20 Mayıs 2006 Sayı: 2006/19 (19)
  Kızıl Bayrak'tan
   Düzen cephesinde iç çatışma sertleşiyor! İşçilerin ve emekçilerin yeri devrimin safıdır!
  28 Şubatlar yeni yöntem ve araçlarla gündemde
  Düzen siyasetinde kriz ve düzen cephesinde yeni arayışlar
  Polis yeni yasal zırhı beklemeden terörünü artırdı
  Sermaye sosyal yıkımda kararlı
  İstanbul İşçi Kurultayı'na giderken...
Ekonomide çöküş işaretleri
Devrimci 1 Mayıs Platformu'nun 1 Mayıs değerlendirmesi
Milletvekili kadın dövüyor, düzen seyrediyor
Ticari Eğitime Karşı Gençlik Kurultayı başarıyla gerçekleşti!
"Ticari Eğitime Karşı Gençlik Kurultayı" ve saçtığı umut
  Ticari Eğitime Karşı Gençlik Kurultayı Sonuç Bildirgesi / (Orta sayfa)
  Kürt sorunu ve AB emperyalizmi
  Bolivya yönetimi toprak reformuna hazırlanıyor
  İstihbarat örgütleri 200 milyon Amerikalı'nın telefonlarını dinliyor
  Rusya "herşeyi yiyen aç kurda" rest çekti
  Paris'te onbinler ırkçı "Göçmen Yasası"nı protesto etti.
  Trabzon'da gençlik çalışması
  TMMOB'da yeni bir döneme girerken
  TMMOB'da yaşananlar
  Öğrenci gençlik
  Bakış açısına ve zamana dayanıklılığa duyulan güven! (Parti değerlendirmelerine önsöz)
  Frankfurt'ta "71 Devrimci Hareketi ve İbrahim Kaypakkaya" sempozyumu
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Danıştay üyelerine kanlı saldırı… AKP'ye karşı operasyon hız kazandı… Düzen cephesinde iç çatışma sertleşiyor!..

İşçilerin ve emekçilerin yeri devrimin safıdır!

Şimdilik bir ölümle sonuçlanan Danıştay'daki silahlı saldırının bilançosu, beklenmesi gerektiği gibi, tümüyle AKP'ye ve hükümete çıkarılmaya çalışılıyor. Olay, hükümeti yıpratma kampanyacıları için, adeta biçilmiş bir “kefen” oldu. Bir süredir bir kez daha tırmandırılmaya çalışılan laik-dinci kutuplaşmasında laik cephe, Danıştay üyelerinin kanlarıyla canlandı ve atağa geçti. Bugüne dek dahil olmayan kim kaldıysa bu sayede cepheye katıldı. Şimdi elbirliğiyle ve daha güçlü biçimde hükümete ve temsil ettiği dinci siyasete saldırıyı boyutlandırmaktalar.

CHP tarafından başlatılmış ve Cumhurbaşkanlığı seçimi merkezliymiş gibi gösterilen çatışmada hükümetin karşısındaki asıl muhatabın ordu olduğundan aslında kimsenin kuşkusu yok. Aynı zamanda CHP'nin, yalakalığın ötesinde, artık generallerin parlamentodaki uzantısı ve sözcüsü rolüne soyunduğu da biliniyor. Diğer yandan, Cumhurbaşkanlığı seçimi de devletin ve düzenin laik cephesi açısından önemli bir yer tutmakla birlikte, konuya asıl ABD ve Ortadoğu ilişkileri üzerinden de bakabilmek gerekiyor. Daha da önemlisi, madem ki Türkiye'nin politikaları Beyaz Saray'da çiziliyor ve taraflar iç çatışmada etkin olmak için onun desteğini vazgeçilmez görüyor, demek ki esas olarak Washington üzerinden bakabilmek gerekiyor.

ABD'nin “ılımlı islam” projesi çerçevesinde kurdurulup hükümete taşınan (hatta cezası affettirilmek suretiyle lideri de hızla başbakanlığa taşınan) AKP, bir takım komplolarla hükümetten uzaklaştırılacaksa eğer, o komploların hazırlanacağı masa yine Beyaz Saray'da, demek ki CİA merkezinde bulunmalıdır. Şimdilik geri planda kalmayı, bayraktarlığı CHP türünden bir örgüte bırakmayı tercih eder görünse de, Türkiye'de hükümet düşürme işinin altından kalkabilecek, ona muktedir, onu kendine bir hak ve görev belleyen tek kurum ordudur ve ordu, bugüne dek ABD'nin destek, teşvik ve emri olmadan bu konuda tek bir “harekat”ta bulunmamıştır. Bir ordu tabiriyle, darbeler, “emir ve komuta zinciri” dahilinde gerçekleştirilir. Türk ordusunun da dahil olduğu uluslararası kontrgerilla örgütlenmesinin en tepesindekilerin ikamet adresi ise Pentagon'dur.

Gene de henüz ABD'nin AKP'yi gözden çıkarıp çıkarmadığı netlik kazanmış değildir. Fakat bu son gelişme nedeniyle artık süreç olabildiğine hızlanmış olduğundan, yakında kartların açılmasını beklemek gerekir. Gidişat hükümete yönelik bir darbenin ön hazırlığı mıdır, yoksa oldukça ağır bir “geleneksel” terbiye operasyonu, bir “balans ayarı” mıdır, önümüzdeki birkaç gün içinde bu durum açıklığa kavuşacaktır. En önce de, Erdoğan'ın ABD'den talep ettiği randevuya ne cevap verileceği, görüşme gerçekleşirse nasıl geçeceği de bu konuda temel önemde bir ilk işaret olacaktır.

Aslında, İran'a yönelik askeri saldırı hazırlığı sürerken, ve hem ABD hem Türk devleti cephesinden, bu konuda Türkiye'ye çok önemli rol biçildiği açıkça ifade edilmekteyken, bu işi Irak konusunda bile bir sürü pürüzle karşılaşan AKP ile nasıl yürütmeyi düşündükleri, önemli bir soru işareti olarak durmaktaydı. “Laik” Saddam rejimine karşı düzenlenmesine rağmen AKP saldırıya destek konusunda güçlerine söz geçiremediğine göre, İran'ın şeriat rejimine yönelik bir saldırıda daha aktif bir rol alma kararını bu aynı kadrolarla alabilecek midir? Alsa uygulayabilecek midir? Bu sorulara rahatça olumlu yanıt vermek mümkün görünmediğine göre ve ABD'nin İran konusunda bir kararlılık içinde olduğu kabul edildiği taktirde, saldırı sürecinde mecliste ağırlığın ve esas olarak hükümetin laik cephenin elinde olmasından yarar ummaları, “dinci” parti hükümetine karşı kampanyayı bu hedefe giden yolu düzleme aracı olarak kullanmaları anlaşılır bir durumdur.

Danıştay'daki kanlı baskını, “kişileri değil Cumhuriyet'in temellerini, laik-demokratik düzeni hedef almıştır” merkezli yorumlayıp yansıtan düzenin laik cephesinin özellikle medya kanadı, zaten bir süredir İran ve şeriat karşıtı yayınlara ağırlık vermekteydi. Bu son gelişmeler (Cumhuriyet gazetesinin bombalanması, Danıştay'daki saldırı) üzerinden eğer saldırganların İran ve oradan beslendiği iddia edilen kimi “terör” örgütleriyle bağlantılı olduğuna ilişkin “deliller” ortaya sürerlerse, bu, ortada yeni türden bir “andıç” olayıyla karşı karşıya bulunduğumuzun resmidir.

Cumhuriyet'e bomba faillerine ulaşılamadan geçen her gün, zaten durumu alabildiğine kuşkulu hale getirmektedir. Danıştay'ı kan gölüne çeviren faail ise polisin elindedir. İlk açıklamalarda kullanılan, “tekbir getirerek” saldırmak, türban kararı nedeniyle öfkeli olmak türünden ifadeler, uygulanan senaryo konusunda önemli ipuçları içeriyor. Saldırıda hedef alınan dairenin türbanla ilgili aldığı bir karar nedeniyle hükümet ve özellikle başbakan tarafından zamanında ağır bir dille eleştirilmesi, hararetli AKP ve hükümet destekçisi gerici-şeriatçı Vakit gazetesinde bu aynı üyelerin resimleri de yayımlanarak manşetten hedef gösterilmesi, kendiliğinden AKP ve hükümeti dolaysız hedef haline getirmektedir. Yarın, saldırganın ifadesi adı altında bir metin kimi basın organı tarafından “ele geçirilip” yayımlanır ve o metinde AKP ve hükümete, kimi politikacı, basın mensubu ve benzerine yönelik açık suçlamalar da bulunursa eğer, bu durumda metnin gerçekte nerede kaleme alındığı, aslında kimin ifadesi olduğu tartışmasız, bugünden (hatta dünden) bellidir.

Düzen medyası ikinci bir andıç olayına batar mı, hükümete karşı açılan kampanyada yer alış tarzına bakılırsa ve asıl, andıç vakasına ilişkin görüş ve değerlendirmelere bakıldığında, elbette batar, batacaktır, batmak zorundadır.

Gene medya içinden bir (öz)eleştiride ifade edildiği gibi, medya, ‘yasama, yürütme, yargı' erkini takiben, düzenin 4. kuvveti olarak kabul edildiği oranda, düzene karşı görevlerinin de hakkını vermek zorundadır. Elbette bu çerçevede, tıpkı diğer üç devlet kurumu gibi medya da tepeden gelen emirlere itaat etmek zorundadır. Yine tıpkı diğer kurumlar gibi, bunu bir zorunluluk olarak değil büyük bir görev aşkıyla yerine getirecektir. Kaldı ki, kontrgerillanın medya içinde de etkin biçimde örgütlendiği açıktır. Örgüte dahil olmayanların da, gerek tehdit (andıç olayı vesilesiyle kimilerinin bugünlerde itiraf ettiği gibi), gerekse aldatma yoluyla suç ortaklığına zorlanması durumunda yapabilecekleri fazlaca bir şey de yoktur.

***

Faturası sonuçta bir biçimde işçi sınıfı ve emekçilere de çıkarılsa, mevcut çatışma burjuva sınıf düzeninin kendi iç çatışmasıdır. İşbirlikçi burjuvazinin farklı kesimleri gerici-dinci ideoloji ve siyaset ya da aynı düzeyde gerici sözde laik ideoloji ve siyaset üzerinden bu çatışmada etkin olmaya çalışmaktadırlar. Bu, iktidar konumlarında etkin bir yer tutmak ve bunu da sömürü ve yağmadan daha etkin paylar elde etmek doğrultusunda kullanmak kavgasıdır temelde.

Taraflar işçi sınıfı ve emekçilere karşı aynı cephededirler ve olayların her zaman açıkça gösterdiği gibi bu konuda tek bir kuvvet gibi hareket etmektedirler. Kapitalist mülkiyet ve devlet düzeninin titizlikle korunmasında, sömürü ve yağmanın ağırlaştırılarak sürdürülmesinde, işçi sınıfı ve emekçilerin baskı ve denetim altında tutulmasında, aralarında en ufak bir fark yoktur. İşbirlikçi burjuvazinin ve gerisindeki emperyalizmin genel çıkarları neyi gerektiriyorsa birlikte onu yapıyor, onu uyguluyorlar. İMF politikaları konusunda hem fikirdirler; buna ilişkin direktifleri uygulanacak yasa ve kararlara dönüştürmek hükümete düşüyor, uygulanmasına ise mevcut çatışmanın öteki kanadı olan düzen bekçileri nezaret ediyorlar, aralarındaki işbölümü bunu gerektiriyor. Kölelik yasalarının uygulanmasında, sınırlı sosyal kazanımların gaspında hiçbir sorun yok aralarında; aynı sınıfın ve sınıf düzeninin temsilcileri olarak elbirliği halinde uyguluyorlar bu ortak “milli” siyasetleri.

Baskı ve terör rejiminin pekiştirilmesinde, toplumsal muhalefetin gerektiğinde kanlı biçimde ezilmesinde, devrimci kanı dökülmesinde, F tipi acımasızlığının sürdürülmesinde, yeni faşist “anti-terör yasaları” düzenlemelerinde kendi aralarında hiçbir sorun yaşamazlar. Tersine bunlar, en kolay mutabakat sağladıkları konuların başında gelmektedir. Kürt halkına yönelik inkar ve imha onların bir başka ortak siyasetidir; uygulamaya en ufak bir etkisi olmayan farklı söylemler ise sadece içi çatışmada etkinlik kazanmaya yöneliktir (Tayyip'in son bir yıllık “Kürt sorunu” söylemli macerası, bunu daha somut olarak da göstermiş bulunmaktadır).

Emperyalizmle ilişkiler cephesinin ise sözünü bile etmiyoruz, bu alanda herşey özel açıklamalar gerektirmeyecek denli ayan beyandır. Emperyalizmin karar merkezleri onların ortak yön tayin etme merkezleridir. Dahası taraflar bu konuda, emperyalizme uşaklıkta, emperyalist çıkar ve politikalara hizmette, adeta yarış halindedirler. İç siyasette ve çatışmada etkin konumlar kazanmak için vazgeçilmez bir tutum ve politikadır bu onlar için. Etkin konumlara ora üzerinden gelmekle kalmazlar, bu konumlarda tutunabilmenin de ancak o sayede olanaklı olduğunu çok iyi bilirler. (Çatışmanın sertleştiği şu günlerde Tayyip'in, destek elde etmek üzere danışmanlarını göndermenin ardından şimdi de bizzat “huzura çıkmak” istemesi tamı tamına bundandır. Ne var ki halihazırda generallerin bu alanda ondan daha erken davrandığı ve daha becerikli çıktığı anlaşılıyor).

Özetle onlar aynı gerici burjuva düzen cephesinin aynı ortak temel üzerinde yükselen iki kolu durumundadırlar. Bu sayededir ki dört yıla yakın bir süredir ülkeyi birlikte yönetmekte, işçi sınıfı ve emekçileri birlikte ezmekte, sömürü ve yağmayı birlikte sürdürmektedirler. Aralarındaki sorun, rejimin alacağı biçim üzerinden doğmaktadır. Dinci ve laik kutuplaşması üzerinden yansıyan budur. Bu, dinin gerici amaçlarla ve halk kitlelerini uyuşturmak üzere kullanılmasına ilişkin bir sorun da değildir. Bu konuda da tam bir mutabakat halindedirler. Dahası dinci cephenin kendisi, tam da aynı amaç çerçevesinde son 40 yıl içerisinde bizzat sözde laik cephe tarafından yaratıldı. Türkiye'de sosyal uyanışın başgösterdiği bir sırada ve devrime karşı dalgakıran oluşturmak üzere… Dahası Amerikan emperyalizminin özel tavsiyesi ve yönlendirmesi ile… Bugün “laik cephe”nin lideri olmaya soyunan Demirel'in son kırk yıllık siyasal yaşamı bu gerçeğin de aynasıdır. Bugünün dinci cephesinin manevi babası bir bakıma odur.

Biz gerici düzen cephesi içindeki bu çatışmanın tam karşısındayız. Çatışanların birlikte temsil ettikleri burjuva sınıf düzenine karşı devrim kampındayız. Toplumdaki kutuplaşma ve çatışmanın asıl ekseni de gerçekte budur. Bu eksen, işçi sınıfı ve emekçiler ile tüm kesimleriyle asalak sermaye sınıfı arasındaki sınıfsal uçurumun siyasal yansımasıdır.

Düzen bünyesindeki iç kutuplaşma ve çatışma elbeteki yapay ya da sahte değildir. Fakat sonuçta bu devrime karşı birleşik bir güç ve irade oluşturan düzenin kendi içindeki bir sorundur. İşçi sınıfı ve emekçilerin bu geriçi iç çatışmaya ve dalaşmaya alet edilmesinin önüne geçmek, günün en acil sorunudur. 28 Şubat'ın etki ve sonuçlarına bu gözle şu günlerde daha derinlemesine bakılmalıdır. Bu operasyon dinci gericilikten çok ilerici-devrimci toplumsal muhalefete büyük bir darbe oldu ve bunun etkileri bugün hala da aşılmış değil. Olup bitene bunun dersleri ışığında yaklaşmak büyük bir önem taşıyor. Düzen bünyesinde kızışan ve önümüzdeki dönemde muhtemelen sertleşerek sürecek olan bu iç çatışmanın emekçilere ve toplumsal muhalefete çıkaracağı fatura ise sorunun bir başka yanıdır. Bilinçli ve örgütlü bir taraf olamayanların bu tür çatışmalarda arada ezilmesi kaçınılmazdır.

Bu konu üzerinde durmaya devam edeceğiz.