20 Mayıs 2006 Sayı: 2006/19 (19)
  Kızıl Bayrak'tan
   Düzen cephesinde iç çatışma sertleşiyor! İşçilerin ve emekçilerin yeri devrimin safıdır!
  28 Şubatlar yeni yöntem ve araçlarla gündemde
  Düzen siyasetinde kriz ve düzen cephesinde yeni arayışlar
  Polis yeni yasal zırhı beklemeden terörünü artırdı
  Sermaye sosyal yıkımda kararlı
  İstanbul İşçi Kurultayı'na giderken...
Ekonomide çöküş işaretleri
Devrimci 1 Mayıs Platformu'nun 1 Mayıs değerlendirmesi
Milletvekili kadın dövüyor, düzen seyrediyor
Ticari Eğitime Karşı Gençlik Kurultayı başarıyla gerçekleşti!
"Ticari Eğitime Karşı Gençlik Kurultayı" ve saçtığı umut
  Ticari Eğitime Karşı Gençlik Kurultayı Sonuç Bildirgesi / (Orta sayfa)
  Kürt sorunu ve AB emperyalizmi
  Bolivya yönetimi toprak reformuna hazırlanıyor
  İstihbarat örgütleri 200 milyon Amerikalı'nın telefonlarını dinliyor
  Rusya "herşeyi yiyen aç kurda" rest çekti
  Paris'te onbinler ırkçı "Göçmen Yasası"nı protesto etti.
  Trabzon'da gençlik çalışması
  TMMOB'da yeni bir döneme girerken
  TMMOB'da yaşananlar
  Öğrenci gençlik
  Bakış açısına ve zamana dayanıklılığa duyulan güven! (Parti değerlendirmelerine önsöz)
  Frankfurt'ta "71 Devrimci Hareketi ve İbrahim Kaypakkaya" sempozyumu
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Düzen ordusu darbeci geleneğini sürdürüyor...

28 Şubatlar yeni yöntem ve araçlarla gündemde

AKP'yi ve hükümetini yıpratma kampanyası gemi azıyı alınca, bu kampanyada yine başı çeken düzen medyası, yakın geçmişe ilişkin bir ayıbını/suçunu (andıç olayını) anma ihtiyacı duydu. Sabah'ın eski sahibi Dinç Bilgin, andıç olayı hakkında pişmanlıklarını açıklarken, andıç mağdurları da mağduriyetleri üzerine hatırlatmalarda bulundular. Ancak, sınırlı sayıda yazarın aklı başında bir-iki yorumun dışında ne olayın suçlusu kontracı generallere ve ne de güncel gelişmelere ilişkin bir göndermede bulunan olmadı.

Olay basında genişçe yeraldığı için kısa bir özetle yetinmemiz gerekiyor:

Bir kısım medyanın “post modern darbe” diye tabir ettiği 28 Şubat sürecinde, iki “büyük” gazete, Hürriyet ve Sabah, 25 Nisan 1998 tarihli manşetlerinde, PKK'nın lider kadrosundan Şemdin Sakık'ın ‘itirafları'nı ‘ele geçirdikleri' ‘bomba'sını patlatmışlardı. Kontrgerillaya “iliştirilmiş” gazetelerin, o gazetelerin patronlarının, yöneticilerinin, kimi köşe yazarlarının ve dönemin Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi'nin bu bombası, Sakık'ın sözde ifadesinde adı geçenlerden Akın Birdal'a kurşunlarla, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar gibi gazetecilere de işten çıkarılmayla hasar verdi. Andıç metninde, bu kişiler hakkında PKK'den para almaktan tutun da “Apo'nun emriyle” hareket etmeye kadar bir dizi iftira bulunuyordu. Elbette metni hazırlayan generaller sadece birkaç basın mensubunu hedef almamıştı. HADEP, İHD gibi parti ve derneklerin adı da benzer iftiraların hedefindeydi. Darbe sözde hükümet partisine karşı düzenlendiğine göre, ayıp olmasın babından, Refah Parti'li Erbaş da bu listeye dahil edilmiş, Hürriyet, Sakık'ın sözde ifadesinden Erbaş'ın şu sözlerini seçmiş; “Biz milleti değil, ümmeti esas alırız, İslam dünyasında sınır olmaz, sınır önemli değildir” ve bunları “ihanet belgesi” olarak kamuoyuna sunmuştu.

Fakat çok geçmeden gerçek bir biçimde ortaya çıktı, çıkarıldı. Radikal'de tam metin olarak yayımlanan Sakık'ın gerçek ifadesi, iki büyük “gazete”nin yayımladığı sözde ifadenin adresi konusunu gündeme getirdi. Ancak sorunun yanıtını bulabilmek için 2000 yılına kadar beklemek gerekti. Sonuçta, sözde itirafın Genelkurmay Başkanlığı Psikolojik Harekât Dairesi'nce planlanan ve dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in yazılı onayıyla yapılan bir kontrgerilla operasyonu olduğu belgeleriyle ortaya çıktı.

Çıktı da ne oldu peki?

Dönemin iliştirilmiş gazete patronu Dinç Bilgin ancak bugünlerde sözde nedamet getirdi. “Hainleri tanıyalım!” hiddetiyle olayda yer alan Oktay Ekşi, iddiaların çökmesi üzerine güya özür diledi ama özrü ne olayda ağır yaralanan Akın Birdal'ın sağlığına kavuşmasına ve ne de işini kaybedenlerin işe dönmelerine yaradı. Üstelik pişmanlık ifadesi bile başlı başına sorunludur: “Devletin resmi makamları, kendi yetkilerini kötüye kullanırsa, insanların haysiyetiyle oynamak için yasaların çiğnenmesini teşvik ederse, belge verirse, kim nasıl karşı çıkabilir?” sorusunu zihninde taşıdığı sürece, bugün eline yine benzer bir belge verilse yine şevkle yayımlamaktan geri durmayacağı açıktır.

Aradan epeyce zaman geçtikten sonra, o dönem Sabah'ın üst kadrosunda çalışan Can Ataklı, “dönemin çok güçlü bir generali, bu haberlerin konulmaması durumunda gazeteyi batırma tehdidinde bulunmuştu” diyerek konuyu tekrar gündeme getirse de, Ataklı'nın bu itirafı da medyanın suçunu hafifletmeye yetmediği gibi olaydaki rolünü açıklamaya da yeterli değil. Böyle bir olayda rol almak, tek başına tehditle açıklanamaz. Kontrgerillanın medya içinde de örgütlendiği gerçeğini gizleyemez.

AKP'ye ve hükümete yönelik yıpratma kampanyası çerçevesinde, bugünlerde ortaya saçılan binbir yolsuzluk, haksızlık, hırsızlık, kayırmacılık iddialarına, biraz da 28 Şubat sürecinin bu Andıç Vakası çerçevesinden bakmakta yarar var. Bu kez ortalıkta bir “itiraf metni” dolaşmasa da, medyanın yukarılardan bir emir aldığı açık. Bu tez, AKP'nin ve hükümetinin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu değil, ama çoktandır hazır tutulan dosyaların tam ihtiyaç olduğu sırada ve bir emir üzerine açıldığı iddiası üzerine kurulmalı. Yoksa, sadece AKP değil, düzen partilerinin tümü yolsuzluk bataklığında hayat buluyor. Bir önceki hükümetin başbakanı dahil olmak üzere “yüce divan”lık olmaları bunun en yakın kanıtı.

Andıç olayında, güncele ilişkin hatırlamalar yanında, askerin halka bakışını yansıtması açısından ilginç bir noktaya da işaret etmeden geçmemek gerekiyor.

Sakık'a atfedilerek yayımlatılan sözde ifadeyi hazırlayan Çevik Bir ve Erol Özkasnak'ın başını çektiği ekibin düşüncesine göre; ‘Kürt ve Türk tarihi hainlerle dolu” imiş. Bu kontracı ekibin güya Öcalan'ın ağzından dile getirdikleri bu düşünce ve o günlerde medyanın manşetlerine yansıyan “hainleri tanıyalım!” türünden başlıklar aynı ortak anafikir etrafında şekilleniyor; bu vatan satıcıları, bu emperyalizm uşakları, bu kanımızı, alınterimizi önlerine gelene peşkeş çekenler, vatanın gerçek sahiplerini ihanetle suçlama gafletinde bulunabiliyorlar.

Fakat işte ancak bu şekilde, suçluluğun gizliliği içinde yapabiliyorlar bunu.

 

-----------------------------------------------------------------------------------

Yine karanlık işler çevriliyor!..

Cumhuriyet gazetesi bir haftada 3 kez bombalandı... Sonuncusu sıkı önlemlere rağmen ve polisin gözleri önünde gerçekleşti!.. Bir çok belirti devletin karanlık çetelerinin işbaşında olduğunu akla getiriyor... Cumhuriyet gazetesi yönetiminin tutumu da kuşku uyandırıyor...

Cumhuriyet gazetesine 1 hafta içinde 3 kez bomba atıldı. İlk bomba pimi çekilmemiş olduğu için patlamadı. İkincisinin pimi de çekilmiş olduğu halde neden patlamadığı bilinmiyor. Üçüncü ve son bomba, ilk iki bombalama nedeniyle alınmış polis önlemleri arasında ve alenen ve emniyet müdürünün geçmiş olsun ziyaretinden ayrılışının yalnızca 3 dakika sonrasında atıldı, patladı.

Ölen ve yaralanan bulunmadığı bildirilen patlamaya ilişkin açıklama yapan polis, asıl açıklaması gerekeni atlayıp, “araştırıyoruz, bulacağız, edeceğiz” türünden klasik ifadelerle yetindi. Cumhuriyet gazetesi başta olmak üzere çeşitli basın organları ve örgütlerinden yapılan açıklamalar da ne yazık ki polisinkinden daha doyurucu değil. Onlar da “basın özgürlüğüne yönelik” türünden gevelemelerle işi geçiştirmeye bakıyorlar.

Özellikle 3. bombalama, olayın her yönüyle ve oldukça karanlık olduğunu gösteriyor. İşin içine bir de bombacıların tekbir getirdiği haberi karışınca olay daha da karmaşıklaşıyor. Cumhuriyet'in laik çizgisine yönelmiş, dinci bir saldırı görüntüsü yaratılmaya çalışıldığı ortada. Cumhuriyet'in deneyimli yönetici ve yazar kadrosu da ne yazık ki bu görüntünün üstüne yatmaya hazır görünüyor.

Eğer yarın “İran bağlantılı terör örgütü” demagojisi başlatırlarsa hiç şaşırmamalı.

Fakat böyle bir gelişme açık bir komplo ile karşı karşıya olduğumuzun da resmi demektir. Ne Cumhuriyet gazetesi, ne basın özgürlüğü ne başka bir şey; komplo doğrudan doğruya halklarımıza karşıdır. Zamanlama yönünden Amerika'nın İran'a yönelik saldırı hazırlıklarını ve Türk devletinin bu saldırıda piyonluk rolü üstlenme provalarını öncelediği için, devlet eliyle gerçekleştirildiği ilk ihtimal olarak görülmelidir. Olayın faili meçhul bırakıldığı takdirde, bu, bir komplo teorisi olmaktan çıkacak, tam olarak gerçeğin ifadesine dönüşecektir.

Türk devleti ilk kez bu tür karanlık işlere karışmıyor. Ancak Cumhuriyet gazetesi bildiğimiz kadarıyla ilk kez karışmış olacak. Zaten ABD'nin saldırı hazırlıkları başladığından bu yana, Cumhuriyet'in İran karşıtı haber ve yazılarında önemli bir artış sözkonusu. Böyle bir yayıncılık anlayışı ise Cumhuriyet'in klasik laik çizgisiyle açıklanamaz. Emperyalist saldırı, savaş ve işgalin gerçek hedefi halklardır. Bu en son Irak'ta kanıtlanmış ve kanıtlanmaya devam etmektedir. Saddam rejimi, kitle imha silahları vb. yalanlarla başlatılan emperyalist saldırı ve işgal harekatı, sonuçta Irak halklarının toplu kırımı olarak sürdürülmüş ve halen sürdürülmektedir. Bu koşullar altında, bir de İran'a yönelik benzer argümanlarla gerçekleştirilmeye çalışılan saldırıya çanak tutacak, bu saldırıda bu ülkede egemen devletin de yer alması fikrini hoş gösterecek türden yayınları, o yayın organının çizgisiyle açıklamak, onun suçuna ortak olmaktan başka bir anlam taşımaz.

Tam da ortalıkta ‘andıç' anmalarından geçilmeyen bir süreçte, bombalı saldırıların faili meçhul kalması durumunda, Cumhuriyet gazetesi de kuşkulular listesine girecektir. Bir devlet komplosunun ortağı mı oldu sorusuna hedef olmaktan kurtulamayacaktır.