25 Şubat 2006 Sayı: 2006/07 (07)
  Kızıl Bayrak'tan
   Merkezi işçi kurultayı için asgari zemin
yakalanmıştır!
  Türkiye-İsrail ilişkilerinin “derin yara”
aldığı iddiaları temelden yoksundur
  Hamas heyetinin Türkiye ziyareti
  DİSK’in İzmit mitingine binlerce emekçi katıldı
Son eylemler ve gösterdikleri
  “Genel Sağlık Sigortası geri çekilsin!”
“Mezarda emeklilik istemiyoruz!”
Tersanelerde ücret gaspları artıyor...
  “Yeşil” ve çeteleşen devlet gerçeği.
  Devletin “yetkin mühendislik” saldırısı ve
TMMOB’un tutumu
Avrupa sosyal modeli: Bir, iki, üç... Daha fazla Bolkestein Yönergesi!/ Yüksel Akkaya
  Tarihten günümüze kadın ezilmişliği ve
kapitalizm (Orta sayfa)
  Bültenlerden
   8 Mart çalışmalarından...
   Güney’de bölgesel lise kampanyası...
Geleceğimiz ve özgürlüğümüz
için mücadeleye!
   Sanayi İşçileri Derneği Girişimi etkinliği
  Karikatür krizi Müslüman-Hıristiyan
çatışmasını körüklüyor...
  Irak’ta sistematik işkence!
  Almanya’da işçi-emekçi eylemleri
yayılıyor..
  Bir cinayetin ardından...
  Yeni dönem liberallerinin AKP hükümetinden beklentileri
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Avrupa sosyal modeli: Bir, iki, üç... Daha fazla Bolkestein Yönergesi!..

Yüksel Akkaya

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Japonya'nın kıskacında güçlü, rekabet gücü yüksek bir ekonomi oluşturmak isteyen Avrupa Birliği (AB) ve üye ülkeler 2006 yılına oldukça hızlı girdiler. AB düzeyinde, biraz “sulandırılmış” olarak, Bolkestein Yönergesi'nin kabulü, Almanya'da kamu çalışanlarının çalışma süresinin uzatılması, Fransa'da “İlk İşe Alım Sözleşmesi”, 2006 yılı başında, sermayenin emeğe karşı saldırısının boyutlarını göstermesi açısından oldukça önemli göstergeler olarak kabul edilmelidir.

Avrupa Anayasası'nın oylanması sürecinde “sıkıntı” çıkaracağı düşünülen Bolkestein Yönergesi, sınırlı tepkileri yumuşatmak ve Avrupa Anayasası oylamalarının kazasız belasız geçmesi için geçici olarak askıya alınmıştı. AB emekçilerinin yaklaşık yüzde 70'ini ilgilendiren ve onları düşük ücret ile kötü çalışma koşullarında rekabete zorlayan bu yönerge, Avrupa Anayasası'nın şimdilik askıya alınması ile birlikte yeniden gündeme getirilmiş ve kabul edilmiştir. Ancak, bu kez biraz sulandırılarak, ilk adım olarak “kabul edilebilir” sınırlar içinde tutulmuştur. Lizbon Zirvesi ile Avrupa Anayasası'nın bir gereği ve kaçınılmaz sonucu olan bu Yönerge'nin temel amacı “hizmetlerin serbestleştirilmesi” adı altında hizmet sektöründe ucuz emek gücü yaratmaktır, kuşkusuz, rekabet gücü yüksek, güçlü bir AB ekonomisi için. Böyle olduğu için de Bolkestein Yönergesi, bu sulandırılmış hali ile kalmayacak, izleyen yıllarda mutlaka gerçek kimliğine kavuşmaya çalışacaktır. Gerçek kimlik ise şudur: Sosyal standartların ve vergilerin düşük olduğu ülkelerde (özellikle yeni üye olan 10 ülkede) kurulacak ya da diğer ülkelerden bu ülkelere kaydırılacak şirketler, AB'nin neresinde faaliyet gösterirlerse göstersinler kuruldukları ülkenin yasalarına tabi olacaktır. Bunun anlamı, sermayenin hızla kendisini en düşük ücretin olduğu, en düşük verginin uygulandığı, çalışma haklarının en geri olduğu ülkeye kaydırması ve o ülkelerin bu sömürüye açık haklarından yararlanmasıdır. Bu “zengin AB” ile “yoksul AB” arasında bir sermaye değiş-tokuşu gibi görünse de, aslında kağıt üzerinde kalan bir işlemden öteye geçmemektedir. Ancak, emek açısından bakıldığında, bu kağıt üzerindeki değiş tokuşların ve yatırımların tam bir yıkım olacağından kuşku duymamak gerekmektedir. Gerek “zengin AB” emekçilerinin gösterdiği tepki, gerekse buralardaki seçim ve seçme baskısı Bolkestein Yönergesi'nin “köken ülke ve onun hukukuna dayalılık” ilkesinin sulandırılarak çıkarılmasına yolaçtı. Kısacası şimdilik AB emekçilerine sopanın tamamı değil, ucu gösterildi. Ancak, sopa sopadır, ha ucu, ha tamamı. Farkeden bir şey yoktur. Sorun, ucunu görüp, sopayı anlamaktan geçiyor. Bolkestein Yönergesi'nin aziz emekçilere azizliği de bundan ibaret, şimdilik. Şimdilik, çünkü Avrupa Anayasası'a yansıyan temel felsefesi ile bu önergenin aslına dönmesi kaçınılmazdır.

İlk Yönerge, şimdilik askıya alınan AB Anayasası ile uyumlu olduğunu gösteren hedefini “Özet”inin 1. maddesinde ortaya koymuştu. Buna göre, Yönerge, Avrupa Konseyi'nin Lizbon'da alınan kararlar çerçevesinde ekonomik reformları hayata geçirerek, AB'yi 2010 yılında dünyanın en dinamik ve en rekabet edilebilir ekonomisi haline getirmeyi hedefliyordu. Bu hedefe ulaşmak için liberalizmin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını ve bunun hukukunun oluşturulmasını öngörüyordu. “Dünyanın rekabet gücü yüksek, dinamik ekonomisi”ni kurmak ise Bolkestein Yönergesi türü şeylerle mümkündür, bu nedenle de bunlar kaçınılmazdır, güçlü bir sınıf hareketinin muhalefeti ile karşılaşmadıkça. ABD ve Japonya'nın kıskacındaki AB'nin rekabet gücü yüksek bir ekonomiye kavuşması demek sosyal politikanın sınırlarının daha da daraltılmasından, çalışma mevzuatının sermaye lehine değiştirilmesinden başka anlama gelmez.

Ne var ki, AB yandaşları, işçi sınıfının uzun yıllar mücadele ederek elde ettiği kazanımları, AB'nin sunduğu bir nimet gibi algılamakta, böyle algıladığı için de Avrupa kapitalizminin sosyal politika açısından “övgüsünü” yapmakta, kapitalizmin aslına rücu ettiği bir dönemde bile Avrupa kapitalizminin sosyal politika açısından önemli açılımlar yapabileceğini kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Ne yazık ki Bolkestein Yönergesi'nin azizliğine uğramaktan kurtulamamaktadırlar.

“Emeğin Avrupası”nı savunanların “Avrupa sosyal modeli”nde açılan ilk önemli gedik çalışma süreleri ile ilgiliydi ve çok önemli bir uyarıydı. Ne yazık ki yeterince algılanamamış, bu nedenle gerekli tepki gösterilememiştir. Bu tepkisizlik ise sermayeyi daha da cüretkar kılmıştır. AB hukukunun önemli bir parçası olan 93/104 sayılı Çalışma Süresinin Belirli Yönlerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönerge emekçilere yönelik ilk önemli ve ipucu veren bir düzenlemedir. Bu Yönergeye göre haftalık çalışma süresinin fazla çalışmalar dahil 48 saati aşamayacağı genel bir ilke olarak hükme bağlanmıştır. Ancak, “kazın ayağı” böyle değildir. Kural olarak bu Yönergeye göre haftada ortalama olarak 48 saatten fazla çalışılamayacaktır, ancak işçilerin rızası veya bu sistem dışında daha uzun süreli çalışabileceklerini beyan ederek imzalamaları anlamına gelen ‘opt-out' durumunda 48 saati aşabilecekleri de hükme bağlanmıştır. Türkiye'de 2003 yılında kabul edilip yürürlüğe sokulan 4857 sayılı İş Kanunu'nun 63. maddesi de bu yönergeye uygun olarak tarafların anlaşması halinde haftalık çalışma sürelerinin uzatılabileceğini düzenliyor.

Bu yönergenin verdiği güvenle AB üyesi Belçika, Fransa, Almanya (Siemens haftalık çalışma süresin 35 saatten 40 saate çıkarmıştır ve elli kadar şirket de bu yönde girişimde bulunmuştur. Benzer bir uygulama Daimler Chrysler, Bosch, Opel, General Motors, MAN için de geçerlidir), Slovenya (ki bu ülkede 120 saatlik daha fazla çalışmanın yarısının ücretlendirilmesi diğer yarısının ücretsiz olması konusunda işverenlerin ciddi baskıları bulunmaktadır) gibi ülkelerde çok ülkeli şirketlerin çalışma sürelerini, yasal sınırların üzerine çıkarmak için giriştikleri çabaların sendikalarca da istihdamı korumak adına kabul edilmesi, AB'de çalışma sürelerinin de çok sorunlu bir alan olduğunu ve geriye yönelik düzenlemeler olduğunu gösteren en somut örneklerdir. İlk gedikten içeri sızmakta gecikilmemiştir. Şimdi yeni gedikler açılmaktadır. Almanya kamu çalışanlarının haftalık çalışma sürelerini artırırken Fransa “İlk İşe Alım Sözleşmesi” ile sermayenin emekçilere yönelik saldırısının bir başka boyutunu bize göstermektedir.

Fransa'nın Şubat ayı içinde kabul ettiği bu “İlk İşe Alım Sözleşmesi” görünürde genç işsizliği azaltmaya yönelik olarak gösterilmekle birlikte, emekten yana olanların dile getirdiği gibi bu düzenlemenin asıl amacı emekçileri işsizlikle tehdit edip kontrol altında tutmaktır, part-time çalışmayı daha da yaygınlaştırmaktır, özel iş ve işçi bulma bürolarına yeni olanaklar sağlamaktır, sendikal örgütlenmeyi ve işyerinde temsili zayıflatmaktır. Nihayet, emeklilik hakkına bir saldırıdır.

ABD ve Japonya kıskacında kalmış, güçlü ve rekabet gücü yüksek bir ekonomi oluşturmak isteyen sermayenin AB'sinde emekçiler lehine ne dün, ne bugün olumlu bir ışık görünmezken, yukarıdaki örneklerden yarın için daha karanlık bir dünya vaadedildiği anlaşılmaktadır.