16 Mart 2007 Sayı: 2007/10(10)

  Kızıl Bayrak'tan
   Saldırılara karşı Newroz’da “İşçilerin birliği halkların kardeşliği” şiarını yükseltelim!
  Newroz ve düzenin nevrotik krizi
  “İşçilerin birliği halkların kardeşliği!”
bilinciyle Newroz alanlarına!
Düzen medyası yine andıçlandı...
Seçim yalanları başladı
8 Mart eylem ve etkinlikleri bu hafta da ülke çapında sürdü...
 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün ardından…
  Parti programımızda ulusal sorun - 1. Bölüm
  Yurtdışında 8 Mart etkinlikleri
  Bir kitap, bir sempozyum ve
sendikacılığa dair
Yüksel Akkaya
  İşçi-emekçi hareketinden...
  “Arka bahçe”de onbinler Bush’u
protestolarla karşıladı
  Irak’a komşu ülkeler Bağdat’ta konferans düzenledi ...
  Gazi katliamı protestoları...
  ODTÜ: Baskılar bizi yıldıramaz!
  Devrimci yurtsever gençlik, durumu,
görev ve sorumlulukları/II
  Bültenlerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Düzen medyası yine andıçlandı...

Doğru haber alma hakkı için sosyalizm!

Düzen medyası günlerdir Genelkurmay’ın yeni andıcını konuşuyor/tartışıyor. Sadece andıca konu olanlar değil elbette, düzen siyasetinden de tartışmaya katılan az değil.

Andıçta ordu karşıtı olarak sınıflandırılan gazete ve gazeteciler, hiç kuşkusuz karşıt değiller, olamazlar. Hem üzerinden defalarca tank paletleri geçmiş düzen sathında tutunmaya çalışıp hem de başını kaldırmak mümkün değil. Askeri darbeler sadece düzenin gerçek muhalifi devrimci hareketi ezmekle yetinemezdi. Düzeni de düzlemeleri, tek ‘karşıt’ kalmayana dek ezmeleri gerekiyordu, ezdiler.

Dolayısıyla, bugün TSK’nın karşıt ilan ettikleri, aslında küçük çaplı da olsa eleştiri cüreti gösterenlerle, okunma/izlenme kaygısıyla zaman zaman korkularını unutanlardır. Nitekim, karşıt sınıfında adı geçenler dahil, andıcın duyulmasını takip eden günlerde, medyada bir ordu övgüsüdür gidiyor. TSK’dan, yok böyle bir şey türünden bir açıklama gelmediği halde, belgeyi yalanlamaya, TSK’yı yıpratmaya yönelik bir komploymuş gibi göstermeye çalışanlar var. Oysa, TSK avukatı Baykal bile belgeyi inkardan gelmeyip savunmayı tercih etti. Bir iç çalışmadır, her kurum yapar, yapıyor, başbakanın uçağına da her gazeteci giremiyor gibi açıklamalarla yetindi.

Yoktur böyle bir şey, bizim ordumuz çok demokratiktir yaklaşımındakiler, sözde, belgenin dilini orduya yakıştıramamış, çok acemice imiş. Bunlar basın mensubu ya, güya imla kurallarına dikkat ediyor, böyle köklü bir kurumda bu kadar kötü bir metin kaleme alınamaz diye düşünüyorlar. Aslında elbet düşünmüyor, düşündürmeye çalışıyorlar.

Andıç olayına -aslında kendilerinin dışlanmasına- pek sert tepki gösterenler de, bu ilkel savunuculardan fazla farklı sayılmaz. Onlar da “ordu karşıtı” etiketine itiraz ediyor, orduya karşı olmadıkları, siyasete müdahalesine karşı oldukları savunusuna girişiyorlar. Ama nedense andıcın kendisine, yani basın özgürlüğüne müdahale kısmına fazlaca girmiyor, girmek istemiyorlar.

Bunu bir kez yaşadılar, bir daha yaşamak istememeleri doğal tabi. Bir önceki andıç vakasında, kimi büyük gazetelerin kimi büyük kalemleri işlerinden oldular, bugün bunlar da işsiz kalmak istemiyor, köşelerini, maaşlarını, rahatlarını korumaya çalışıyorlar.

Özetle, medya cephesinde yeni bir şey yok.

Ancak, andıçlanan medya kuruluşları ve kalemleri göz önüne alındığında, TSK’da ciddi bir sıkıntı yaşandığı görülecektir. Andıç metninde adı ‘karşıt’a çıkarılan pek çok kalemin ordudan daha çok orducu olduğu da biliniyor. Örneğin, sabah-akşam orduya övgüler düzenler, TSK’da simgeleşen resmi ideolojinin tüm ırkçı-şoven söylemleriyle öne çıkan Kanaltürk’ü bile karşıt gösterebiliyorlarsa, artık gerisini düşünmek gerekiyor.

Düzen ve ordusunun sıkıntılarını anlayabilmek için birkaç soru sıralamakta fayda var.

Bu andıca neden şimdi, bu süreçte ihtiyaç duyuldu?

Gizli ibareli bir metin, ordudan, nasıl –esasta neden- basına sızdırıldı?

NATO bünyesinde zaten çoktan cepheye sürülmüş bulunan Türk ordusu, ABD bünyesinde hazırlandığı yeni ve daha sıcak savaşa hazırlık babında, içerde, yeni bir psikolojik savaş mı açmış bulunuyor?

Bu andıçla birlikte artan ordu övgüsüne bu kadar çok mu ihtiyaç duyuyorlar?

Sorular daha da artırılabilir. Ancak görüleceği gibi, bu metin gerçek mi sahte mi, ordu demokratik mi değil mi, basını böylesine baskılar mı baskılamaz mı, soruları burada devre dışı kalıyor. TSK’nın tarihi ve yapısı andıç olayını tartışmalı olmaktan çıkarıyor, tartışmasız bir gerçek olarak ve çırılçıplak ortada bırakıyor. TSK, darbeci bir geleneğin temsilcisidir. Darbeler ki, baskının top, tüfek, panzer, kurşun, idam sehpası, işkence eşliğinde ve bir kan deryası içinde yapıldığı bir olgudur. Bu geleneğe sahip bir ordu, neden iki satır yazı ve sözle baskı kurmaktan geri dursun?

Gerçi düzen medyasının herhangi bir baskıya ihtiyacı olmadığı, ordu övgüsünü canı gönülden ve büyük bir gayretkeşlikle yapıp durduğu biliniyor. Bunu elbet ordunun başındakiler de biliyor. Bu böyle olduğu halde andıç metinlerinin ortada dolaştırılması, basına baskı adı altında kitleleri baskılama niyetine yorulmalıdır. Kitleleri baskı altına almaya yönelik diğer bilindik araç ve yöntemlerin yanı sıra, ve bir psikolojik harp taktiği olarak, andıcın da devreye sokulduğu anlaşılıyor.

İşin bir de iyi tarafından yaklaşırsak, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin düzen medyası dışında, haberleri doğru okuma kaynağı da bulunuyor. Bunlar devrimci basın-yayın organlarıdır ve düzenin vesayetinden olduğu kadar böylesi andıçlardan da azadedir.

Düzen medyasında hala “basın özgürlüğü” masalı okunadursun, devrimci-sosyalist basın, her gün, her saat işçi ve emekçilerin karşısına gerçek haberlerle çıkmakta, bedeli neyse ödemekten çekinmeden özgürlüğü yaşamaktadır. Kitlelerin gerçek ve doğru haber alma özgürlüğü de böyle kazanılacaktır.


 

Andıç: Türkiye’de bir ordu geleneği

Düzen medyası daha 28 Şubat tartışmalarını bitiremeden yeni bir andıçla “sarsıldı.” Sarsıntı, andıcın tam da TSK’yı aklama çabalarının üstüne gelmesi, yani zamanlamasıydı. Yoksa, ‘demokratik ordu’ yavelerine kendileri de inanmıyorlar. Hatta pek çok düzen kaleminin açıkça savunduğu gibi, ordunun demokratik olması gereğine de inanmıyorlar. ‘Vurdu mu oturtacak’, ‘asker gibi asker’ bir Genelkurmay Başkanı isteyeninden, ‘Irak’a, Irak’a!’ naralarıyla savaş çığırtkanlığı yapanına kadar, Türk medyasının, tam da Türk ordusuna yaraşır -ilişik değil adeta yapışık- bir düzen kurumu olduğu biliniyor.

Düzen medyası, buna rağmen andıçlanıyorsa artık gerisini düşünün. Yani, 28 Şubat yıldönümü vesilesiyle girişilmiş tüm o ‘demokrasi’ reklamları bir çırpıda boşa çıkarılmış oldu. Ne AB süreci, ne bu zorlamayla çıkarılan yasalar, ne sivil iradeye tabilik… Tüm bunlar ordu cephesinde en küçük bir değişiklik yaratmamıştı. Ordu aynı ordu idi.

Zihniyetiyle, çalışma ve elbette savaşma tarzıyla; gerici, ırkçı, darbeci, kontracı, komplocu vb. özelliklerini aynen korumaktaydı. Ordu cephesinden her seferinde farklı bir bahane yaratılmaya çalışılmasına rağmen, AB sürecine karşı gösterilen direncin temelinde de bu, tek başına iktidar geleneğinin sarsılması ihtimali bulunuyor. Onların ABD ile ilişkilerinde bildikleri/alıştıkları bir tarz var; efendi uşağın iç işlerine karışmaz; çoğu durumda destekler, yardım eder, alkışlar. Amerikan demokrasisinin gereğidir bu. Türk ordusu da, elbette, Amerikan demokrasisine tabi olmak babında ‘demokrat’tır. Ancak “Avrupa demokrasisi” (ya da üyelik sürecini hep askıda tutmaya yönelik gayretler) bu alışkanlıkları baltalayacak dayatmalar getirmektedir. Türk ordusu, NATO’da kucak kucağa olduğu Avrupa emperyalizminin üyelik üzerinden dayatmalarına bu yüzden direnmektedir.

Herşeyin hızla “değiştiği” bir çağda TSK neden bu kadar katı bir “muhafazakar” tutum sergilemekte, diye düşünülebilir. “Neden değişmesin, pekala da değişebilir, öyle bir değiştiririz ki” hayalleri kurulabilir. Ama TSK’nın en son andıç olayıyla bir kez daha kanıtladığı yapısal özellikleri, bu hayallerin de artık sonu olmalıdır. TSK’nın elbette pek bağlı olduğu gelenekleri, alışkanlıkları var. Hiyerarşik bir örgütlenmesi, kontracı bir yapılanması var ve benzeri. Ama onu asıl değişmez kılan üstlenmiş bulunduğu vazifesidir. Ordunun tepesinden sık sık ifade edildiği gibi, kurulu düzeni -onlar cumhuriyeti demeyi tercih ediyor- koruma/kollama görevidir bu. Aynı sisteme sahip başka ülkelerin aynı görevle yükümlü başka ordularından farklı gibi görünen, zaman zaman ifrata kaçan tutumlarını anlamak için de, dönüp, cumhuriyetin kuruluş sürecine bakmak gerekiyor. “Cumhuriyeti biz kurduk, biz koruduk, dolayısıyla da yönetimde son söz de bizimdir” tutumu o ilk yıllardan kalmadır. Mustafa Kemal ve ekibinin “kurucu” rolünün, kendilerine bu hakkı “doğal” olarak devrettiğini düşünüyorlar.

Sermaye sınıfı cephesinden ordunun bu kaprisi çok da sorun yaratmıyor. Zaman zaman modern burjuva imajlarına halel geldiğini düşünseler de, temelde, düzenlerinin bekası sağlandığı sürece, yönetimde sivillerin mi, apoletlilerin mi ağırlıklı söz sahibi olacağı onlar için sorun değil. İkide bir demokrasi raporları hazırlatıp yayınlatmayı, tartıştırmayı alışkanlık haline getirmiş olan TÜSİAD baronları, düzenlerinin sarsıldığı korkuları ne zaman yoğunlaşsa, darbelerin en güçlü destekçisi, finansörü oluyorlar.

Dolayısıyla, Türk ordusu gericilikteki bu tutuculuğunu koruyup kollamakla yükümlü olduğu sermaye sınıfının desteğiyle sürdürüyor. Bir yandan efendileri ABD’nin, diğer yandan sermaye sınıfının desteğiyle, ırkçı/faşist/gerici/darbeci/katliamcı bir ordunun keyfi yönetimi altında, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halklarının gelişme, ilerleme umutları ezilmeye çalışılıyor.

Ordunun demokratikleştiğine dair hayallere son vermek, gerçek bir demokrasiye kavuşabilmek için gericilik bataklığı kapitalist düzeni ortadan kaldırmak gerekiyor.