16 Mart 2007 Sayı: 2007/10(10)

  Kızıl Bayrak'tan
   Saldırılara karşı Newroz’da “İşçilerin birliği halkların kardeşliği” şiarını yükseltelim!
  Newroz ve düzenin nevrotik krizi
  “İşçilerin birliği halkların kardeşliği!”
bilinciyle Newroz alanlarına!
Düzen medyası yine andıçlandı...
Seçim yalanları başladı
8 Mart eylem ve etkinlikleri bu hafta da ülke çapında sürdü...
 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün ardından…
  Parti programımızda ulusal sorun - 1. Bölüm
  Yurtdışında 8 Mart etkinlikleri
  Bir kitap, bir sempozyum ve
sendikacılığa dair
Yüksel Akkaya
  İşçi-emekçi hareketinden...
  “Arka bahçe”de onbinler Bush’u
protestolarla karşıladı
  Irak’a komşu ülkeler Bağdat’ta konferans düzenledi ...
  Gazi katliamı protestoları...
  ODTÜ: Baskılar bizi yıldıramaz!
  Devrimci yurtsever gençlik, durumu,
görev ve sorumlulukları/II
  Bültenlerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Haklarımızı bilelim, kullanalım!

Haklarımızın gaspedilmesine izin vermeyelim!

İnsan, yaşam, düşünce, çalışma, örgütlenme, eğitim, sağlık gibi pek çok kavram “hak” ile birleştiğinde anlamını buluyor. Bugün bizim için belki çok sıradan ve doğal gelen pek çok hak, süreç içerisinde büyük mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Kimi haklar dişle tırnakla sökülerek, uğruna bedeller ödenerek elde edilmiştir. Örneğin 8 saatlik işgünü, sendikal örgütlenme, oy hakkı gibi pek çok hakkı bize ne patronlar bahşetmiştir ne de gökten zembille inmiştir. Bu yüzden biz işçiler kazanılmış haklarımızı kullanmayı, korumayı ve geliştirmeyi bilmek durumundayız. Çünkü insan, haklarıyla, yaşam olanaklarıyla insandır. Ne acıdır ki biz işçiler çoğunlukla haklarımızın ne olduğunu, nasıl geliştireceğimizi bilmiyoruz. Bundan en çok faydalananlar da patronlar oluyor.

Hepimiz farklı işyerlerinde çalışıyor olsak da sorunlarımız aynı. Bizimle aynı koşulları paylaşan milyonlarca işçi, işsiz var. Yasalarda varolduğu kadarıyla bile haklarımızı bilmediğimiz için bunu fırsat bilen patronlar hakkımız olanı elimizden alabilmektedirler. Bu basit biçimde bilgisizlikten değil, bilinçli bir sınıf olamamaktan, bireysel davranmaktan kaynaklanmaktadır.

Bir hakkın kağıt üstünde-yasalarda tanınmış olması yetmez, öğrenmek, kullanmak ve sahip çıkmak gerekir. Kullanılmayan hak, hak değildir. Örneğin yasalarda, Anayasa’da sendikalaşma hak ve özgürlüğü tüm kısıtlamalara rağmen mevcuttur. Ama sınıf mücadelesinin bir aracı olan sendikalaşma, işçi sınıfının önemli bir kesimi için ulaşılmaz noktadadır. Çünkü işçiler henüz sendikal örgütlenme hakkına bile sahip çıkmamakta, sendikalaşma girişimleri patronlar tarafından binbir yolla engellenmektedir. Yani bir hakkı kullanmak için bile mücadele etmek şarttır.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Örneğin bir işçi işten atıldığında nasıl davranması gerektiğini bilmezse, “kaderimizdir” deyip durumu kabullenirse, varolan haklarını da patronuna armağan etmiş olur. Bir işçi patron karşısında hiçbir şeydir. İsterse tüm haklarımız kağıt üstünde tanınmış olsun. Burada aslolan bir sınıf olarak fiilen harekete geçmek, saldırıları birlikte göğüslemektir. Bu da yetmez, hak ve özgürlüklerimizi daha da geliştirmek için siyasal bir mücadele yürütmek gerekir.

“Ağlamayan bebeğe mama verilmez” atasözü hakkına sahip çıkmayı ifade eder. Bugün bu hakları bilmiyor oluşumuz tümüyle bizim suçumuz. Bilsek, istesek ve söke söke alıncaya kadar mücadele etsek, patronlara kolayca boyun eğdiririz. Değilse biz ne verilirse ona boyun eğer hale geliriz. Burada önemli olan kendi özgücümüze güvenmektir. Karşılarına tek bir işçi olarak çıksak bile, bir sınıfın tutumu almalıyız. Meşru olduğumuzu önce kendimiz bilelim ki onlar da karşımızda afallasınlar ve korksunlar.


Çalıştığım fabrikada yaşadığım bir deneyimi aktararak yazımı bitirmek istiyorum.

İşlerin azalmasından dolayı toplu işten atmalar başladı. Elbette işten atılmak bizim kabahatimiz değil. Çıkarılanlardan altı ayını dolduranlar yoktu. Patron, mevcut yasayı çiğneyerek 15 gün öncesinden işten çıkaracağını işçilere bildirmemişti. Bunun üzerine birçok işçi arkadaşa 15 günlük ihbarı alabileceğimizi, bunun yasal hakkımız olduğunu söyledim. Çıkış kağıdına ihbar parası verilmezse imza atmamalarını anlattım. Bu yasal hakkımızı kullanalım dedim. Hepsi “tamam” dedi.

İçeriye tek tek alınıyorduk. Giren arkadaşlar kararının arkasında durmadılar. Bazıları itiraz etmiş, ancak tok bir duruş sergilememiş, imzasını atmıştı. En son benle hesaplaştılar. Ben, suç işlediklerini, 15 günlük ihbarımı istediğimi, aksi halde yasal haklarımı kullanacağımı söyledim. İtirazlarına, meşruluğuma ve özgücüme güvenerek hakkım olanı alana kadar buradan gitmeyeceğimi söyleyerek cevap verdim. Önce “sen de her şeyi biliyorsun” diye takılıp beni ikna etmeye çalıştılar. Ben ise sınıfıma yakışır olanı yaparak sınıfsal bir tutum sergiledim. Kaybedecek bir şeyim yoktu. Asıl suç işleyen onlardı. Kararlılığım karşısında başlarına iş açacağımdan korkmuş olmalılar ki 400 YTL’yi geçen ihbar parasını verdiler. Tüm haklarımı aldıktan sonra çıkış kağıdını imzaladım. Ama elbette içim buruktu. Keşke bu tutumu diğer arkadaşlarla ortaklaşabilseydik ve hep beraber haklarımızı alabilmiş olsaydık. Bir taraftan da onlara kızgındım çünkü kendi çıkarlarını bile savunmaktan geri durdular. Ve kaybettiler. Dediğim gibi, maddi kazançtan öte manevi kazanç daha önemliydi. Birlikte direnip yine kaybetseydik içim buruk kalmazdı. Çünkü o zaman daha değerli olan bir şeyi, sınıf dayanışmasını ve ortak mücadele etme deneyimini kazanmış olacaktık. Patronlar, karşılarında titrek, korkak, hakkını istemekten aciz işçiler yerine sınıfsal bir güç görmüş olurdu. Bu da hem ona hem bize yeterdi.

Kölece çalışıp sefalet içinde yaşamaya mahkum edilen biz işçilerin kaybedeceği bir şey yok. Oysa korkularımızdan, bireysel kaygılarımızdan sıyrılıp haklarımız için mücadele ettiğimizde kazanamayacağımız bir hak yok.

(Esenyurt-Kıraç İşçi Bülteni’nin Mart ’07 tarihli

son sayısından alınmıştır...)


Asgari ücretten sonra Ocak zamları da belirlendi...

Yine hüsran yine sefalet!

Biz işçi ve emekçilerin yaşamında önemli bir yer işgal eden asgari ücret, 2007 yılı için 403 YTL olarak belirlendi. Bundan önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da asgari ücret konusunda yine patronların dediği oldu ve bizlerin payına da her zamanki gibi sefalet ve yoksulluk düştü. Ama sadece biz asgari ücretlilerin payına mı?

Asgari ücret belirlenmesinin ardından, yüzbinlerce işçinin gözü-kulağı çalıştıkları fabrikalarda verilecek olan yeni yıl zamlarına çevrilmişti. Ama asgari ücrete verilen zamma bakarak aslında, Ocak ayından itibaren geçerli olacak zamlarının da farklı sonuçlanmayacağı daha baştan belliydi. Nitekim öyle oldu. Pek çok fabrikada Ocak zammı bir kez daha beklentilerin çok çok altında gerçekleşti.

Nitekim pek çok fabrikada ya zam yapılmamış ya da asgari ücret zam oranın altında bir ücret zammı yapılmıştır. Çünkü, bu ülkede patronlar asgari ücretin altında zam yapmayı bir gelenek haline getirmişlerdir. Patronlar yine “bakın asgari ücretle aynı oranda zam yapıyoruz” diyerek makul gösterme pişkinliği gösteriyorlar. Düşük zamları yeni hak gaspları izliyor. Patronlar fırsat bu fırsat deyip tepemize daha fazla biniyorlar.

Daha önce yılda iki kez zam alıyorken, bugün yalnızca yılda bir kez belirlenen komik zamlarla ücretlerimiz, adeta ateşe tutulan yağ gibi hemencecik erimektedir. Ücretlere yapılan zamlarla temel tüketim mallarına yapılan zamlar arasındaki makas açıldığında ise sefil patronlar koro halinde “ne yapalım, enflasyon tahminlerimizin de üstünde çıktı” diyerek bu soygunun kabahatini üstlerinden atmaya çalışıyorlar. Geçen yıllarda pek çok fabrikada yılda dört kez ikramiye verilirken, şimdi ya hiç verilmemekte ya da ikramiye sayısı yılda 1-2’ye düşürülmüştür. Gözboyamak için yapılan erzak yardımı da artık tarihe karışmak üzeredir.

Ama bu kadar da değil. Patronların aç gözlülüğü sınır tanımıyor. Yeni yılla birlikte pek çok fabrikada işçilere çıkış verilip, tüm hakları tırpanlandıktan sonra yeniden işe alınıyormuş gibi gösteriliyor. Kadrolu işçi taşeron işçisi yapılıyor, sendikalı işçi sendikasızlaştırılıyor. Birçok işçi ise işten çıkarılıyor. Bu arada kılıfına uydurabilirlerse birikmiş haklarımıza da el koyuyorlar. Yüzlerce işçiyi çalıştıran ve milyonlarca dolar kar elde eden, bu kârlarıyla kendilerine yeni yeni fabrikalar açan Makel, Colins, Yılmaz Redüktör, Samet Kalıp, Gezer Terlik, Öztiryakiler gibi birçok fabrikanın patronları tüm bu saldırıları “işler kötü”, “sipariş alamıyoruz” diyerek yutturmaya çalışıyorlar. Yani onlar her zamanki gibi çıkarları ne gerektiriyorsa onu yapıyor ve yine bildiklerini okuyorlar.

Peki ya biz işçiler? Küfrederek, içimizden konuşarak ya da “bir dahaki sefere” diyerek daha ne kadar kendimizi kandırabiliriz? “Benim ücretim ötekisinden üç-beş kuruş daha fazla” diyerek kendimizi daha ne kadar avutabiliriz? “Buna da şükür” deyip boyun eğmeyi bir alışkanlık haline getirenlere ise hiçbir sözümüz yok. Sözümüz, sefaletimizle birlikte derinleşen bu utanca artık daha fazla katlanmak istemeyen sınıf kardeşlerimizedir. Suskunluğumuzu, sessiz ve tepkisiz kalmamızı fırsat bilen asalak patronları daha fazla sevindirmeyelim.

(Esenyurt-Kıraç İşçi Bülteni’nin Mart ’07 tarihli

son sayısından alınmıştır...)