12 Ocak 2007 Sayı: 2007/01(01)

  Kızıl Bayrak'tan
   Topyekûn saldırılara karşı direniş yılı!
  Saldırılara karşı
birleşik devrimci direniş!..
  2006 yılında sınıf hareketi
  2006 emperyalist/siyonist güçlerin Irak’ta bataklığa saplandıklarının resmen tescil edildiği yıl oldu!
Üçlü “Şer mihveri” komşu halklara karşı hazırlanıyor!
Asgari ücret kimin meselesi? - Yüksel Akkaya
Hava-İş Örgütlenme ve Eğitim Uzmanı Munzur Pekgüleç ile asgari ücret üzerine konuştuk...
 Özel güvenlik şirketleri
  Yeni bir yılın başında dünya, Ortadoğu ve Türkiye
  Nükleer silah deposu siyonist rejim bölge
halklarını tehdit ediyor!
  Filistin halkı kazanacak!
  Somali’ye saldırı emrini ABD emperyalizmi verdi
  Bağdat-Mogadişu
  Faşizmle hesaplaşmak kapitalizmle hesaplaşmaktan geçiyor!
  Oaxaca’nın ruhu! -
Mumia Abu-Jamal
  Saddam’ın idamı ve düşündürdükleri -
M. Can Yüce
  2007’ye girerken
  Diyeti ödenmeyen
çalıntı bir hayatın rüyası -
H. Eylül
  Başka türlü bir tribün, başka türlü bir futbol:
LİVORNO CALCIO -
Cem Taylan
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Diyeti ödenmeyen çalıntı bir
hayatın rüyası

H. Eylül

Yorgun mesailerin ardından, sadece uyurken özgür kalabildiği zamanı sonlandıran mekanik ses yine saatin ziline aitti. Bu andan sonra artık her şey bir tekrardan ibaretti. Uykusunun tadına henüz varamamışken yine yorgun kalkacak, henüz doğmamış olan günle esaretini de başlatacaktı.

Hızla yataktan kalkıp yüzünü yıkamaya giderken evin aydınlık olduğunu farketti. Fabrikaya geç kaldığını düşündü. Bu durum günün uğursuz geçeceğinin bir işareti olmalıydı. O kadar hızlı hazırlanıyordu ki, sanki bedeninde yorgunluktan eser yoktu. Kapıya doğru yöneldiğinde erkek kardeşini koltukta otururken gördü. Dün gece mesaiye kalması gereken kardeşinin ne zaman geldiğini, neden bu kadar rahat göründüğünü anlayamadı. Kendisindeki telaşın aksine kardeşinde huzur dolu bir sukünet vardı. “İşe gitmeyecek misin” diye sorabildi sadece. Kardeşinin yüzünde, her zaman sinirli bir hava yaratan kırışıklıklardan eser yoktu. Yüzünün bu hali ne kadar da yabancı gelmişti ona. Kardeşi, oturduğu koltukta bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan da kitap okuyordu. Sanki oldukça havadar ve manzaralı bir çay bahçesinde vakit öldürüyordu. Sesini duymamıştı bile. Daha önce elinde hiç kitap görmemişti oysa. Sorusunu biraz daha yüksek sesle tekrarladığında, kardeşi sakin sakin yüzüne bakıp; “bu telaşın niye, daha vakit var” dediğinde dalga geçtiğini düşünüp daha fazla oyalanmadan dışarı çıktı.

Servisi kaçırmış olacağından hem biraz yürüyecek, hem de dolmuşa binmek zorunda kalacaktı. Artık iyice geç kalmıştı. Kafasından usta başına neler söyleyebileceği geçiyordu. Yola çıktığında servisin hala aynı yerde durduğunu gördü. Servis otobüsünün arızası vardı herhalde. Neyse ki bu sefer şanslıydı. İş arkadaşları servisin yanında birbirleriyle şakalaşıp gülüşüyorlardı. Bu halleriyle uzaktan ilkokul talebelerine benziyorlardı. Arkadaşlarının sabah sabah bu enerjiyi bulmalarına bir hayli şaşırmıştı. Yanlarına gittiğinde “günaydın, yine tam zamanında geldin” dediler. Arkadaşlarının kendisiyle dalga geçtiğini düşündü. Fakat, şimdiye dek ses tonları hiç bu kadar sıcak ve dostça gelmemişti kulağına. Herkes servise bindiğinde, bir otobüs dolusu neşeli insan topluluğu pikniğe gider gibiydi.

Kahkahalarla başlayan bu yolculuk, sanki Organize Sanayi sömürü cehennemine değil de, adını ve yerini bilmediği bir cennete doğru yapılmaktaydı. Sokaklarında çıplak ayaklı çocukluğunun izleri saklı olan mahalleden yavaş yavaş çıkıyordu ki, bakışları servis camından dışarı kilitlendi. Tüm evler yenilenip güzelce boyanmış, sokaklara yeni asfaltlar dökülmüş, yol kenarlarındaki anlamsız ve çirkin boşluklar çiçek bahçelerine dönüştürülmüştü. Sanki her şey yeniden inşa edilmişti. Sabahın karanlığında başlayıp gecenin karanlığında sonlanan işçilik hayatı, O’nu yıllardır yaşadığı mahalleye bu kadar yabancılaştırabilir miydi? Ana caddeye çıktıklarında “acaba neler oluyor?” diye düşünmeye başladı. Yol kenarları bu haliyle büyük bir parkı andırıyordu ve sanki birileri onları bu parkta gezintiye çıkarmıştı. Aklından geçen hiçbir soruya cevap bulamamıştı ki, servis Organize yoluna girdi.

Organize Sanayi toplama kampı, gönüllü kölelerini bekliyordu. Yol buyunca karşılaştığı değişiklikler burada da devam ediyordu. Aklına ilk gelen şey; daha çok çalışıp, kendisine daha fazla para kazandırmaları için patronların kölelerine ilham vermesi için bu toplama kampını estetize etmiş olduğuydu. O an kendisini, bileklerine takılı prangalara iliştirilmiş çiçekler içinde düşündü, hayalindeki haline gülümsedi. Bir süre sonra, işçilerin alınterleriyle çarkları dönen fabrikanın önüne geldiler. Fabrika bahçesinin giriş kapısında öylece beklemeye başladı. Çocukluğunda başladığı tekstilde en çok gururuna dokunan işte bu anlardı. Her gün fabrikaya girerken ve çıkarken hırsız muamelesi görmeyi içine sindiremiyordu. Halbuki çalışan ve üretim yapan onlardı. Emeklerini çalan patron olmasına rağmen, hırsız muamelesi gören hep kendileri olurdu. Çalışırken işittikleri, küfür ve hakaret yetmiyordu sanki. O bunları düşünürken zaman hızla geçiyor, fakat beklenen o soğuk ve resmi güvenlikçi hala gelmiyordu. Bu esnada herkes elini kolunu sallaya sallaya, güle oynaya bahçeye girmiş, O’na bakıp duruyorlardı. Yüzünün kızardığını hissetti; “Yoksa sadece benim çantama mı bakılacak” diye endişendi. Neyse ki koluna giren birisi oldu da yürürken sendelemekten kurtuldu. Yan yana yürüdüğü kişi, gözlerinin içi gülen, sesi dostça çıkan biriydi. Dün giydiği resmi elbiselerin içinde ukala ve kibirli bir hava takınan, sesi emredici bir tonda çıkan güvenlikçi bugün bir dost, bir kardeş gibi koluna girmişti. İçini ısıtan bir ses duydu sonra; “sen iyi misin, niye böyle soğuk, hareketsiz duruyorsun?” Ne yapması gerekiyordu ki! Burada patronun kasalarının dolmasını sağlayan makinelerin bir parçası değil miydi? Fabrika giriş kapısına geldiklerinde koluna giren kişi, diğer işçilere dönerek; “bugün biraz kötü görünüyor” dedi. Arkadaşlarından biri; “sağlığın iyi olmadığı halde işe gelmenin iş yasasına göre suç ve yasak olduğunu bilmiyor musun?” dediğinde, aklından kendisini işten attırıp, yerine başkasını aldırmak istiyorlar diye geçirdi. Yüzünü diğer işçilere doğru çevirip gülmeye çalıştı ve “yok, yok çok iyiyim” dedi.

Hep birlikte iş önlüklerinin olduğu bölüme doğru yürümeye başladıklarında, tek tip insan olduklarını kabul ettirmek için giydirilen tek tip iş önlüklerini düşünüyordu. O elbiseleri giydiklerinde yürüyen robotlara, makinelere dönüyorlardı. Elbise dolabını açtığında gördüğü manzara ise sabahtan beri yaşadıklarını katbekat artıran yeni bir durumdu. Dolabın içi neredeyse bir mağazaya dönmüştü. Tertemiz görünen ve mis gibi kokan farklı farklı iş elbiseleriyle dolu dolabın hemen yanında ise eczane vitrinlerinde olduğu gibi çeşit çeşit ve daha hiç açılmamış ilaç kutularıyla dolu büyükçe bir ecza dolabı bulunmaktaydı. Bu kadar kısa zaman içerisinde, yaşadığı bunca yeni şeyden sonra, kafasının içi davul gibi olmuş, artık hiçbir şeyi düşünemeyecek hale gelmişti.

Birazdan yaşamı boyunca yaptığı en iyi şeyi yapacak, önündeki makineye ve ustabaşına itaat edecekti. Şimdi yapayalnızdı ve elleri önceden programlanmış gibi patronu için üretecekti. Artık beyni; bir bilgisayarın yapacağı işe programlanmış hafızası, bedeni ise; bu bilgisayara tel bir kablo yerine damarlarıyla bağlanmış etten bir metal yığınıydı. Fakat çevresindeki hiç kimse onun gibi değildi bugün. Oysa daha dün, hepsi burada aynı makinenin birer parçası gibi ama birbirlerine o kadar da yabancıydılar, o metal yığınları kadar soğuktular. Aralarındaki tek bağ çıkar ilişkilerine dayalıydı. Herkesin sınırlı sayıda insandan oluşan bir arkadaş grubu vardı. Bugünse, sanki yıllardır aynı yerde çalışıp da birbirlerine yabancı kalmayı başaran onlar değildi. Onları şimdi barıştıran, birleştiren sebep ne olabilirdi? Herkes o kadar rahattı ki, sanki hepsi bu fabrikaya ortak olmuşlardı da kendileri için çalışıyorlardı.

Çalışma koşulları da tamamıyla farklıydı o gün. Sık sık çay, dinlenme paydosları veriliyordu. Yemek paydosu da hiç bu kadar uzun olmamıştı. Yemeklerse hiç o kadar sağlıklı ve lezzetli çıkmamıştı. Verilen aralarda doktorlar gelip işçilerin sağlıklarını kontrol ediyor, bazı işçilerin çalışmaya devam etmesinin sağlıkları açısından zararlı olacağına kanaat getirip, işçi temsilcisiyle konuşup eve gönderilmesini sağlıyorlardı. Ayrıca fabrikanın hemen bitişiğinde bir kreş açılmış ve küçük yaşta çocuğu olanlar verilen aralarda çocuklarını görmek için kreşe gidiyorlardı. Mesainin sona erdiğini bildiren paydos zili çaldığındaysa, sadece 6 saattir fabrikada olduklarını fark etti. Bu esnada bir işçi yüksek sesle konuşmaya başladı; “6 saat boyunca kendimiz ve bizim gibi milyonlarca işçi ve emekçi için çalıştık. Bugünde alınterimiz bir avuç sömürücünün kasalarına para olarak değil, kendi geleceğimizin insanca bir yaşam temelinde huzurlu ve rahat geçmesi için aktı. Emeğimiz, bugün de hak ettiği karşılığı buldu. Bu yüzden şimdi sıra böylesine adil bir paylaşım düzeninin nasıl yaratıldığını bir kez daha hep beraber izlemeye geldi.” Gün boyu yaşadığı şaşkınlıklara bir de duyduğu bu sözler eklenince iyice afallamıştı. Nasıl bir düzende yaşıyorlardı ki, kendileri için çalışıp, mutlu ve rahat yaşayabilsinler.

O da diğer işçilerin arkasından gitmeye başladı. Gittikleri yer patron ve müdürlerin toplantı yaptıkları salondu. Patron burada sık sık müdürleri ve usta başlarını toplar, uzun bir süre dışarı çıkmazlardı. Bu toplantıların sonucunda çoğunlukla işten atılanların isimleri duyurulurdu. Bazen de yeni çıkan bir iş kanunu hakkında işçilerin hiç anlamadığı bilgiler verilirdi. Fakat bu kez tam tersine fabrikadaki tüm işçiler bu salona dolmaya başladı. Şimdiye dek birkaç defa, o da patron bu salonu işçilere temizlettiği için girmişti. Her taraf mis gibi kokuyor olurdu. Şatafatlı bir görüntüsü vardı. Burada patronun ve müdürlerin oturduğu koltukları işçiler ancak lüks mobilya mağazalarında görebilirdi. Şimdi ise, tüm işçiler salona girmiş, o, kapının eşiğinde kalmıştı. İçinde garip bir tedirginlik vardı. Daha önce de başka fabrikalarda çalışırken, işine son verileceğini hissettiği zamanlardaki tedirginlikti bu. Sanki binlerce yıllık bir geleneği parçalamakla karşı karşıya kalmıştı. Kapıda daha ne kadar öylece beklediğini unutmuştu, ta ki işçilerden biri koluna girip içeriye alana kadar. O an sanki içinde köhnemiş bir geleneğin yıkıntıları üzerinde yükselen yeni bir şeyler vardı. Patronun gelecekleri üzerinde kalem oynattıkları salonda şimdi işçiler vardı. Salonun dekoru da değişmişti. Daha önce patronun zenginliğini, mal varlığını ele veren abartılı bir şatafatın hakim olduğu salona, işçilerin emeğiyle güzelleşmiş bir hava hakimdi. Hiçbir yabancılık çekmeden, herkes hemencecik yerine yerleşmişti.

Sahneye beyaz bir perde asılmıştı. Yer yer durağanlaşıp, sonradan yükselen müziğin ritmi önce düşündürüyor, arkasından dinleyenleri heyecana ve coşkuya sevk ediyordu. Perdede fotoğraflar görünmeye başlayınca, müziğin ezgisi farklılaşıyor, hüzün ve öfke aynı anda hissediliyordu. Perdeye yansıyan resimler bir bir değiştikçe, o da anımsamaya başladı. Çünkü bu fotoğraflar daha önce duvarlara asılan afişlerden gözüne çarpmıştı. Her gördüğünde bakışlarını kaçırdığı o afişlerdeki resimler neden peşini bırakmamıştı? Aslında ne kadar da umarsızdı duvarlarda asılı resimlerin yanından geçerken.

Sonra, saçları beyazlamış yaşlı kadınlar yansıdı perdeye. Yerlerde polisler tarafından sürüklenirken bile sımsıkı tuttukları fotoğrafları bırakmıyorlardı. Kirpiklerinden yaşlar süzülüyordu ama gözlerindeki öfke silinmiyordu. Daha geçen hafta kentin en işlek yerine kurulan masadan imza toplarken gördüğü o yaşlı kadının görüntüsü de vardı. Hatırladı; çevresinde polisler birikmiş tehdit ediyorlardı. Fakat yaşlı kadın polisleri duymuyordu bile. Bağırmaya devam ediyordu. “Onlar sadece kendileri için değil, milyonlarca işçi ve emekçi için de direniyorlar. Çocuklarımız istiyorlar ki, ‘kendilerinden sonra gelecekler demir parmakların ardından değil, asma bahçelerinden seyredebilsinler bahar sabahlarını, yaz akşamlarını.’ Onlar, ‘bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine bir yaşam istiyorlar.’ Demir parmaklıkların ardında işlenen cinayetlere, işkencelere sessiz kalmayın. Bir ölümü cinayet yapan sadece katillerin kıyımı değildir. Kızlarımızı ve oğullarımızı asıl öldüren sizin suskunluğunuz olacaktır. Çocuklarımızın yanan ve yakılan bedenleri arasında, asıl kül olan gelecek umudumuzdur. Susmayın! Suskunluğunuz daha bir kanatıyor onların gün gün eriyen bedenlerini. Sadece onlar için değil, kendi geleceğiniz için de duyun sesimizi.”

O, öyle ilgisizce izlerken polisler sürükleyerek, döve döve götürmüşlerdi yaşlı kadını. Ama hatırladı, yaşlı kadının bakışları kalmıştı o gün üzerinde. Sanki, “madem sözlerimi anlamadın, bari bak gözlerime” diyordu yaşlı kadın ona.

Ellerindeki bildirileri işçilere dağıtan bir grup belirdi sonra perdede. İşçiler paydos etmiş, fabrikadan çıkıyorlardı. Bildiri dağıtanlardan genç bir kız bağırıyordu; “‘Gündüzlerinde sömürülmediğimiz, gecelerinde aç yatmadığımız, ekmek, gül ve hürriyet günleri için…yarin yanağından gayrı, her yerde hep beraber olabilmek, ekmeği aşı hep beraber paylaşabilmek için…’, ‘hepimizin olması için sabahına yaşlı başlamayan günün, sürülen tarlanın, tüten bacanın. Kalmasın diye bir tek ayak çıplak, bir tek çocuk yorgun, yarınsız, ekmeksiz…’ Bir avuç sömürücü asalağın değil, kendimizin olsun diye emeğimizin hakkı…” Devamını duyamayacak kadar bir dalgınlığa sürüklenmişti yine. Geçen akşamki iş çıkışı geldi aklına, o gün de bildiri dağıtılıyordu fabrika kapısında. Uzatılan bildiriyi daha okumadan buruşturmuştu. Bildiri dağıtanlarsa, sihirli bir kapının kilidi yere atılmış gibi öfkeyle bakmışlardı yüzüne.

Yürüyüş yapan işçiler yansıdı perdeye sonra. Ellerinde pankartlar vardı. “Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyaya yürüyoruz. Eşitlik, özgürlük, adalet için yürüyoruz. Açlığın ve yoksulluğun olmaması için, insanın bir başka insan tarafından sömürülmemesi için, başkalarının çıkarına haksız savaşların yapılmaması için, işçilerin birlik halkların kardeşçe yaşayabileceği bir düzen için yürüyoruz” diyorlardı. Yürüyenler o kadar kalabalıktı ki. Kimler yoktu ki içlerinde. Tanıdığı tüm arkadaşları, akrabaları, hiç tahmin etmediği insanlar bile yürüyüş kolunun en önündeydiler. Aralarında kendisini aradı ama bulamadı, herkes vardı fakat bir tek O yoktu. Başını önüne eğdi ve yüzünün kızardığını hissetti. Neden? diye sordu kendine… Şimdi, burada, herkesin gözü üzerinde olmalıydı. Belki de birazdan arkadaşlarından birisi; “Bakın işte! Yaşadığımız mutlulukta hiçbir payı olmayan tek kişi bu. Hiç kimseye güvenmedi hiçbir zaman. Hep, tuğlasını kendi elleriyle ördüğü bir hapishanede yaşadı. Ne kadar da özgür sanıyordu oysa kendisini. Halbuki nasıl da küçük bir dünyada yaşıyordu. Duvarlarını kendi elleriyle yükselttiği hapishaneden bir türlü çıkamadığı için, en yakın arkadaşlarını bile hep yalnız bıraktı” diye bağıracaktı.

Gözlerinin önünde, yaşamadığı bir hayat yeniden sahneleniyordu. Ve o, tek bir karesinde bile yoktu bu hayatın. Peki dün, yaşanırken olmadığı hayatın geleceğinde, yani bugün ne arıyordu. Yoksa çalıntı bir hayat mıydı yaşadıkları. Bu hayatı, duvarlardaki resmine yüzünü çevirdiği insanlardan mı çalmıştı yoksa. Öyle ya, perdede fotoğrafları olanların hiçbirisi yoktu bu salonda. Bunun huzursuzluğunu taşımaktaydı şimdi. Bu çalıntı hayatı devam ettirebilmek için susuşlarının, bencilliğinin tüm suçlarını şimdi burada herkesin önünde itiraf edebilirdi. Nefes almakta zorlanırken, perdedeki bir şiire takıldı gözleri. Tel örgülere takılı bir karanfilin yanında;

“pencerenizden dışarı baktığınızda güneşi saklamıyorsa gökyüzü sizden,

kıyılarınızdan çekilip gitmiyorsa deniz,

terkeden sevgililer gibi ıslak,

ve apak karınlarındaki dinamit yaralarını

sofralarınızdan saklıyorsa balıklar,

ve korku sarısı gözlerinize

birer tokat gibi inmiyorsa şafaklar,

birileri yaşadığınız günlerin diyetini ödediği içindir.”

Artık nefes alamaz olmuştu. Vücudu tir tir titriyor, ıslak gözleri kapanıyordu. Çalıntı hayatı an an sona eriyordu sanki. Engel olamadığı bir karanlığa doğru sürükleniyordu. Elini uzatıyordu ama sanki elini hiç kimse görmüyordu. Bir kapının eşiğindeydi şimdi. İçerisi alabildiğine aydınlık, dışarıda ise koyu bir karanlık vardı. Kapı birden sertçe kapandı, O, öylece dışarıda, karanlıkta kaldı. Kapıyı açmaya çalıştı, zorladı ama içerden kilitliydi kapı. Bağırdı, kapıyı yumrukladı… Kör bir kuyunun ucundaydı sanki. Kapıyı açamazsa düşüp kaybolacağı kör bir kuyu… Bağırmaktan sesi kısıldı, artık iyice bitkin düşmüştü. Öylece yığıldı kaldı kapının önünde. Artık O’nu duyacak hiç kimse yoktu. Ceplerini yoklamaya başladı, eline buruşturulmuş bir kağıt parçası geldi. Okumadan buruşturduğu bildiri avucundaydı. Bir süre sonra da kendinden geçti.

Gözlerini yeniden açtığında kan ter içinde bulmuştu kendisini. Kendi evinde, yatağındaydı. Diyetini ödemediği çalıntı bir hayatın rüyasından da uyanmıştı. Saatin zili çaldığında hava hala karanlıktı. Gün henüz doğmamıştı. Fakat O, bu kez aydınlığı seçebiliyordu.