17 Ağustos 2007 Sayı: 2007/32(32)

  Kızıl Bayrak'tan
   Çok yönlü saldırılara karşı işçilerin ve
halkların direnişi!
  Ortadoğu’da etkin rol mü, ABD’yle suç ortaklığını pekiştirmek mi?
ABD ve işbirlikçilerinin cumhurbaşkanı seçimi...
17 Ağustos unutulmasın...
Tekstil TİS’leri ihanet öncesi sessizliği yaşıyor
Kamuda toplu görüşme süreci başladı.....
  Elektropak işçisi eylemde
  Texim Tekstil’de iş bırakma!
  Tersanede direniş kazandı!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Sermaye grev hakkına saldırıyor…
  Sermayenin saldırılarını püskürtmek için ortak komite, birleşik direniş!
  Kadın vekiller kadın sorunuyla ne kadar ilgili?
  Emperyalist-kapitalist sistem kadın sorununu çözemez,
  Formula 1 sermayenin
uluslararası bir sirkidir!
  Mamak 4. Kültür Sanat Festivali’nde buluşalım!
  BM: “Kosova bölünebilir!”
  BM Irak’ta etkin role hazırlanıyor
  Şangay İşbirliği Örgütü’nden
askeri tatbikat
  Savaştan gıdasını alan tüccarlar - Abu Şehmuz Demir
  Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 3 - Volkan Yaraşır
  Kavel Müzik Grubu’yla devrimci sanat üzerine konuştuk...
  “Bu makine de faşistleri öldürür!”
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

17 Ağustos unutulmasın...

Herkese ihtiyacına göre ve sağlıklı konut için sosyalizm!

Onbinlerce insanın birkaç saniye içinde beton mezarlara gömülmesiyle sonuçlanan Güney Marmara depremleri iki önemli konuyu açığa çıkarmıştı. Bunlardan biri, bu toplu kıyımın tek sorumlusunun, yaptıkları ve yapmadıklarıyla, sermaye devleti olduğudur. İkincisi de, bundan daha büyük bir kıyımın, çok da uzak olmayan bir süreçte İstanbul halkını beklediğidir.

Birinci gerçek için kimsenin bir şey yapması gerekmedi. Bizzat sermaye devleti, kendi elleriyle ortaya çıkardı kendi kirli gerçeğini. Bu teşhir faaliyetinin başında, deprem sırasında yapmadıkları bulunuyordu. Devlet ‘baba’, onbinlerce ‘evladının’ çığlıklarını, yardım çağrılarını duymamış, ölüm acısını hissetmemiş, kazara ölmeyip de sağ kalanların perişanlığını hiç görmemişti. Fakat sonrasında yaptıkları, depremin ardından yapmadıklarına baskın çıkacak bir rezalete imza atmak oldu. Ölümleri ve acıları fırsat bilerek, ve aceleyle, işçi sınıfı ve emekçilere saldırı yasalarını çıkarmaya girişti. Deprem için toplanamayan meclis, mezarda emeklilik yasası için toplandı ve onayladı. Yardımların depremzedelere ulaştırılmasına engel olmaya çalıştı. Parasal yardımlara el koydu ve sermayeye aktardı.

Bu arada, bu rezaleti hükümet üzerinden açıklamaya kalkanlara hatırlatmak gerekiyor: Deprem sırasında ‘sosyal demokrat’ Ecevit’in hükümeti işbaşındaydı. Deprem yardımlarına el koyup sermayeye aktarma işini başlatanlar da onlar oldu. Sosyal demokrat olmalarından kaynaklanacak ki, onlar bu işi gizlice yapmaya çalıştılar. Fakat yardımlar öyle 3-5 günde yağmalanacak kadar az olmadığından, bu iş takip eden hükümet döneminde de devam etti. Yani ‘dinci’ AKP’nin hükümet döneminde de... Bu kez ilgili bakanlık bu hırsızlığa yasal bir kılıf uydurmaya da kalktı. Açıktan itiraf ettiler, savundular. “Bu yardımlar bizden önce de depremzedelere kullanılmadı, biz de kullanmayacağız, başka yerlerde ihtiyacımız var” dediler. Ne de olsa onların utanmasını gerektirecek bir ‘sosyal demokrat’ yaftası yoktu alınlarında. Sonuçta, hükümetin hangi burjuva akımın temsilcisi partinin elinde olduğu temelden bir fark yaratmıyor. Hangi parti ya da partiler tarafından kurulursa kurulsun, burjuva meclis ve hükümet burjuva düzen ve devletin temsilcisidir, ona hizmet etmekle yükümlüdür.

17 Ağustos depremiyle birlikte ve özellikle İstanbul depremine ilişkin canhıraş uyarılara girişen bilim insanları tarafından devlet, gerekli önlemleri almamakla suçlandı. Çünkü bu bilim insanlarının pek çoğu, ciddi ciddi, devletin önlem almak zorunda olduğunu, bunun devletin temel görevlerinden biri olduğunu düşünüyordu. Çünkü o bilim insanlarının pek çoğu -bilim insanı olmalarına rağmen- devletle sınıflar ilişkisinden bihaberdi.

Oysa sermayenin devleti, İstanbul ve olası diğer tüm depremler için önlem almayı düşünmediğini, ölü sayısı ne derece yüksek olursa olsun kendini fazlaca ilgilendirmediğini, 17 Ağustos depremi ve takibeden süreçte açıkça ortaya koymuştu. Bu tavrın en belirgin örneğini de, deprem yardımlarının -her türlü utanmazlık ele alınarak- amaç dışı kullanımıdır. Bölgedeki depremzedelere harcanmasa bile, en azından sonraki ve çok yakında beklenen depremlere yönelik önlemlere yatırım yapılsa, tablo daha farklı olabilirdi. Bilim insanlarının kaygıları kuşku ve korkuya dönüşmezdi. Oysa, bu kadar yaygaranın üzerine, İstanbul depremine hazırlık babında ortaya konan tek çalışma, ceset torbası siparişiyle, devlete yönelik olası tepkilerin güvenliğini alma hazırlığı oldu. Yani beklenen büyük deprem için sermaye devletinin tek telaşı, ‘cesetleri ortada bıraktı’ dedirtmemek ve 17 Ağustos’tan aldığı dersle, olası isyan girişimlerini bastırabilmek üzerine idi.

Bilim insanları meseleye sınıfsal bakabilselerdi, bunca uyarılarına rağmen böylesine duyarsızlık sergilenmesi karşısında şaşırmazlardı.

Öncelikle, devlet Türkiye’nin deprem gerçekliğinden bihaber değildir. Çalışmalar onun bilgisi ve denetimi çerçevesinde yapılmakta, haritalar önünde durmaktadır. Öte yandan nerdeyse her on yılda bir büyük bir deprem yaşanmakta, onbinlerce yurttaş bu depremlerde ölmekte, milyonlarla hesaplanan maddi kayıplar buna eklenmektedir. Yani ne bilgi ne de tecrübe konusunda bir eksiklik bulunmaktadır. Buna rağmen tedbir alınmıyorsa eğer, bu, öncelikle sermaye devletinin toplumun, toplumsal ihtiyaçların ötesinde, bireylerin yaşam hakkını da asla önemsemediğini gösterir. Elbette bunlar daha çok yoksul, daha çok emekçi bireylerdir. Çünkü devletin de sahibi bulunan kapitalist sınıf ve onu oluşturan bireyler, genelde tedbirli davranır. Yoksul köylülerle, yoksul işçi ve emekçilerin ise, tedbir almak gibi bir ‘ekonomik’ imkanı hiçbir zaman olmamıştır. Beklenen İstanbul depreminde de, İstanbul’un ‘yıkılacak’ olan yarısı, bundan hiç kimsenin kuşkusu yok, işçi ve emekçilerin oturduğu derme çatma evlerden oluşan kenar mahallelerdir. Yine, en yoksulların, işsizlerin vb. barındığı, depreme ihtiyaç duymadan da çöküp çöküp giden o ‘eski’nin eskisi İstanbul evleridir. Dolayısıyla İstanbul’da da deprem azrailinin tırpanı yine işçi ve emekçileri işaret ediyor. Bir kez daha bu konu sermaye devletini zerre kadar ilgilendirmiyor.

Bu devlet, önlem de almayacak, yıkıldı yıkılacak durumdaki binaları da yıkmayacak, işçi ve emekçi kitlelerin konut sorunuyla da ilgilenmeyecektir. Asgari ücreti açlık sınırının altında tutan bir devletten söz ediyorsak eğer, açlık-tokluğuyla ilgilenmediği insanların konut gibi bir sorunuyla ilgilenmesini elbette ve hiç beklememek gerekiyor.

İlk depremde mezarımız olacak konutlardan kurtulmanın, sağlıklı ve ihtiyaca uygun konutlara kavuşmanın bir tek yolu var; işçi sınıfının sosyalist iktidarını kurmak. İşçi sınıfının devrimci partisi, düzen partilerinin aksine, programında konut sorununa yer veren tek partidir. Konut sorununu, bu kapsamıyla ancak işçi sınıfı çözebilir, çünkü konutsuzluğu en ağır yaşayan kesimlerin başında geldiği gibi, depremlerde de en fazla ölen kesimi oluşturmaktadır. Diğer yandan, konut sorununun çözümü, daha pek çok sorunun çözümü konusunda olduğu gibi, işçi sınıfının topluma verdiği başlıca sözlerden biridir. Sonuçta sosyalizm, adı üzerine, toplumcu bir düzendir. Sermaye düzeni gibi bireyci, ama sadece sermaye sahibi bireyler için bireyci bir düzen değildir.


Mevsimlik işçilerin ölümünden devlet sorumlu!

Bu dram her yıl böyle yaşanıyor. Yol parasını bile zor denkleştiren insanlar, çoluk-çocuklarıyla doluştukları kamyon, traktör kasalarında veya minibüslerde, yine çoluk-çocuklarıyla ölüp gidiyorlar.

Trafik kazası deniyor. Şoför uyukluyordu deniyor. Suç daha ziyade, 20 kişilik minibüse 40 kişi doluşanlara yüklenmeye çalışılıyor.

Ama, bu insanları bu koşullarda evinden barkından uzaklarda iş bulup çalışmak, üç kuruş ekmek parası çıkarmak için yollara düşüren nedir, işsizliğin, yoksulluğun sorumlusu kimdir diye soran yok. Her yıl yaşanan bu drama son vermenin imkanı yok mu, bu yolculukların hiç mi denetimi yok, diye soran da…

En sonunda, bu sezon ardı ardına üç kaza yaşanıp onlarca insan daha ölünce, ilgili bakanlık bir genelge ile valilikleri uyarmış. Yol parası temin edemeyenlere yardım yapılacak mı, araçların denetlenmesi gibi maddelerle yüklü genelge işe yarayacak mı göreceğiz. Daha doğrusu, bu genelgeyle gönderilmiş olan direktifler yerine getirilecek mi?

Ama genelgenin ortaya çıkardığı gerçek şu ki, demek ki önlemek mümkündür, demek ki bu devletin sorumluluğundadır ve bugüne dek bu sorumluluk yerine getirilmemiştir.

Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, bundan sonra da yerine getirilmeyecek. Çünkü sermaye devletinin işsizlerin ve yarı işsizlerin (mevsimlik işçiler) durumu umurunda değildir. Çünkü milyonlarca işçiyi işsizliğe mahkum eden, bizzat sermaye devletinin kendisidir.

Bu yoksul insanların gittikleri yerlerdeki çalışma ve yaşam koşulları da tümüyle insanlık dışıdır. Her türlü insani ihtiyaçtan uzakta, tarlalarda kurulan derme çatma çadırlarda üst üste yaşamaya, saat sınırı olmaksızın ölesiye çalışmaya mahkum köleler gibidir onlar. Sırrı Sakık’ın çok farklı bir konu üzerinden yaptığı benzetmeyle, onlara zenci muamelesi yapılır. Bir farkla ki, bugünün değil 300 yıl öncesinin köle zencileri.

Mevsimlik işçilerin ve zenci muamelesi gören herkesin kaderi elbet bir gün değişecek. Fakat bu bir ilahi yazgı olmadığına göre, değişim için ayağa kalkmak, tüm emekçilerin kaderini değiştirme güç ve iradesine sahip olan işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine katılmak gerekiyor.