15 Haziran 2007 Sayı: 2007/23(23)

  Kızıl Bayrak'tan
   Faşist ırkçılığa ve darbe tehditlerine karşı
“İşçilerin birliği,
halkların kardeşliği!”
  Genelkurmay adım adım ülkeyi savaşa götürüyor!
Düzene karşı devrim
mücadelesini büyütelim!
Seçim sandığı Pandora’nın kutusudur!
15-16 Haziran Direnişi yol göstermeye devam ediyor...
Liseli gençlik ÖSS’ye ve geleceksizliğe karşı alanlara çıktı...
  İşçi-emekçi hareketinden....
  KESK eylemlerinden...
  Devrimci mirası yaşatmak, daha ileriye taşımakla mümkündür!
  Seçim faaliyetlerinden...
  Kadının kurtuluşu sosyalizmde!
  Seçim süreci ve emekçi kadın
çalışmamız üzeri
  G8 protestolarından...
  Venezüellalı emekçiler, ABD emperyalizmi
ile işbirlikçilerine geçit vermiyor!
  Kapitalizm ve doğanın yıkımı
  Bültenlerden...
  Basından...
  Birinci yılında Kızıl Bayrak sitesi...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Darbeci generaller “kitlesel refleks” çağrısı yapıyor...

Yanıtımız işçilerin birliği halkların kardeşliği mücadelesini yükseltmek olmalı!

Generaller Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden kilitlenen düzen siyasetine 27 Nisan’da yayınladıkları bir bildiriyle müdahale etmişler ve sürecin yönünü belirlemişlerdi. Neticede AKP kendi Cumhurbaşkanı adayını seçemedi, yıl sonunda yapılacak genel seçimler de Temmuz ayına alınmış oldu.

Ancak, düzen siyasetinde yol açtığı sonuçlara bakarak, 27 Nisan bildirisinin sadece AKP’yi ve onun politikalarını hedeflediğini söylemek yanıltıcı olacaktır. Bildirinin düzen siyasetine anlık bir müdahalenin çok ötesinde amaçlar taşıdığı, AKP gericiliğinden ziyade Kürt halkını ve devrimci demokrat güçleri hedef tahtasına oturttuğu görülecektir. Zira bildiride geçen “Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” ifadesi, faşist generallerin asıl derdinin ne olduğunu ortaya koymaktadır.

Generaller 8 Haziran’da yeni bir bildiri yayınlayarak Kürt halkına ve toplumsal muhalefete karşı olan gerici kinlerini, saldırgan amaçlarını bütün açıklığıyla ortaya koydular, daha doğrusu kustular. Bunu yaparak, hem önceki açıklamada yer alan “Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır” sözünü boşuna etmediklerini kanıtlamış oldular. Hem de bu sözün muhatabının kimler olduğunu net biçimde ifade ettiler.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanları”, 8 Haziran tarihli bildirinin dördüncü maddesinde, “Her fırsatta, yurt içinde ve yurt dışında barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini, terör örgütüne paravan olarak kullanan kişi ve kuruluşlar” olarak tarif edilmektedir. Anlaşılacağı gibi, bu tanımın içerisine daha fazla özgürlük isteyen, mücadele eden tüm güçler girmektedir.

Ancak generaller bununla da yetinmemekte, kendi hakimiyetlerini sağlamlaştırma uğruna Kürt ve Türk haklarının birbirlerini boğazlamalarından, gerici bir savaşa tutuşmalarından medet ummaktadır. 8 Nisan bildirisinin son paragrafında yer alan “Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir” çağrısı bunun ifadesidir.

Generallerin bildirisinde yer alan bu provokatif çağrı, takip eden günlerde değişik tepki ve tartışmalara konu olmuştur. Düzenledikleri “Cumhuriyet mitingleri” sayesinde bir hayli ünlenen “postallı siviller” generallerin bu çağrısının üzerine atlamışlardır. Ordunun sivil görünümlü uzantıları durumundaki ÇYDD, ADD gibi örgütler “Teröre karşı sessiz protesto” eylemleri düzenlemek için vakit yitirmeden kolları sıvamış durumdadır.

Bu postal yalayıcılar, yapmayı planladıkları eylemleri demokratik bir hareket olarak göstermeyi de ihmal etmemektedirler. Genelkurmayın çağrısının bir kışkırtma olduğu, bunun toplumda hızla bir kamplaşmanın önünü açacağı, düşmanlıkları besleyeceği, saldırı ve linç girişimlerine neden olacağı türünden eleştirileri, geçmişte İspanya’da yapılmış olan kitlesel gösterileri ve bunların “terör sorununun çözümüne yaptığı katkıları” örnek vererek yanıtlamaya çalışmaktadırlar. Bu tür izah ve savunma çabaları her türlü temelden yoksundur. Postal yalayıcıların düzenlemeyi planladıkları mitinglerin çağrısını, İspanya’dakilerden farklı olarak, bizzat generaller yapmış bulunmaktadır. Ve bu “kitlesel refleks”ler, generallerin güdümünde olması gibi bir dizi nedenden dolayı, şiddetin son bulmasına değil, Kürt halkına dönük saldırıların daha da yoğunlaşmasına, halklar arasındaki gerici boğazlaşma riskinin katlanarak büyümesine hizmet edecektir. Zaten generaller de bunu ummakta ve istemektedir.

Hazırola geçmeyenler cephesi

Generallerin söz konusu kin dolu provokatif açıklamasına tek yanıt postallı sivillerden gelmedi elbette. İlerici ve devrimci güçler, insan hakları örgütleri vb. kurumlar değişik açıklamalarla generallerin açıklamasının gerçek yüzünü teşhir ettiler. Ne anlama geldiğini belli yönleriyle ortaya koydular.

Bunlar içinde en derli toplu olanı DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDHB’nin yaptığı ortak açıklama idi. Bilindiği gibi bu beş kurumdan bazıları, geçtiğimiz aylarda gene ordunun talimat ve moral desteğiyle kotarılan “Cumhuriyet mitingleri” karşısında net bir duruş sergileyememişlerdi. Örneğin DİSK, işin başında bu Cumhuriyet mitinglerinin niteliğini doğru bir biçimde tanımlamış ve katılmamayı tercih etmişken, ilerleyen süreçte bu duruşunu koruyamamış ve özellikle İzmir mitingine önemli sayılacak bir kitleyle katılım sağlamıştı. Bu tutum değişikliğinde DİSK yönetiminin CHP ve DSP üzerinden inşa edilen “sol ittifak” projesine dair bazı beklentilerinin de rolü vardı. Nedeni ve olursa olsun, bu tutum değişikliği, generallerin politikalarına yedeklenme eğiliminin güçlendiğini göstermekteydi.

Bugün ise daha farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Seçime girecek güçler tablosunun netleşmesi, düzenin “sol ittifak” projesinin kapsamının artık tam olarak şekillenmesi gibi gelişmeler geride kaldı. Düzenin “sol ittifak” projesi CHP ve DSP’yle sınırlı tutuldu, SHP ve Süleyman Çelebi’nin 10 Aralık Hareketi bu oluşumun dışında tutuldu. Hem siyasal düzlemdeki bu tablo, hem de generallerin saldırgan yüzünün giderek daha açık bir biçimde görülür hale gelmesi, “sol ittifak” düşlerine dalanların bir parça kendilerine gelmesine yol açtı. Generallerin 8 Haziran bildirisinden sonra DİSK, KESK, TMMOB,TTB ve TDHB tarafından yayınlanan “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” başlıklı açıklama, hem bu özetlediğimiz sürecin hem de söz konusu örgütlerin bünyelerinde değişik ölçülerde varlığını koruyan ilerici ve devrimci hassasiyetlerin bir ürünü olarak ortaya çıktı.

“Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” başlıklı açıklama onu, benzer amaçla yapılmış pek çok açıklamadan daha farklı bir yere koymayı gerektirmektedir. Zira söz konusu metin, generallerin provokatif açıklamalarını en genel hatlarıyla eleştirmek yerine düzen siyasetindeki dalaşmanın arka planına ışık tutmaya çalışmakta, buradan hareketle işçi ve emekçilerin karşı karşıya olduğu sömürü politikalarını, hukuksuzlukları, hak gasplarını dile getirerek kendince kimi çözüm önerileri ve talepler formüle etmeye çaba göstermektedir.

“Tırmanan bu gerilim, ne toplumun iradesini parlamentoya yansıtmayan bir seçimle, ne de herhangi bir geçici düzenlemeyle aşılabilir. İçinden geçmekte olduğumuz kriz, 12 Eylül’den bu yana bizlere dayatılan yaşam biçiminin, siyaset tarzının, ekonomik politikaların ürünüdür.”

“Bugünün siyasal krizinin temelinde, siyasetin toplumsal dayanaklarından ve demokrasiden uzak bir alanda yürütülüyor olması yatmaktadır. 12 Eylül hukukunun yarattığı baskı, geniş halk kesimlerini siyasetten uzaklaştırmış, emek ve meslek örgütlerini, demokrasi güçlerini siyasete müdahalenin uzağına itmiştir.”

“… seçim sistemi ve siyasi partiler yasası derhal değiştirilmelidir. Temsil sistemi, yasaklardan ve eşitsizliklerden arındırılarak demokratik bir içerikle yeniden düzenlenmelidir...”

Açıklamanın, “Yoksulluğa, ırkçılığa ve gericiliğe teslim olmayacağız” başlıklı son bölümünde ise “Halkımıza dayatılan sahte çözümlerin çıkmaz yol olduğunu, ırkçılığa varan milliyetçi söylemlerin, sosyal ve siyasal yaşamı din temelli anlayışa göre kurgulamak isteyenlerin ülkemizi içinden çıkılmaz bir kaosa doğru sürüklediklerini, bu kaostan çıkış yolunun demokrasi dışı yöntemlerle olamayacağını bir kez daha ifade ediyoruz” denilerek hem milliyetçilik ve şovenizme, bundan beslenmeye çalışan darbeci generallere, hem de AKP tarafından temsil edilen dinsel gericiliğe karşı tutum alınmaktadır.

Amacımız, ortak açıklamada saptanan sorunlar için önerilen çözüm politikalarını tartışmak değil. Buradan bakıldığında, temelli sorunlar olduğu açıktır. Zira, “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” başlığıyla formüle edilenler, düzeni içi sosyal-siyasal düzenlemelere dayalı reformist bir platformun ötesine geçememektedir. İmzacı kuruluşların genel konumu gözönüne alındığında bu şaşırtıcı da değildir. Ama yineliyoruz, burada sorunumuz bu değil. Bizim işaret etmeye çalıştığımız olumluluk, metnin, hem ordu hem de dinci gericilik tarafından gündeme getirilen dayatmalar, sahte gündemler, sahte çözümler karşısında belli bir tutum almayı başarmış olmasıdır.

Darbe heveslilerin peşine takılmanın olduğu kadar, demokrasiye sahip çıkma adına dinsel gericilikle dirsek temasına girmenin moda olduğu bir süreçte, emek ve meslek örgütlerinin böyle bir bildiriyle tavırlarını ortaya koymaları, “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” mücadelesi açısından olumludur. Bu olumluluğu değerlendirecek, genel bir tutum haline gelmesi için çaba gösterecek olanlar hiç şüphe yok ki devrimci güçlerdir. Kitlelerin, savaş tamtamlarıyla, milliyetçi-şoven histerilerle, “kitlesel refleks” gösterileriyle ve muhtemel yeni provokasyonlarla, diğer yandan AKP’nin yeni aldatma politikalarıyla kuşatıldığı, her iki tarafın da işçi ve emekçilerin kanı ve alınteri üzerinden hesaplar yaptığı bir süreçte, oyunu bozmanın yolu işçilerin birliği, halkların kardeşliği fikri etrafında kararlı bir duruşun örgütlenebilmesine, bu temelde mücadelenin yükseltilmesine bağlıdır.