ FKÖ Yönetimi ödüllendirilirken Gazze cezalandırılarak “terbiye” edilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Gazze “sosyolojik deney” alanına çevrilerek halk adeta kobaylaştırıldı. Gazze halkının açlıkla, sefaletle köleleştirilmesi, onurlarının kırılması ve Hamas’tan kopması hedefleniyor.

Anlaşılan o ki Gazze’deki “sosyolojik deneyler” son derece vahşice uygulanmaya devam edecek. Hatta bu yeni durumun Ortadoğu’da gerçekleşebilecek inisiyatif dışı gelişmelerde uygulanacak taktikler konusunda ABD ve İsrail’e politik laboratuvarlık yapması büyük bir olasılıktır. Gazze uluslararası kamuoyunda “hiç ülke, olmayan ülke” konumuna getirilmeye çalışılıyor. Tıpkı Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi. Burada ne yaşanırsa yaşansın (açlık, ölüm, katliam, işkence) artık her şey kanıksanmıştır.

Önümüzdeki süreçte ABD ve İsrail’in Mahmud Abbas yönetimine emperyalist “barışı” dayatması kaçınılmaz gibi gözüküyor, bu bir yanıyla da yeni işgaller ve saldırılar anlamı taşıyor.

Yakın geçmiş, El Fetih’in verdiği bütün tavizlere rağmen ABD ve İsrail tarafından aşağılandığını gösterdi. İsrail 2005 yılında Batı Şeria’da yeni yerleşim bölgeleri inşa etmeye başladı. Bu bölgelerin, yapımı süren utanç duvarının bitmesiyle ilhak edilmesi hesaplanıyor. İlhak, Batı Şeria’nın % 47’sini kapsıyor. İlhak politikaları ve utanç duvarıyla Filistin toplumunun gettolara ve askeri bölgelere hapsedilmesi amaçlanıyor.*
 
İsrail utanç duvarının tamamlanması için zaman kazanmaya çalışıyor. Mahmud Abbas yönetiminin kendi güdümünde hareket etmesi İsrail’e büyük avantajlar sağlıyor. Gazze’deki ve Bati Şeria’daki iki mikro devletin varlığı Filistin davasını kirletirken, Siyonist politikaları güçlendiriyor.

Fakat işler beklendiği gibi de gitmeyebilir. Batı Şeria’da Hamas’ın ciddi bir etkiye sahip olması, Gazze’dekine benzer bir gelişmenin (en pespaye işbirlikçiliğin kitleler nezdinde yarattığı atmosferin de etkisiyle) Batı Şeria’da da yaşanmasını beraberinde getirebilir.
Bu durumda İsrail’in topyekün saldırıya geçme olasılığı yüksektir.

Ama Filistin ve davası artık kirletilmiştir. Ancak Filistin halkının ayağa kalkmasıyla ve tüm bu asalak, çürümüş, çeteleşmiş yapılanmalardan ve örgütlerden kurtulmasıyla yola devam edilebilir. İntifada ruhu yeniden kazanılabilir.

Onun dışında Filistin, emperyalist politikaların yeni deney alanı olarak kullanılacaktır. Bu da kan, gözyaşı, ölüm ve her şeyden öte onursuzluktur.

Ortadoğu’da şeytanın tırpanı: Mikro devletler,
mikro milliyetçilik ve dincilik


ABD yönetimi, Lübnan’a binlerce bombanın atılmasını ve binin üzerinde insanın katledilmesini Yeni Ortadoğu’nun “tanıtım kokteyli” olarak gördü ve Lübnan’daki siyasal ortamı “yapıcı kaos” olarak tanımladı. Bu “yapıcı kaos”un bölgenin bütününü sarması yönünde adımlar atılmaya başlandı.

Irak’ta bataklığa saplanan ABD, hem iç politik dengeler, hem de Ortadoğu’da yaşanan sürecin etkisiyle yeni strateji oluşturma çabalarına girişti.

Ortadoğu’nun bir kan gölüne çevrilmesine neden olacak projeler hayata geçirilmeye başlandı. ABD bu yönde özellikle kendine bağlı işbirlikçi ülkeleri devreye sokmaya çalışıyor. Öte yandan bir paradigma vardiyası içine girerek “tek kutupluluk” paradigmasını ve bu paradigmayı oluşturan temel argümanları terk etmeye başladı. Bölgenin kolektif sömürgecilik tarzında yeniden dizayn edilmesi yönünde girişimlere başladı. Özellikle bu girişimler, Lübnan’da yaşandığı gibi bir dizi gerilimin ve provokatif gelişmenin önünü açabilir.

NATO’nun yeni dönem misyonlarındaki değişimleri de bu sürecin bir parçası olarak okumak gerekir.

NATO’nun 28-29 Kasım 2006 Riga toplantısında küresel askeri tahakkümün yeni biçimlenişini ortaya koyacak kararlar alındı. Zirvede yeni askeri-politik strateji tartışıldı ve NATO’nun Avrasya’daki rolü, aktüel planda Afganistan’daki ilişkileri ele alındı. Riga zirvesinde NATO’nun önümüzdeki 10-15 yıllık stratejisi belirlendi. Strateji kapsamında Acil Mukabele Gücü’nün (NRF) operasyonel yeteneğinin artırılması kararı verildi.

2002 Prag zirvesinde 25 bin askerle kurulma kararı alınan NRF, ancak 2004 yılında 6 bin dolayında askerle göreve başladı. Kriz anında 15 ile 30 gün içinde harekete geçebilme yeteneğine sahip NRF, yeni kararlarla dünyanın her yerinde savaşmaya hazır tutulacak konuma getirildi. NATO bu öncü askeri gücüyle bir yandan Rusya ve Çin gibi rakip emperyalist güçlerin hamlelerini kırmayı, diğer yandan emperyalist projelere karşı direnecek halkları ve  toplumsal patlamaları engellemeyi, kontrol altına almayı hedefledi.

NATO, bu askeri dönüşüme bağlı olarak müdahale alanını Transatlantik hattının dışına taşıdı. Zaten Afganistan işgaliyle bu yönde adımlar atılmıştı. 2004 NATO İstanbul zirvesinde “Akdeniz diyalogu” metni çerçevesinde Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz ülkeleriyle temasa geçildi. Bu zirveyle Akdeniz ve çeperindeki coğrafyalar NATO’nun fiili müdahale alanı içine alınmış oldu. Ayrıca NATO’nun Asya’da etkin bir güç olması yönünde Güney Kore, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın üyeliğe katılması hedeflendi. Bunun yanında kıta Avrupa’sında Soğuk Savaş döneminde etki alanı dışındaki ülkeler; Arnavutluk, Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ ve Sırbistan’ın üyeliğe alınması gündeme geldi. Ardından Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliği devreye girecek. Ermenistan’ın bu sürece dahil edilmesi düşünülüyor.

Rusya’nın bu ülkeler üzerindeki nüfuzunun kırılmasına bağlı olarak bu ülkelerin  üyeliğe kabulü hedeflendi. Şimdilik ilişkiler “yoğunlaştırılmış işbirliği programı” çerçevesinde yürütülerek, NATO’ya üyelik zeminleri hazırlanıyor. Bundan sonraki süreçte, Kafkas bölgesi ve Türki Cumhuriyetlerde Rusya’nın nüfuzunun kırılması yönünde “yeni kadife devrimler” yani kapitalist stabilizasyon programları gerçekleştirilebilir, ayrıca farklı komplolar, kontrgerilla operasyonları ve iç savaş politikaları devreye sokulabilir.

NATO’nun yayılma ve genişleme alanına bakıldığında ilginç bir tablo ortaya çıkıyor.
NATO emperyalist hegemonyanın savaş aygıtı ve küresel bir askeri güç olarak bir yandan Doğu ve Güneydoğu Asya’yı genişleme kapsamı içine alarak, öte yandan Kuzey Afrika’dan Kafkas coğrafyasına ve Karadeniz çeperine kadar olan coğrafi alanı da etki alanı içinde tutarak; Ortadoğu, Hazar bölgesi ve Kafkaslar’daki enerji kaynakları, enerji yolları, kıymetli madenlerin güvenliğinden sorumlu savaş örgütü konumuna geliyor.

Ayrıca bir işçi cehennemi ya da ucuz işgücü deposu olan Güneydoğu Asya’da uluslararası tekellerin güvenliğini sağlamak için bu bölgedeki Güney Kore, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın NATO üyeliğine alınması gündeme getirildi. Bu ülkelerin NATO üyeliğine alınmak istenmesinin bir başka nedeniyse, Güneydoğu Asya hatta Orta Asya’da Rusya ve Çin’in hegemonyasını daraltmak ve zayıflatmaktı.

NATO, dominant güçleri olan ABD ve İngiltere’nin ya da Anglo-Amerikan emperyalizminin Ortadoğu, Avrasya, Orta Asya, Güneydoğu Asya ve Kuzey Afrika’ya yayılma stratejisine uyumlu bir konumlanış içine girerek, bu stratejinin ya da küresel tahakkümün savaş aygıtı olarak misyon yükleniyor. Bu süreç içinde birçok çelişkiyi ve çatışkıyı taşımaktadır. Avrupa Birliği’nin başat ülkeleri olan Almanya ve Fransa’nın tavrı, Çin ve Rusya’nın hatta Japonya’nın yönelimleri süreci etkileyecek ve belirleyecektir.

Bu arada kolektif sömürgecilik yönünde Almanya ve Fransa merkezli AB’yle girilen ilişkiler önem taşımaktadır. Afganistan savaşının giderek NATO savaşı haline dönüşmesi, Taliban direnişine karşı savaşan NATO güçlerinde daha çok Avrupa Birliği’nden gelen askerlerin yer alması dikkat çekmektedir. Ayrıca Lübnan’a gönderilen UNIFIL ağırlıklı olarak AB ülkelerinden gelen askeri birliklerden oluşturuldu.

(Devam edecek...)


* Utanç duvarı, Filistinlilere tarihi topraklarının sadece % 12’sini bırakırken, bu toprakların % 78’i İsrail işgali altında kalıyor. Duvardan dolayı Kudüs’te yaşayan 200 bin Filistinli fiilen hapishanede yaşamaya mahkum oluyor. Utanç duvarı sömürgeci Siyonist politikaların bir simgesi olarak yükseliyor ve Filistin’i kalbinden vurarak, parçalıyor. Duvarın, İsrail toplumunun kolektif bilinçaltına hitap eden ve İsrail devletinin korkunun üzerinden kendini meşrulaştırmasını sağlayan yönleri bulunmaktadır. İsrail devleti kolektif paranoya yaratarak, siyonist politikalarını hayata geçirmek istiyor. Duvar, işgal altındaki toprakların Araplardan arındırılması ve İsrail’in “saf ve arı” bir Yahudi devletine dönüştürülmesi yönünde önemli bir adımdır. Şaron’un Kadima’yı kurduktan sonra izlediği “tek taraflı barış” politikasının ve İsrail’deki bazı siyasi kanatların savunduğu “ılımlı” politikaların özü de buraya dayanmaktadır. İsrail nüfusu 7 milyondur ve nüfusunun bir bölümü Arap’tır. Bunun dışında yalnızca Batı Şeria’da 3,5 milyon Filistinlinin yaşamaktadır ve bu sayı hızla artmaktadır. Bu demografik tablo İsrail devletinin özel manipülasyonlarıyla bir korku zemini olarak gösterilmektedir. İsrail toplumu bu ve benzeri korku figürleri, simgeleri ve olgularıyla giderek bir paranoya toplumuna dönüşmektedir. Siyonist politikalar paranoyadan güç alırken, paranoya siyonist politikalarla daha da kökleşmektedir. Duvar bu yönüyle, siyonist politikalara zaten içkin olan öjenist politikaların alenileşmesinin simgesi olacaktır. Duvarın ötesi bir taraftan ucuz emek rezerv alanına dönüşürken, diğer taraftan ırkçılığın, diskriminasyonun ve ötekileştirmenin simgesi haline gelecektir.