13 Temmuz 2007 Sayı: 2007/27(27)

  Kızıl Bayrak'tan
   “Sınır dışı operasyon” yeniden ısıtılıyor...
  İşçi ve emekçiler devrimin ve sosyalizmin
bayrağı altında birleşmelidir!
CHP-MHP koalisyonu kimin için seçenek,
nasıl bir seçenek?
Ülkeyi talan eden hırsız tüccarlardan hesap soralım…
Petkim’in özelleştirilmesi ve ötesi
BDSP’nin seçim faaliyetlerinden...
  BDSP’nin bağımsız sosyalist milletvekili adaylarıyla konuştuk...
  Eksen Yayıncılık’tan seçimler üzerine çıkan kitapların tanıtımı... Tasfiyeci sürecin son aşaması: Parlamentarizm
  Elektropak işçisi mücadeleyle kazanacak!
  Düzen partileri hangi kadınlara sesleniyor?
  Seçim çalışmalarına keyfi engellemeler...
  Yoksulluktan kurtulmak için
kapitalizmden kurtulmak gerekir
  Parlamento sevdası herkesi
birbirine benzetiyor!
  Çalışma ilişkileri nereye ya da Çin nereye düşer usta?- Yüksel Akkaya
  Liberal sol, Baskın Oran’la makyaj tazeliyor!
  Küresel ısınma dünyayı tehdit ediyor...
  Binali Soydan’la dayanışma eylemlerinden....
  Parlamenter avanaklık değil komünist devrimcilik!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Eksen Yayıncılık’tan seçimler üzerine çıkan kitapların tanıtımı...

Tasfiyeci sürecin son aşaması:

Parlamentarizm

Okura Seçimler ve Sol Hareket kitabıyla birlikte sunulan ve onunla ayrılmaz bir bütün oluşturan bu kitabın sol hareket üzerine en temel mesajı, bu önsözü izleyen “Sunuş Yerine” metninde verilmiştir. Bu metnin temel fikri ise bir bakıma başlığında özetlenmiştir: “Tasfiyeci Çürümenin Son Aşaması: Burjuva Parlamentarizmi.” Bu, yaklaşık olarak kitabın da başlığıdır.

“Tasfiyecilik”, der Lenin, “kökü derinlerde olan toplumsal bir olgudur, liberal burjuvazinin karşı-devrimci ruh haliyle, demokratik küçük-burjuvazideki dağılma ve parçalanmayla ayrılmaz biçimde bağlıdır.” Solda tasfiyeciliğin 12 Eylül karşı-devrimi ile birlikte dizginlerinden boşalması, bu bilimsel tanımın ışığında tüm anlamını bulmaktadır. 12 Eylül karşı-devriminin en dolaysız toplumsal-siyasal sonucu, tam da “demokratik küçük-burjuvazideki dağılma ve parçalanma” oldu. ‘70’li yılların ikinci yarısı, ufku demokrasi ve bağımsızlığı aşmayan demokratik küçük-burjuvazinin devrime coşkulu bir katılımı dönemiydi. 12 Eylül karşı-devrimi süreci, bu aynı kesimde devrimden yüz çevirme, devrimci mücadeleden ve örgütten kitlesel kaçışa sahne oldu. Ve bu, geleneksel sol hareketin o günden bugüne bütün bir evrimini dolaysız olarak belirledi.

Bu çerçevede geleneksel sol hareketin 12 Eylül karşı-devrimini izleyen bütün bir tarihi bir bakıma tasfiyeciliğin tarihidir. Marksist ilkelere ve ideolojik bakışa artık tümden yabancılaşmış olanlara ilk bakışta pek sert, hatta belki de inkarcı görünebilen bu yargıyı kanıtlamak, gerçekte bugün artık herhangi bir güçlük taşımamaktadır. Bunun için kapsamlı ideolojik çözümlemelere de gerek yoktur. Kaldı ki komünistler bunu zamanında, denebilir ki tasfiyeci süreçlerin kendini dışa vurduğu belli başlı aşamalarda, ideolojik eleştiri yoluyla zaten yapmış da bulunmaktadırlar. Fakat gelinen yerde artık bu türden uzun boylu çabalara gerek yoktur. Sıradan bir kimsenin çıplak gözle yapabileceği basit kıyaslamalar bile gerçeğin ne olduğunu bütün açıklığı ile ortaya koymaya yeter, üstelik fazlasıyla.

Bugünün ÖDP’sini alınız ve faşist askeri darbenin gerçekleştiği sıradaki Devrimci Yol hareketi ile karşılaştırınız. Aynısını bugünün EMEP’i ile 12 Eylül öncesinin TDKP’si ve bugünün SDP’si ile geçmiş dönemin KSD’si arasında yapınız. Bunu, bu aynı kıyaslamayı, dönemin nispeten büyükçe sayılabilen öteki bazı akımları (TKEP vb.) üzerinden de yapabilirsiniz. Bununla da kalmaz, aynı şeyi Kürt soluna genişletebilir, başta PKK olmak üzere dünün, ‘80 öncesinin devrimci-demokrat Kürt akımları ile onlardan bugün geriye kalan ne varsa onunla kıyaslama içinde de yapabilirsiniz. Bütün bu kıyaslamalar size nereden nereye gelindiği, dolayısıyla ideolojik ve örgütsel tasfiyeciliğin bugünkü aşamadaki çıplak bilançosunu verir. Dünün devrimci akımları bugünün düzen içi sol akımlarına dönüşmüşlerdir, bugünün çıplak gerçeği artık budur. Bu akımların devrimle artık hiçbir bağı kalmamış, sosyalizmle ilişkileri en iyi durumda içi boş bir duygusal söylem derekesine inmiştir.

Fakat sorun bundan da ibaret değildir. Tasfiyeci dalga ‘90’lı yılların ikinci yarısında yeni biçimler kazandı ve geleneksel solun herşeye rağmen devrimde ısrar eden kesimlerinde yeni tahribatlara

yol açtı. Dolayısıyla benzer kıyaslamalar bu dönem için de yapılabilir. Örneğin 1994 yılında partileşen MLKP’nin kuruluşuna temel oluşturan en temel ilkeleri ve görüşleri, bunları içeren belgeleri alınız ve bugün izlemekte olduğu çizgi ile karşılaştırınız, arada konum ve kimlik değişimi anlamına gelebilecek temel önemde farklar olduğunu görmekte güçlük çekmezsiniz. (Elinizdeki kitabın ilgili bölümlerinde bu, yer yer ayrıntılara da inilerek, devrimci eleştiri yoluyla somut olarak kanıtlanmış bulunmaktadır.)

3 Kasım 2002 seçimleri ise geleneksel solun toplam tarihinde kelimenin tam anlamıyla gerçek bir dönüm noktası oldu. Neredeyse tamamı ‘71 Devrimci Çıkışı’ndan kök alan irili ufaklı bir dizi grup, bu seçimler evresinde en bayağı bir parlametarizm anlayışı ve hayaliyle ortaya çıktılar ve o günden bugüne buna yeni boyutlar kazandırdılar. ‘71 Devrimci Çıkışı tüm tarihsel anlamını, düzen kurumlarına bel bağlamaktan, bu çerçevede parlamenter hayallerden koparak devrim yolunu tutmakta bulmuştu. Her kesimiyle tasfiyeci sol devrim yolundan kopuşunu sonunda en bayağısından bir parlamentarizme vardırarak, tarihi kopuş öncesi noktaya döndü. Parlamentarizmden koparak devrimcileşenler, ona dönerek böylece devrimci dönemlerinden geriye hiçbir iz bırakmamış oldular. Ama temel önemde bir farkla; ‘60’lı yılların parlamentarizmi dönemin modern sosyal uyanış ortamında yeniden doğuş halindeki bir solun ilk saf ve ham, dolayısıyla masumiyet yüklü aşamasını temsil ediyordu, oysa bugünün parlamentarizmi bir çürüme ve tükeniş sürecinin tepe noktasını...

Seçimler ve Sol Hareket kitabıyla birlikte elinizdeki kitap, geleneksel sol harekette 12 Eylül karşı-devrimi ile başlayan köklü bir konum ve kimlik değişimi sürecinin bu son aşamasını ele alıyor.

***

Aynı konu ve sürecin iki ayrı kitap halinde verilmesi, bir bakıma eldeki materyalin hacminden gelen bir zorunluluk olmuştur. Fakat buna rağmen kitaplardan her birinin içeriği kendi içinde belli bir mantığa da oturmaktadır. Seçimler ve Sol Hareket kitabı daha çok seçim süreçlerini genel politik süreçler içinde ele alan ve bunun sol hareketin seçim politikalarının değerlendirilmesi ve eleştirisiyle birleştiren metinleri içerirken, Tasfiyeci Sürecin Son Aşaması: Parlamentarizm kitabının ağırlığını sol hareketin belli kesimleriyle ideolojik polemikler oluşturuyor. Bununla birlikte sola ilişkin değerlendirmeler hakkında bütünsel bir fikir sahibi olmak isteyen okurun iki kitabı birarada incelemesi gerekir. Daha çok sol hareket konulu değerlendirmelere ilgi duyacak olan okura, bu kitabın yanısıra hiç değilse Seçimler ve Sol Hareket kitabının sol hareket konulu metinlerini incelemesini öneriyoruz.

Elinizdeki kitapta metinler kronolojik olarak değil, fakat kitabın temel amacına uygun bir mantık içinde sunulmuşlardır. Konusuna göre birbirinden ara bölümler halinde ve birer iç kapakla ayrılan kitabın her bir bölümü, ötekilerden bağımsız olarak, kendi başına da incelenebilir. Belki bir tek ilk bölüm (Marksizm ve Burjuva Temsili Kurumlar) ile Ciddiyet ve Samimiyet Bunalımı başlıklı ara bölüm bunun dışında tutulabilir. İlki kitaptaki eleştiri ve değerlendirmelerin ilkesel çerçevesini ve sonuncusu sola ilişkin tüm bu değerlendirme ve tartışmaların bir bilançosunu, bu anlamda ‘son söz’ünü vermektedir.

***

Gündemdeki 22 Temmuz seçimleri vesilesiyle kaleme alınan bir yazının belirli bir bölümünü oluşturan ilk metin, Marksizm ve Burjuva Temsili Kurumlar, başlığının da kolayca akla getirebileceği gibi, burjuva temsili kurumlara ilişkin marksist ilke ve görüşlerin özet bir sunumudur. Bu sunum tasfiyeci liberal solun ilke yoksunu parlamentarizmi kadar, her şeye rağmen devrimcilikte ısrar eden fakat birçok temel meselede olduğu gibi burjuva temsili kurumlara yaklaşım konusunda da Marksizmin bir hayli uzağında bulunan devrimci-demokrat akımların yanılgılarına da bu vesileyle işaret etmektedir.

2006 baharı sonunda beklenmedik biçimde gündeme gelen ve çok geçmeden de geride kalan erken seçim tartışmaları esnasında liberal solda yaşanan tartışmaları konu alan Reformist Solda “Zeytin Dalı” Tartışması başlıklı dizi yazı, o güne özgü geçici bir tartışma temasını vesile ederek, bir kez daha tasfiyeci solun liberal ve parlamentarist görüşlerini irdelemektedir. Dizi yazıdaki eleştiride de önemle belirtildiği gibi, bu tür tartışmalarda liberal solun iki temel davranış özelliği özellikle öne çıkmaktadır. İlkin birlik, ittifak, solun başarısı vb. üzerine tüm bu tartışmalar hep de seçimler vesilesiyle gündeme gelmekte ve seçim konusu gündemden çıkar çıkmaz da hızla geride kalmaktadır. Liberal solun siyaset ve mücadele ufkunun parlamentarizm eksenli olduğunun dikkate değer bir başka işaretidir bu. İkinci olarak, bu tartışmaların ekseninde hep de Kürt hareketi durmakta, tartışmanın ana temasını ve çerçevesini her zaman kendi başına o belirlemektedir. “Zeytin Dalı” tartışması üzerinden sondan bir önceki örneğini gördüğümüz bu olgu, şimdi, 22 Temmuz seçimleri vesilesiyle, bu kez kendini “bağımsız aday” politikası üzerinden göstermektedir. 28 Mart seçimleri esnasında aynı şey Karayalçın liderliği ve “SHP çatısı”, onu önceleyen seçimlerde ise “DEHAP Bloku” üzerinden yaşanmıştı. 3 Kasım 2002 seçimleriyle birlikte süreklileşen bu davranış çizgisi, liberal solun parlamentarizmi ancak kuyrukçu bir çizgide yaşayabildiğinin dolaysız bir göstergesidir. Reformist Solda “Zeytin Dalı” Tartışması ortak başlıklı makaleler serisi bu liberal tutarsızlıkları değişik yönleriyle irdelemekte ve bunu Kürt sorununda bağımsız devrimci sınıf politikasının ilkesel anlamı ve çerçevesi gibi temel önemde bir sorunla birleştirmektedir.

Kitabın bir sonraki bölümünü oluşturan “Liberal Solun Yerel Seçim Perişanlığı” başlıklı metin 28 Mart 2004 seçimleri vesilesiyle kaleme alınmıştır ve parlamentarizmin EMEP eksenli bir eleştirisidir. Fakat konu, ilkin yerel yönetimler sorununu genel çerçevesiyle ve Türkiye’deki durumuyla ele alarak ve ikinci olarak da, liberal solun “SHP çatısı” politikasını hedefleyerek, EMEP’e yönelik sınırlı bir eleştiri olma özelliğini aşmaktadır. Dahası eleştirideki asıl kapsam ve kalıcı yön de budur. Buna rağmen konu EMEP üzerinden ele alınmışsa eğer, bunun gerisinde 3 Kasım 2002 seçimlerinde “İktidara yürüyoruz!” diyebilen bu reformist çevrenin, bu aynı parlamenter avanaklığı, 28 Mart 2004 yerel seçimleri vesilesiyle, yerel seçimlerde “yerel iktidarlaşma” ve bunu geleceğin genel seçimlerinde “genel iktidarlaşma”ya bağlama söylemine vardırabilmiş olmasıdır.

Bir sonraki ara bölüm, Ciddiyetsizliğin Son Perdesi başlıklı 8 bölümlük dizi yazı, bütünüyle bir MLKP eleştirisidir. İlk bakışta bu nispeten kapsamlı metnin liberal solun parlamentarizmini ele alan bir kitapta yer alması şaşırtıcı görünebilir. Oysa eleştiri incelendiğinde ve bu, MLKP’nin sonraki süreci ve birbirini izleyen son üç seçim dönemindeki görüş ve davranışlarıyla birleştirildiğinde, bu metnin yerinin tam da burası olduğu açıklıkla görülebilecektir. Liberal solla davranış birliği ve bu temelde liberalleşmiş Kürt hareketinin kuyruğunda sürüklenme, uzun yıllardan, fakat özellikle de 3 Kasım seçimlerinden beri, MLKP’nin izlediği çizginin en belirgin özelliğidir. Eleştirinin 3 Kasım seçimlerinin ardından kaleme alınması da bu açıdan şaşırtıcı değildir.

İmralı teslimiyetini izleyen 3 Kasım seçimleri iki şeyi birarada gösterdi. İlkin solda onyılları bulan bir evrimin en önemli kazanımlarından biri olan devrimci-reformist ayrışmasının gelinen yerde MLKP açısından artık ilkesel ve politik anlamını yitirdiğini; ve ikinci olarak, ki temelde ilkinin mantıksal ve bütünsel bir uzantısıdır bu, İmralı teslimiyeti ertesinde eski kuyrukçu çizgiye yöneltilen yarım yamalak özeleştirel tutumun terkedildiğini, liberalleşmiş biçimiyle Kürt hareketinin kuyruğunda sürüklenme çizgisine geri dönüldüğünü. Bu ikisi birarada MLKP’nin tasfiyeci bir çizgiye kaydığını kesinleştirmiş ve doğal olarak onu komünistlerin ideolojik hedefi haline getirmiştir.

3 Kasım seçimleri sürecinde en akıl almaz parlamenter hayallerle biraraya yığışan liberal solun saflarında MLKP de yer alabilmiştir. İlkesel ve ideolojik değil fakat tümüyle pratik nedenlerle (“seçilebilir yerlerden” kendisine aday kontenjanı açılamaması!) sonuçta “blok”un dışında kalışı bu gerçeği değiştirmemektedir. (Olayların buna ilişkin seyri buradaki eleştiri içinde ayrıntıları ile gösterilmiştir.) Fakat iş bununla da kalmadı, MLKP aynı tasfiyeci oportünist tutumu ve tutarsızlıkları 28 Mart ve gündemdeki 22 Temmuz seçimleri vesilesiyle ve neredeyse aynı biçimlerde yineledi. Bu yinelemeler olmasaydı, dahası bu tasfiyeci oportünizm kendini şu son seçim vesilesiyle en kaba biçimde ortaya koymasaydı, bu metne yine de liberal solu hedef alan bu kitapta yer verilmezdi. Fakat olup bitenler bize bir tercih imkanı bırakmamıştır. Yılları bulan ve giderek de oturan çizgi, MLKP’nin ciddi bir konum ve kimlik değişimi yaşadığını artık giderek daha açık hale getirmiştir. Burada okura sunulan eleştiri, bunu açık ve somut kanıtlara dayanarak yıllar öncesinden ortaya koymuştu. Aradan geçen yıllar bu eleştiriyi sınamış ve yazık ki tümüyle doğrulamıştır.

Solda Ciddiyet ve Samimiyet Bunalımı başlıklı metin Temmuz 2003 tarihlidir ve bir bakıma 3 Kasım dönemecinin ardından devrimci ve reformist kanatlarıyla geleneksel solun bir bilançosunu ortaya koymaktadır. Bu özelliği nedeniyle, tarih olarak bu kitaptaki bazı temel metinleri öncelese de, burada onlara bir “son söz” olarak okunmalıdır.

Kitabımızın iki de ek bölümü var. Bunlardan ilki, Liberal Solda Durum, 3 Kasım seçimlerini önceleyen döneme ilişkin sol hareket konulu bazı değerlendirmelerdir. Liberal solun düzen içi çatlaklarda kendine politik yaşam alanı bulmaya yönelik görüş ve tutumlarını elealan birleştirilmiş üç yazı ile ÖDP’deki bunalım ve bölünmeyi konu alan birleştirilmiş iki yazı, bu bölümün esas

içeriğini oluşturmaktadır. Bunları, 1988 yılına ait olup da solun o günden bugüne olan evrimi bakımından bizce fazlasıyla aydınlatıcı olan bir yazı tamamlamaktadır.

İkinci ek bölüm, Güç ve Eylem Birliği Tartışmaları, 1996 yılına ait dört temel metinden oluşmaktadır. İçeriği incelendiğinde, bu tartışmaların bugün hala güncelliğini koruduğu görülecektir. Seçim dönemleri her seferinde hararetli birlik ve ittifak tartışmalarına sahne olduğuna göre, bu metinler seçimleri konu alan bir derlemeyi dolaysız olarak ilgilendirmekte ve kendi yönünden tamamlamaktadır.

Seçimler ve Sol Hareket kitabıyla birlikte incelenmesi önerisini özellikle yineleyerek, Solda Tasfiyeciliğin Son Aşaması: Parlamentarizm kitabının soldaki okurun, özellikle de devrimi ve devrimci ilkeleri önemseyen okurun ilgisini çekeceğine ve incelemekte gerekli dikkat ve sabrı gösterirse gerekli yararı fazlasıyla elde edeceğine inanıyoruz.

20 Haziran 2007



********

Parlamentarizm, ciddiyetsizlik ve solda tasfiyeci çürüme

Sunuş yerine…

Tasfiyeci çürümenin son aşaması: Burjuva parlamentarizmi

3 Kasım seçimleri sol hareket tablosunun yeni bir düzeyde netleşmesinde çok önemli bir dönemeç noktası olmuştu. ‘71 Devrimci Hareketi’nin uzantısı olan ve ‘70’li yıllarda genel planda iyi-kötü devrimci bir konumda bulunan halkçı küçük-burjuva hareketin başlıca temsilcileri, 12 Eylül sonrasında girdikleri tasfiyeci çürüme sürecini, bir dizi aşamanın ardından 3 Kasım’da nihayet parlamentarizme açık geçişle noktalamışlardı. Geleneksel solun önemli bir kesiminde büyük umutlara ve heyecanlara vesile olan reformist DEHAP Bloku bu geçişin platformu olmuş, seçim başarısı beklentisiyle depreşen burjuva liberal hayaller “iktidara yürüyoruz!” türünden söylemlerde ifadesini bulmuştu.

Bu, ‘60’lı yıllarda başgösteren modern toplumsal hareketlilik içinde kendini bulan yakın dönem sol hareketinin tarihinde gerçekten de temel önemde bir dönüm noktasıydı. Parlamentarizme bu açık geçiş, ‘60’lı yılların TİP oportünizmine dönüş anlamına gelmekteydi. Yine de buradaki bu dönüş tanımı yanıltıcı olmamalıdır. TİP, tüm kaba oportünizmine rağmen, solun tarihi içinde ilerici bir gelişmeyi temsil ediyordu. Oysa bugün parlamentarizme dönüşü yaşayanlar, aynı tarih içinde liberal bir çürümeyi temsil ediyorlar. TİP şahsında yaşanan, düzenden sol bir ayrışmanın ve giderek devrimci bir kopuşmanın bulaşık bir ilk filizlenmesiydi. Oysa liberal sol şahsında şimdilerde yaşananlar, düzenle yeniden barışmanın ve giderek onunla bütünleşmenin son adımlarını temsil etmektedir. TİP’le başlayan sol uyanış, zamanla bağrından devrimci akımlar çıkarmış, reformizmi ve burjuva parlamentarizmini geride bırakmayı olanaklı kılan tarihsel önemde teorik ve pratik ilerlemeler yaratmıştı. Oysa bugün düzenle bütünleşmeye varan tasfiyeci liberal çürüme, bu teorik ve pratik kazanımlarla zaten yıllardır koparılan bağların artık biçimsel/duygusal planda da bir yana bırakılması anlamına gelmektedir.

Bütün bunlar esası yönünden daha 3 Kasım’da yeterli ölçüde açık bir ifade kazanmış bulunuyordu. Komünistler, genellikle olduğu gibi, büyük önem taşıyan bu dönüm noktasını da zamanında teşhis etmekle kalmadılar, açık değerlendirmelere ve ilkeli bir mücadeleye de konu ettiler. Oysa hala da devrimci olmak iddiasındaki öteki sol çevreler tarafından bu yapılmadı, yapılamadı. İçlerinden bazıları elbette bu oluşumun reformist niteliğini vurguladılar, bu çerçevede ona çeşitli eleştiriler de yönelttiler. Fakat bu adımın ve bununla yaratılan cereyanın devrimci hareket ve devrimci sınıf mücadelesi için anlamını, yarattığı tasfiyeci basıncı ve tahribatı, yerli yerine oturtamadılar. Dolayısıyla bunun gerektirdiği açık, tok, ilkeli ve cepheden bir mücadelenin hedefi haline getiremediler. Eleştirilerin çerçevesi, olağan dönemin olağan bir yanlış politikasını eleştirmenin ötesine geçemedi. Soruna bu sınırlı ve yüzeysel bakışın da bir sonucu olarak, aynı çevreler, düşünsel plandaki eleştirilerine rağmen pratikte reformist-parlamentarist bloka karşı hayırhah bir tavır takındılar (dolaylı olarak destekleyici tutumlara girdikleri bile söylenebilir). Meydanı bu denli boş bulmanın da verdiği rahatlık ve imkanlarla, sonuçta reformist-parlamentarist blok, solun önemli bir bölümünü ardından sürüklemekle kalmadı, “müzmin boykotçuluk” nedeniyle bir bakıma kendiliğinden bu rüzgarın dışında kalanların bile örtülü biçimler içinde pratik desteğini almış oldu...

(Tasfiyeci çürümenin son aşaması: Burjuva parlamentarizmi, s. 15-18)

***

Geleneksel solda ciddiyet ve samimiyet bunalımı

Sol hareketin durumunu etraflıca ele almak gelinen yerde artık bir ihtiyaç. Ama bunu ayrıca yapmak gerekecek. Burada, dünyadaki son gelişmelerin ve bunun bölgemizdeki yansımalarının esas konuyu oluşturduğu bir konferansta, sol hareketteki mevcut duruma ancak bazı çizgileriyle değinilebilir.

Ciddiyet ve samimiyet bunalımı

Bugün devrimci-demokrat ve reformist kanatlarıyla geleneksel sol hareket bir bütün olarak genel bir gerileme ve zayıflama içerisinde. Elbette salt gerileme ya da zayıflama olgusundan kalkarak bir siyasal akım ya da partide her zaman kusur aranmaz, ya da ona esasa ilişkin bir kusur atfedilemez. Siyasal akımlar kendi iradeleri dışında, nesnel ortamın güçlüklerinden, sınıfsal-siyasal güç ilişkilerinin aşırı dengesizliğinden, bununla bağlantılı olarak karşı güçlerin basıncından dolayı da güç kaybedebilirler, dönemsel olarak gerileyip zayıflayabilirler. Salt bu olgusal durumdan hareketle şu veya bu siyasal akımda temelli kusurlar aramak her zaman doğru ve yerinde bir tutum olmayabilir. Fakat yazık ki bugünün Türkiye sol hareketindeki asıl sorun güç kaybetmek, dönemsel olarak zayıflamak değil, fakat uzun yılları bulan tasfiyeci süreçlerin ardından artık ciddiyetini ve samimiyetini de yitirmiş olmaktır. Zayıflaması da bundan ayrı değildir, bunun kaçınılmaz bir uzantısı olarak yaşanmaktadır.

Ciddiyet ve samimiyet, devrimci olmak iddiasındaki bir siyasal akımın olmazsa olmaz temel niteliklerindendir; davasında, çizgisinde, mücadelesinde ve çalışmasında ciddiyet, davasına ve uğruna mücadele ettiğini iddia ettiği sınıfa ve emekçilere karşı samimiyet. Devrimci olmak iddiasındaki bir akımın birçok şeyi eksik, zayıf ya da yetersiz olabilir, ama ciddiyeti ve samimiyeti yoksa ya da artık yitirilmişse, o akım gerçekte bitmiş, kendini tüketmiş demektir. Bugüne kadar geleneksel akımların temel önemde birçok yapısal zaafından sözedebiliyorduk, fakat herşeye rağmen, zaman içinde epeyce erozyona uğramış olsa da, yine de belli bir ciddiyet ve samimiyetle mücadele ettiklerini de hep söylüyorduk. Bir süreden beridir artık bunu söyleyebilecek durumda değiliz. Ciddiyetini ve samimiyetini yitirmiş olmak, bugün neredeyse genel sol hareketi belirleyen ortak özellik haline gelmiş bulunuyor. Bu, uzun yıllardır sürmekte olan tasfiyeci çözülme ve çürümenin ortaya çıkardığı en temel sonuçlardan biridir ve denebilir ki en öldürücüsüdür.

Birçok grup şahsında çok belirgin bir samimiyetsizlik gözlemliyoruz. İçtenliklerini neredeyse tümden yitirmiş durumdalar; politik çalışma adı altında, açıkça durumu idare etmek, dışa ve kendi tabanlarına karşı görüntüyü kurtarmak kaygısına dayalı işler peşindeler. Ama bunun bir sonu yok. Geçici olarak bununla kendi o sınırlı tabanlarını oyalayıp tutabilirler, hatta hatta koşullar elverirse çevrelerine üç-beş yeni insan da kazanabilirler. Ama bu bir şey ifade etmez ve böylelerine bir faydası da olmaz; zira onlar devrimcilik iddiası çerçevesinde en temel özellikleri olması gereken ciddiyetlerini ve samimiyetlerini yitirmişler. Buna siz gerçekte kimliklerini, kendi varlık nedenlerini yitirmişler de diyebilirsiniz. Sözkonusu olan devrimci siyasal mücadeleyse, herşeyin başı kimlik, yani niteliktir. Önce bir niteliğiniz olacak ki, o temel üzerinden niceliğinizin de bir anlamı ve değeri olabilsin...

(Geleneksel solda ciddiyet ve samimiyet bunalımı,

s. 303-304)


***

Reformist solla ortak zeminde buluşma

Parlamento seçimleri, ciddi her siyasal partinin düzen karşısındaki yerine olduğu kadar, onun tüm öteki partilerle ilişkilerine de önemli açıklıklar getirebilen temel önemde bir siyasal olaydır. Bu, devrimci olmak iddiası taşıyan partiler için özellikle geçerlidir. Zira burjuva politikası, doğası gereği, tümüyle kitlelerin aldatılmasına, bu çerçevede yalana, demagojiye ve binbir türlü oyuna dayanır ve seçimler döneminde bu özellik kendini daha kaba ve belirgin bir biçimde gösterir. Seçim başarısı elde etmek üzere her türlü oyuna başvurmak; gerçek programını ve politikasını olduğu kadar niyetlerini ve hesaplarını da gizleyerek ya da bir yana bırakarak, ilkesizce her türlü ilişkiye girmek burjuva politikası için mübah sayılır.

Ciddi ve tutarlı devrimci partiler içinse durum temelden farklıdır. Onlar seçim dönemlerinde kitlelerin karşısına programatik amaç ve hedefleriyle çıkarlar, kitlelere temel ve güncel sorunlara ilişkin bakışlarını ve çözümlerini sunarlar. Duruma göre kurabilecekleri seçim ittifaklarının bunu karartmamasına, kendi konumları ve kimlikleri konusunda kitlelerde herhangi bir yanlış izlenim yaratmamasına, onlara en ufak bir yanlış mesaj vermemesine de özel bir dikkat gösterirler. Devrimci bir parti için seçimler ve parlamento alanındaki mücadele devrime, devrimci sınıf mücadelesinin genel gidişine ve çıkarlarına tabidir. Kurabileceği seçim ittifakları da kesin olarak buna uygun olmalı, bu ilkesel amaca hizmet etmelidir. Parlamento hakkında en ufak bir yanılsama yaratmak bir yana, onun içyüzünün ve gerçek işlevinin teşhiri de, kurulacak bir seçim ittifakının da olmazsa olmaz koşulu olmalıdır.

Hiçbir geçici güncel hesap veya kaygı, bu ilkesel tutumun önüne geçemez, bu tutumdan ayrılmada ifadesini bulacak bir oportünizmi mazur gösteremez.

Bu çerçevede 3 Kasım seçimleri, tüm sol siyasal çevreler için olduğu kadar MLKP için de önemli bir siyasal sınavdı. Yine de bunun MLKP için apayrı bir anlamı ve önemi vardı. Zira bu onun 3. kongresi sonrasında karşı karşıya kaldığı ilk önemli siyasal sınavdı. Seçimlerde alınacak tavır ve girilecek ilişkiler, İmralı sonrası gelişmelerin değerlendirildiği bu üst parti platformunda belirginleşen yeni eğilim ve yönelimler konusunda, herkese daha somut ve kesin bir fikir verecekti.

MLKP’nin 3 Kasım seçimleri sınavını nasıl verdiği bugün artık bilinmektedir. O, reformist-parlamentarist solla aynı blok içinde yer almak doğrultusunda açık ve net bir tercih ortaya koymuş, daha en baştan bu niyet ve hedefle hareket etmiş, en son ana kadar da bunun için didinip durmuştur. Ancak kendisini aşan nedenlerden dolayı fiilen bu blokun dışında bırakıldıktan sonradır ki, sözüm ona bağımsız bir platformla ortaya çıkma yoluna gitmiştir. Bu durumda bile reformist-parlamentarist blokla kendi arasına herhangi bir ilkesel ve politik sınır çizmekten özenle kaçınmıştır. Bu kaçınma nedensiz de değildir. Zira seçimlerden önce olduğu kadar seçimlerden sonra da bu blok içinde yer almak onun için değişmez bir hedef olarak kalmıştır. Nitekim bu platformun dışında bırakılmasını seçimlerden önce olduğu kadar sonra da sorun etmiş, bunun müsebbibi olarak gördüğü partilere bu sınırlar içinde eleştiriler ve sitemler yöneltmiştir.

(Reformist solla ortak zeminde buluşma,

s. 231-233)