17 Ağustos 2007 Sayı: 2007/32(32)

  Kızıl Bayrak'tan
   Çok yönlü saldırılara karşı işçilerin ve
halkların direnişi!
  Ortadoğu’da etkin rol mü, ABD’yle suç ortaklığını pekiştirmek mi?
ABD ve işbirlikçilerinin cumhurbaşkanı seçimi...
17 Ağustos unutulmasın...
Tekstil TİS’leri ihanet öncesi sessizliği yaşıyor
Kamuda toplu görüşme süreci başladı.....
  Elektropak işçisi eylemde
  Texim Tekstil’de iş bırakma!
  Tersanede direniş kazandı!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Sermaye grev hakkına saldırıyor…
  Sermayenin saldırılarını püskürtmek için ortak komite, birleşik direniş!
  Kadın vekiller kadın sorunuyla ne kadar ilgili?
  Emperyalist-kapitalist sistem kadın sorununu çözemez,
  Formula 1 sermayenin
uluslararası bir sirkidir!
  Mamak 4. Kültür Sanat Festivali’nde buluşalım!
  BM: “Kosova bölünebilir!”
  BM Irak’ta etkin role hazırlanıyor
  Şangay İşbirliği Örgütü’nden
askeri tatbikat
  Savaştan gıdasını alan tüccarlar - Abu Şehmuz Demir
  Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 3 - Volkan Yaraşır
  Kavel Müzik Grubu’yla devrimci sanat üzerine konuştuk...
  “Bu makine de faşistleri öldürür!”
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Çok yönlü saldırılara karşı işçilerin ve halkların direnişi!

Çankaya’nın tepesine kimin tırmanacağı tartışması, seçim sonuçlarının açıklandığı günden beri büyük sermaye, emperyalistler, militarist güçler ile bu güçlerin medyadaki uzantılarının önemli gündem maddelerinden biri olageldi. Tabii emperyalistler ile içerdeki işbirlikçilerinin siyasi arenadaki temsilcileri de bu tartışmanın aktif tarafları arasındaydı.

Egemen sınıfların faklı kutupları ile Washington merkezli efendileri arasında cereyan eden bu tartışmada, haliyle kendisine başkan tayin edilecek olan “cumhur”un esamesi okunmuyordu. “Cumhur”, önüne konan sandığa oy pusulası atmaktan ibaret olan “hakkı”nı kullanarak korunaksız sığınaklarına çekilmişti. Artık bundan ötesi, gerici kutuplar arası çatışmada güçler dengesinin durumuna, emperyalist efendilerin bu çatışmada kimden yana tutum alacağına bağlıydı.

Bu tartışmanın mihenk taşını, sömürü ve yağma düzeni kapitalizmin çarkının “istikrar” içinde dönmesi oluşturuyor. Bu “istikrar”, bölge halklarına karşı azgın saldırısını sürdüren emperyalist/siyonist güçlerin de beklentilerine uygun düşüyor. Nitekim gerici/dinci takımının Abdullah Gül’ü Çankaya tepesine oturtma kararlılığını gösterebilmesi de, bu iki temel güçten, büyük burjuvazi ve emperyalistlerden aldığı destek sayesinde mümkün olmuştur.

Bu denklemde “gerileyen taraf” gibi görünen militarist güçlerle uzantıları, henüz tepkilerini ortaya koymuş değiller. Abdullah Gül’ün Çankaya tepesine göz dikmesini “27 Nisan Muhtırası” ile karşılayan bu güçlerin tutum değişikliği içine girmesi için bir neden yok ortada. Ancak seçim sonuçları ve büyük burjuvazi ile emperyalistlerin şimdilik “istikrar” yönünde karar kılması, militarist güçleri belli bir süre dizginlese bile, büyük önem atfedilen “istikrar”ın geçici olacağı, dahası bu geçici dönemin yeni istikrarsızlıklara zemin hazırlama ihtimali çok yüksektir. Bu ise sermaye iktidarının önemli açmazlarından biridir.

Nitekim Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığını değerlendiren emperyalist ülke merkezli medya tekellerinin neredeyse tümü, bu tercihi, “askerle-hükümet, laik elitlerle islamcılar arası çatışmanın habercisi” olarak tanımlıyor. Devletin derinliklerinde alınan bir takım kritik kararların Washington merkezli medya tekelleri tarafından dünyaya duyurulduğu göz önüne alındığında, bu yorumlar yabana atılacak cinsten değil.

Her halükarda sömürü çarkının belli bir süreliğine de olsa “istikrarlı” şekilde döneceğini söylemek mümkündür. Bu “istikrarlı” dönemin işçi sınıfı ve emekçilere yansıması, tahmin edileceği üzere İMF-TÜSİAD programlarının azgınca uygulanması ile somutlanacaktır. Zaten sermaye uşağı hükümet sözcüleri de bir şekilde bunu dile getiriyorlar. Asalak kapitalistler ise, seçimlerden dolayı ertelenen saldırıların bir an önce başlatılması gerektiğini hükümete hatırlatıp duruyorlar.

Ankara’daki “istikrar”a her zamankinden daha çok önem veren emperyalist güçlerin bölgeye dönük uğrusuz planlarına gelince, başta siyonist İsrail olmak üzere ABD işbirlikçisi rejimleri sınırsızca silahlandırmak, zamanı geldiğinde ise bu silahların bölge halklarına çevrilmesini sağlamak şeklinde özetlemek mümkündür bu kirli planları. Halkları birbirine kırdırma yönünde yapılan bu iğrenç planlar ile Irak bataklığına saplanan büyük Ortadoğu/büyük İsrail projesinin daha yıkıcı araçlar eşliğinde uygulanabileceği var sayılıyor.

İşçi sınıfıyla emekçilere sosyal yıkım, ezilen Kürt halkına bunların yanısıra baskı ve inkar, bölge halklarına ise savaş ve katliamlar hazırlayan emperyalistlerle Ankara’daki suç ortakları, medyadaki uzantıları aracılığıyla “istikrar” masalıyla emekçileri oyalamaya çalışıyorlar. Bu kan tacirlerinin yaklaşan 1 Eylül vesilesiyle barış adına nutuklar atmak için sahneye çıkacaklarını tahmin etmek de güç değil.

Her yılın 1 Eylül’ünde dünya barışından sözedilmesi, bir takım savaş çığırtkanlarının ise cellat suratlarına maske takıp barış adına söylevler çekmesi, alışıldık riyakarlık gösterilerindendir. Oysa barış gibi kapsamlı bir toplumsal-siyasal sorun tek güne sığdırılamayacağı gibi, şiddet ve yıkım temeline dayanan kapitalist/emperyalist düzenin hakimiyeti devam ettiği sürece de “dünya barışı”ndan söz edilemez.

Dünya barışının önündeki en temel engel bizzat kapitalist-emperyalist dünya düzeni olduğu halde, bunun bilincinden büyük ölçüde yoksun olan dünya halkları değişik vesilelerle barış özlemlerini dile getirmektedirler. Savaş ağalarının kimi zaman “barış havarisi” kesilmeleri de, kitlelerin bu özlemlerini istismar etme çabasının en çirkin görünümlerindendir.

1 Eylül “Dünya Barış Günü” salt bir gün olarak ele alındığında kayda değer bir nitelik taşımıyor. Kaldı ki bu günü ilan eden Birleşmiş Milletler, halen emperyalist saldırganlık ve savaş politikasının dolaysız suç ortaklığını üstlenen, savaş aygıtlarının kanlı artıklarını temizlemekle uğraşan bir kurum durumundadır.

Buna karşın 1 Eylül’ü, politik faaliyet açısından değerlendirilmesi gereken bir dönem olarak ele almak gerek. “Barış günü” vesilesiyle öreceğimiz politik faaliyet, içerikten yoksun “barış seremonileri” icra etmek ya da farklı güçler tarafından icra edilen bu tür seremonilere katılmak şeklinde olmayacak elbette.

Devrimci politik faaliyetimiz, savaş kışkırtıcısı, aynı anlama gelmek üzere barışın önündeki temel engel olan kapitalist/emperyalist düzeni teşhir etmek, emekçileri ve ezilen halkları hedef alan azgın saldırıların kapitalizmin dolaysız ve kaçınılmaz sonuçları olduğunu ortaya koymak durumundadır.

Komşu halkları kıyımdan geçiren emperyalist/siyonist saldırganlar ile onlarla suç ortaklığı yapan bölgesel güçlerin teşhiri, bu güçlere karşı mücadelenin önemi, dahası barışa ulaşmak için halkların kanıyla semiren bu vampirlere karşı direnmekten başka bir yol olmadığı gerçeğini döne döne işçi sınıfı ve emekçilere hatırlatmak gerekir. Gerici kışkırtmalarla halkları birbirine kırdırma planı kuran emperyalist/siyonist güçlere karşı direnmenin önemini vurgulamalı, halkların ancak bu tür direniş dönemlerinde birbirine kenetlenerek gerici kışkırtmaları boşa düşürebildiğini, tarihsel örneklerden de yararlanarak somut olarak ortaya koyabilmeliyiz.

Belirtmek gerekir ki, Ankara’da sağlanmak istenen “istikrar”la işbirlikçi büyük burjuvazi ile emperyalist güçlerin yakından ilgilenmesinin savaş/barış olgularıyla da yakından ilgisi var. Zira onlar bu “istikrarı” emekçilere ve ezilen halklara karşı kesintisiz şekilde sürdürdükleri savaşın daha da derinleştirilmesi için bir fırsat sayıyorlar.

Bu durumda sermayenin ve emperyalistlerin dayattığı “istikrarlı saldırı”yı püskürtebilmek için işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların da “istikrarlı bir direniş”le karşılık vermeleri yegane çıkış yoludur. Bu direniş, savaşların kaynağı olan kapitalizmi yıkma, emekçilerin barış içinde yaşayabileceği sosyalizmi kurma mücadelesinin gelişimi açısından da paha biçilmez bir değer taşıyacaktır.