13 Eylül'03
Sayı: 36 (126)


  Kızıl Bayrak'tan
  Günün görevi Irak halklarıyla eylemli dayanışmayı yükseltmektir!
  Yalan ve çarpıtma kampanyası sürüyor
  Amerikancı usaklar işgal ve jandarmalığa "insani" kılıf uyduruyor
  Kamuda ücret artışları Bakanlar Kurulu'na kaldı...
  "Toplu görüşme süreci": Reformizmin ciddiyetsizlik ve iflas tablosu!
  "Yol haritası"nın ölümü resmen ilan edildi
  Kasap Şaron, kanlı icraatlarına devam ediyor
  Siyonist İsrail vahşette sınır tanımıyor
  Savaş karşıtı eylemlerden...
  Röportajlar...
  Tüm gövdemizle fabrikalara!
  İşçi ve emekçi eylemlerinden...
  Ünifil işçilerinden mektup...
  Genel-İş 3 No'lu Bölge Kongresi yapıldı...
  Japonya'da ekonomik kriz ve artan intiharlar
  Türklük ve "Türkiyelilik" üzerine
  TC'nin Irak ve Güney Kürdistan hesapları
  Yılmaz Güney: Sinemamızda dalgalanan kızıl bayrak
  Kaygan kumlarda röveşata
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Yılmaz Güney:
Sinemamızda dalgalanan kızıl bayrak

U. Deniz

Yılmaz Güney yaşama veda edeli 19 yıl oldu. Devrimci sanatımızın büyük ustası yasaklı olduğu topraklardan çok uzakta ölümsüzleşirken, son günlerinde, hasta yatağında bile şöyle diyordu: “Biz hep gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Dağlarımız, ovalarımız, ırmaklarımız bizi bekliyor... Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmeyi tercih ederim...”

***

Bir işçi ailesinin yedi çocuğundan biri olan Yılmaz Güney (gerçek adı Yılmaz Pütün) dünyaya gözlerini açtığında takvimler 1 Nisan 1937’yi gösteriyordu. Çocukluk dönemini pamuk işçiliği yaparak, gazoz ve simit satarak geçirdi. Tüm zor koşullara rağmen doğduğu kent olan Adana’da tamamlamayı başardığı ilk ve orta öğretim dönemleri... Ardından lise yıllarında, edebiyata duyduğu merakın ürünü olan ilk öykü denemeleri... Ve bisikletiyle sinemadan sinemaya on altı milimetrelik film bobinleri taşıyarak sinemaya atılan ilk adımlar....

“Sinemayla karşılaşmam 13 yaşındayken oldu. Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği fukara sinemalarına gidiyorduk. Kendimizi daha rahat hissediyorduk bu sinemalarda. Mesela bir Galatasaray Sineması vardı, çok güzeldi. Önünden geçer bakardık ama çok lükstü gitmeye korkardık. İstesek parasını verip girebilirdik. Ama ne kıyafetimizi ne de yapımızı uygun görmezdik o sinemaya.”

Adana’da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarında, sınıfsal farklılıkları çok net gören, fakat bu evreden törpülenerek değil aksine bilenerek çıkan Güney, başka bir dünyanın düşlerini kurmaya çoktan başlamıştı. Çukurova’nın bereketli topraklarını yüreğine yükleyip üniversite eğitimi için Ankara’ya geldiğinde ise, Hukuk Fakültesi’nde okumasına rağmen, kafasının bir yanında bu düşler diğer yanında sinema vardı. Ve yine sırf düşlerine ve sinemaya daha yakın olabilmek için okulu bırakıp İstanbul’da İktisat Fakültesi’ne yazıldı.

İlk cezaevi günleri...

İstanbul’da Atıf Yılmaz’la tanışıp onun asistanlığını üstlenen Güney, artık çok sevdiği sinemanın içindeydi ve yazmayı da sürdürüyordu. Öyküler yazıyordu daha çok... Ezilenleri, sömürülenleri konu eden, adaletsiz sistemi eleştiren öyküler... Eleştirdiği sistemin saldırısıyla da ilk defa bu öykülerden biri nedeniyle karşı karşıya geldi. 1956’da, Önüç dergisinde yayınlanan ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri’ adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı için, 1961 yılında 18 ay hapis ve 8 ay Konya’ya sürgün cezası verildi. Güney, hapis cezasının mahkeme tarafından onaylanması ile birlikte öğrenimini yarım bıraktı. Egemenleri rahatsız eden öyküde ceza almasına neden olan, paragrafın yaşamdaki gerçekliğiydi: “İğrenerek baktı -iyice iğrenememişti-. Yüzü daha bir buruştu. Yapmacıklı bir sinirle ‘Siz böylesiniz işte’ dedi. ‘En iyiniz bile böyle. Kendi çıkarlarınız için neler yapmazsınız. İşçiymiş. Basit bir işçiymiş -seyircilerin durumlarını da görmek istiyordu- ben bir işçiyim. Beni basit görmezsin değil mi? İşine yararım. Keyfini getiririm; doğru değil mi söylediklerim- söyledikleri doğruydu. Birinci şahıs doğru demiyordu-. Ah domuzlar sizi. Bir gün hepinizin topunu attıracaklar ya; dur bakalım ne zaman.”

Hapiste geçen bu ilk yıllarında Yılmaz Güney hayatının muhakemesini yaptı, kendini yenileyip düşünsel yapısını geliştirdi. Kendisine bir misyon biçip, bunu nasıl gerçekleştireceğinin hesaplarını yaptı.

“Dürüst Anadolu çocuğu”ndan
“Çirkin Kral”a

1963 yılında yeniden sinemaya dönen Güney, sinemadaki düşlerini gerçekleştirebilmek ve inandığı doğruları kitlelere daha rahat anlatabilmek için biraz daha tanınmak gerektiğini düşünüyordu. Bu düşünceyle rol aldığı sıradan ve birkaç haftada çekilen serüven filmleri daha geniş kesimler tarafından tanınmasını sağladı. Kabadayılığın ve kavganın egemen olduğu bu filmlerde ezilen, horlanan, itilip kakılan fakat asla yazgısını kabul etmeyen; baskı ve kötülüğe karşı tek başına direnip mücadele eden ‘dürüst Anadolu çocuğu’nu canlandırdı. Bu tipiyle tüm ülke çapında tanınarak büyük ün kazandı. Özellikle de, bu tiplerle kolayca özdeşleşen Anadolu izleyicisi tarafından çok tutuldu ve aranan bir aktör olarak kendini kabul ettirdi.

Yılmaz Güney, filmlerinden birinin de adı olan ‘Çirkin Kral’ adıyla anılmaya başladığı bu dönemde, öyküsü kendisine ait olan ‘Hudutların Kanunu’ filmindeki sade, abartısız oyunuyla Türk sinemasında yeni bir oyuncu tipini de yarattı. Umulmadık bir şekilde gelişen ‘Çirkin Kral’ efsanesi, olumlu ve iyi tiplerin ‘yakışıklı’ jönlere, olumsuz ve kötü tiplerin de ‘çirkin’ oyunculara oynatıldığı Yeşilçam sinemasını sarstı. Yılmaz Güney’le birlikte inandırıcı bir tiplemenin yanı sıra yapmacıksız, doğal oyunculuk tarzı da gelişmeye başladı. Yılmaz Güney daha sonra bu dönemi değerlendirirken şöyle diyordu: “Ben, oyuncu olarak halkın giyiminden, davranışlarından farklı olmamaya çalışıyordum. Zaten olamazdım ki. Ben zaten kendimi oynuyordum. Şöyle bir durum var: Yaptığım bütün filmlerde benden bir parça vardır.”

Kimi zaman bu filmlerin senaryo yazımından çekimine kadar tüm aşamalarına katılan Güney, ilerideki yönetmenlik denemelerinde kamera arkası deneyimlerinin önemli bir bölümünü de bu sayede edindi.

Toplumcu gerçekçi filmler

Yeşilçam ve onun koşullandırmalarına daha fazla dayanamayan Güney, 1968 yılında yönetmenliğe soyundu ve ‘Seyit Han’ adlı filmi gerçekleştirdi. Film, komşu köyün güzel kızı Keje’ye yanık olan Seyit adlı bir delikanlının, bir türlü sevdalısına kavuşamamasını ve en sonunda onu bir beye kaptırmasını konu alan başarılı bir köy filmiydi. Bu filmde lirizmi başarıyla kullanarak, köy insanlarının sınırlar örülmüş yaşamına çarpıcı bir bakış getiren Güney, filmdeki Seyit rolüyle aynı zamanda Adana Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandı.

‘Seyit Han’ın ardından, ‘Toprağın Gelini’ ve ‘Hudutların Kanunu’ filmleriyle sanata ve sinemaya bakışaçısının gerçek anlamda ilk işaretlerini veren Güney, bu sürecin sonunda beklenen çıkışı ‘Umut’ filmi ile gerçekleştirdi. Ve filmin gösterime girmesi ile yer yerinden oynadı. ‘Umut’, Yılmaz Güney sinemasında ‘bir dönemi kapayıp yepyeni bir dönem açarken’ aynı zamanda Türk sinema tarihinin de baş yapıtları arasındaki yerini aldı. Ekmek parasını çıkarmak için ailesiyle birlikte köyünden kente, Adana’ya göç eden faytoncu Cabbar’ın, ailesiyle birlikte hayatta kalabilmek için verdiği ve sonunda aklını oynattığı varolma savaşını anlatır film. ‘Umut’, Güney’in toplumsal sorunlara gerçekçi bakışını başarıyla yansıttığı bir film olarak değerlendirildi. Filmde faytoncu Cabar’ı canlandıran Yılmaz Güney, iki yıl sonra Adana Film Festivali’nde ikinci kez En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandı.

Umut’u ‘Acı’, ‘Ağıt’ ve ‘Baba’ takip etti. ‘Baba’ filmindeki rolü ile bir kez daha ödül kazanan Güney’den bu ödülün geri alınması ise, Türk sinema tarihine en büyük skandallardan biri olarak geçti. Güney’in politik kişiliği, sistemi ve egemenleri iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Türkiye’de 12 Mart cuntasının yaşandığı 1972 yılında, siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklandı.

İki yılı aşan bir tutukluluk döneminin ardından 1974’te cezaevinden çıkan Güney sisteme karşı biraz daha bilenmiş, biraz daha olgunlaşmıştı. Gelebilecek tüm baskılara rağmen tarzından ödün vermeyerek, yine büyük bir ilgiyle karşılanan ‘Arkadaş’ı çekti. Aynı yıl Adana’da ‘Endişe’ filmini çekerken, karıştığı bir olay sırasında, bir yargıcı vurarak öldürmesi üzerine 19 yıl hapis cezasına mahkum oldu.

Cezaevinde de sinema

Cezaevi yılları Güney’in sadece düşünsel açıdan kendini geliştirdiği yıllar değil, sinemadaki arayışlarını somutladığı yıllar olarak da tarihe geçti. Bu yıllarda edindiği ateşli devrimci kimliği ve duyarlılığı, toplumsal baskılara, acımasızlıklara, hayatın katı kurallarına, adaletsizliğe ve toplumsal eşitsizliklere meydan okumak ve bunlarla kendi diliyle mücadele etmek için filmlerinde kullandı. Yani bir yandan sinemayı, kendi deyimiyle “bir silah, bir tüfek gibi” kullanırken, diğer yandan da sinemanın kendine özgü dilini keşfetmeye çalıştı. Güney, dünyaya, sinemaya ve sanata bakışaçısını söyle ifade ediyordu:

“Sanat tek başına devrim yapmaz, fakat doğru bir çizgiye, dünya hakkında doğru bir siyasi görüşe sahip olan bir sanatçı, eserleri yoluyla, halkla, kitlelerle çok güçlü ve geniş bağlar kurabilir.”

“Devrim ise, tek başına silahların çözeceği bir sorun değildir. Belirleyici olmasına karşın, hayatın her alanında sürdürmemiz gereken kültürel, sanatsal ve bir dizi diğer çalışmalarla birleşmesi gerekir. İşte filmimiz ve yaratacağı siyasal sonuçlar, bu anlamda mücadelenin bir parçası olacaktır.”

Güney cezaevindeyken sinemayla olan ilişkisini, en ince ayrıntılarına kadar yazdığı senaryolarla sürdürdü. ‘Sürü’ ve ‘Yol’ adlı filmlerinin senaryolarını bu dönemde yazdı. Bu filmler, her ne kadar sırasıyla Zeki Ökten ve Şerif Gören tarafından çekilmiş olsa da, her yönüyle Yılmaz Güney’in duyarlılığını, görsel dilini ve şiirsel anlatımını yansıtıyorlardı. ‘Sürü’ filmi yurt içinde ve dışında çok sayıda ödül kazandı. ‘Yol’ ise, Cannes Film Şenliği Büyük Ödülü Altın Palmiye’yi Costa Gavras’ın “Missing” (Kayıp) adlı filmiyle paylaştı. Yılmaz Güney bu filmlerinde kullandığı dille ilgili olarak şöyle diyordu: “Düşünmeden hiçbir insanın herhangi bir şey yapabilmesine imkan yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.”

Son yılları

Cezaevinde de sürdürdüğü devrimci mücadelesi ve yazdığı yazılar nedeniyle aldığı cezalar 100 yıllık bir zamanı bulunca cezaevinden kaçan Yılmaz Güney, gizlice yurtdışına çıktı ve Paris’e yerleşti. Yurda dönme çağrısına uymayınca 1983’te vatandaşlıktan çıkartıldı. Güney, 1980 faşist darbesinin tüm baskılarıyla yaşandığı Türkiye’deki bir cezaevinde yaşananları konu ettiği ‘Duvar’ adlı filmini Fransa’da çekti. Pek çok duvarı aşmak zorunda kaldığı yaşamındaki son yönetmenlik denemesi olan ‘Duvar’da, Türkiye’deki cezaevlerinde yaşanan baskı ve zulmü, özgürlüğün sınırlanmasını, insanlık onurunu ve haklarını hiçe sayan uygulamalar noktasında ele alarak, gerçekliğin ürkütücü tarafını bütün çıplaklığıyla ortaya serdi. Demir parmakıklar ardından cellatlarına isyan eden çocukların haykırışı, bir anlamda masumiyetin ve sevginin, değerlerini yitiren dünyaya karşı haykırışını temsil ediyordu. Yılmaz Güney ise “Duvar”ı tek cümle ile şöyle özetliyordu: “Bu filmde anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden harmanlanmasıdır. Onlar, kan, ateş ve gözyaşı içinde, duvarların karanlığında ışığı ve suyu aramışlardı...”

1983’te tamamladığı bu film onun son filmi oldu. Bir sonraki yıl, 9 Eylül 1984’te yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak, düşlerindeki sayısız projesiyle birlikte aramızdan ayrıldı.

Yılmaz Güney meydan okuyor

Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ahmet Arif, Ruhi Su... Kimi ömrünün çoğunu zindanlarda geçirdi, kimi yıllarca sürgünde yaşadı, kimi de bile bile ölüme terkedildi... Çünkü onlar tavırlarını emekçi halk kitlelerinden ve sınıftan yana, sınırsız ve sınıfsız bir dünyadan yana koymuşlardı. Çünkü, onların sanatı egemenlerin değil, ezilenlerin sanatıydı. Çünkü onlar birer ‘devrimci sanatçı’ydı.

Sanatını halkın yaşadığı acılardan, sevinçlerden, çelişkilerden yola çıkarak ve hep halkına layık yapmaya çalışan Yılmaz Güney de, birçok devrimci sanatçı gibi egemenlerin baskı ve saldırılarından payına düşeni aldı. Yıllarca cezaevlerinde yattı, yüzyıllık cezalara çarptırıldı... Filmleri yasaklandı, sansürlendi... Ölümle tehdit edildi, öldürülmek istendi... Fakat o “Yılmaz”dı ve yılmadı... Ve ölümünden çok kısa bir süre önce çekilen fotoğrafında, sağ yumruğu yine havadaydı. İnancını ve umutlarını hiç yitirmemiş devrimci bir sanatçı olarak faşizme meydan okuyordu:

“Baylar, korkunuzu telaşınızı, anlıyoruz. Bugün otlandığınız toprakları, fabrikaları madenleri korumak için her türlü vahşete hazırsınız. Ama bilmelisiniz ki, korkunun ecele faydası yoktur ve hiçbir vahşet bizi haklı davamızdan caydıramayacaktır. Sizi, kendi yarattığınız sosyal-siyasal çelişmeler içinde, döktüğünüz ve dökeceğiniz kanlar içinde boğacağız. Bizim ülkemize dönme hem de zaferle dönme umudumuz ve güvenimiz vardır. Ama sizler bir gün kaçacak ve bir daha dönemeyeceksiniz. Beyaz Ruslar’a bakın , Kral Faruk’a, Şah’a, Somoza’ya bakın ve halkın geleceğini görün.”



1 Mayıs Mahallesi Şenliği...

“Yozlaşmaya karşı kültürüne sahip çık!”

1-3 Eylül tarihleri arasında “Yozlaşmaya karşı kültürüne sahip çık” adı altında bir festival düzenlendi. M. Kemal Mahallesi Güzelleştirme Derneği, Pir Sultan Abdal Derneği Ümraniye Şubesi ve Doğuş Spor Klübü’nün ortak düzenledikleri etkinlik anlamlı bir dönemde gerçekleştirildi. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde başlayan şenlik mahallenin kuruluş yıldönümü olan 2 Eylül’de devam etti.

Son dönemde özellikle emekçi semtlerinde devlet ve polisin beslediği yozlaşma ve çürüme had safhaya varmıştır. 1 Mayıs Mahallesi’nde de durum diğer semtlerden farklı değil. Birahanelerin sayısı artmış, uyuşturucu kullanımı yaygınlaşmış, tiner kullanan sokak çocukları sayısında artış yaşanmış, fuhuş herkesin gözü önünde yapılmaya başlanmıştır. Bu ürkütücü tablo karşısında yerel dernekler mahalle emekçilerinin birliğini, dayanışmasını sağlayarak yozlaşmaya karşı mücadele edilmesi gerektiği bilinciyle ilk festivali düzenlediler.

Etkinliğin ilk günü festivalin amacı anlatıldı. Üç gün süren festivalde tertip komitesinde yeralan kurumların etkinlikleri sergilendi. Çeşitli sanatçılar da gönüllü olarak şenliğe katıldılar.

Şenliğin ikinci günü düşünülen 2 Eylül şehitleri anısına karanfil bırakma eylemi emniyetin baskısı yüzünden gerçekleştirilemedi. Ancak şehitlerin sesi bir sonraki gün sloganlarla şenlik alanına taşındı.

Şenliğin son günü ise 2 Eylül şehitlerinin anısına ve Irak’ta işgale karşı çıkmak için şehitlerin resimleri taşındı, sloganlar atıldı. DEHAP’lıların ortak iradenin dışına çıkarak kendi gündemleri dahilinde slogan atmaları gerginliğe yolaçtı.

Komünistler olarak şenlik boyunca standımızda gazete ve kitap satışı gerçekleştirdik.



Sarıgazi’de etkinlik...

“Kardeşçe birlikte yaşama şenliği”

Sarıgazi Belediyesi tarafından organize edilen “Kardeşçe birlikte yaşama şenliği” 29-31 Ağustos tarihleri arasında beşinci kez gerçekleştirildi. Çeşitli sanatçı ve müzik topluluklarının yanı sıra yerel sanatçıların da katıldığı etkinlikleri binlerce kişi izledi.

Komünistler olarak şenlik süresince gazetemizi ve kitaplarımızı standımızda sattık. Ayrıca Irak’taki işgale ve emperyalist savaşa karşı emekçileri mücadeleye çağıran özel sayılarımızı üç gün boyunca yaygın bir şekilde dağıttık. Standımız dışında sözlü ajitasyon eşliğinde gazete satışı gerçekleştirdik.

BDSP çalışanları/Anadolu Yakası