ABD bataklığa saplanıyor
Koalisyon güçlerine ve BM personeline yönelik son saldırıların ardından ABD, baştaki senaryonun (ki son derece ikna edici ve eşsiz görünen bir senaryoydu bu), neden bu kadar vahim ve hazin bir hale geldiğini merak ediyor olmalı.
Özgürlük şöyle dursun, işgal güçlerine karşı, ulusal olmasa bile, bölgesel bir kurtuluş mücadelesi veriliyor. 1944te Normandiya kıyılarına yapılan çıkartmaya benzeyeceği düşünülen şey, 1964teki Tonkin Körfezi olayından sonra saplanılan Vietnam bataklığının tekrarına dönüşmüş gibi görünüyor.
Yanlış giden neydi? En başta ABDnin kurtuluş mesajının hiç samimi görülmediğini söyleyerek başlayalım. İki Amerikanın varlığından söz edilir: Biri Bağımsızlık Bildirgesinin Amerikası, diğeri CIA ve Pentagonun Amerikası. George Bush, 1 Mayısta USS Abraham Lincoln uçak gemisinin güvertesinde, Özgürlüğe duyduğumuz inanç, Amerikanın geleneğidir diye konuşuyor, ama aynı zamanda ABD güvenlik ve özgürlüğün ilkelerinin çeşitli yollardan takipçisi olacaktır demeyi ihmal etmiyordu.
Elbette bütün fetihçi ülkeler özgürlük veya uygarlık ya da her ikisini birden ihraç ettiklerini savunurlar, ama işi, iharacata konu olan ülkeleri sömürmekle ve güvenlik adına muhalefeti bastırmakla neticelendirirler. 1946da kabul edilen Fransız anayasası, Fransanın herhangi bir halkın özgürlüğüne karşı asla güç kullanmayacağını vurgularken, Fransız ordusu Cezayir, Suriye, Vietnam ve Madagaskardaki milliyetçi isyanların hakkından gelmeyi hiç de anayasaya aykırı bulmamıştı. Fakat pek az ülke, kendi özgürleştirme söylemiyle Amerika kadar aldatıcı bir ilişki halinde; Amerikalılar bu konuda o kadar donanımsız ki, işgal altındaki insanların meseleyi kendileri gibi görmeyebileceğini anlamaktan acizler.
Baştaki senaryo, Saddam Hüseyinin cerrahi bir müdahale ile devrileceği ve Irak halkının özgürlüğü ve onu getiren güçleri bağrına basacağı yönündeydi. Fakat bir diktatör, hükmettiği halktan ne dereceye kadar ayrılabilir? Ve bu insanların üzerinde ciddi bir etki olmaksızın, bir rejim nereye kadar değiştirilebilir?
1 Mayısta Bush, yeni taktikler ve güdümlü silahlarla, Sivillere şiddet uygulamaksızın askeri hedeflerine ulaşabileceklerini söylüyordu. Bu tutum, sadece Iraktaki vahim boyutta sivil kayıplarının üzerini örtmekle kalmıyor, milliyetçi isyanları kışkırtan yegâne etkenin yabancı işgali olduğunu da bilmezden geliyor. Robespierre 1792de, yani Fransa devrimci ordusunun Avrupaya yayılmasından ve bir nesil süren Fransız işgalinin, Almanya, İtalya, İspanya ve Rusyada, Fransız imparatorluğunun sonunu getiren milliyetçi isyanlara yol açmasından bile önce, Kimse silahlı misyonerleri sevmez diyordu.
Devlet gücünün ve düzenli orduların yokluğunda, bu tür milliyetçi isyanların başını gayriresmi gruplar ve düzensiz güçler çeker.
İşgal güçleri onları teröristler, sabotajcılar ve haydutlar diyerek lanetleyebilir, fakat birinin terörist dediği, diğerinin özgürlük savaşçısıdır.
Fransız direnişinin uyguladığı taktiklerin bugün Irakta tanık olduğumuzdan ne farkı vardı? Fransız direnişçilerin havaya uçuracak petrol boru hatları yoktu, ama onlar da Alman askeri aygıtını, iletişim hatlarını keserek, enerji kaynaklarını yok ederek, askeri trenleri raydan çıkararak ve askeri personelin uğrak yeri olan restoranlara bomba atarak yıpratmaya çalışıyorlardı. Direnişçiler, birer kahraman olarak selamlanıyorlardı. Alman işgal güçleri ise bu saldırılara, toplu misillemelerin de yapıldığı acımasız bir politikayla karşılık verdi. Limoges yakınlarındaki, teröristleri barındırdığı düşünülen Oradour-sur-Glane köyü, 1944te SS birlikleri tarafından yerle bir edildi; 642 sivil öldürüldü. Aşağı ırkın yaşadığına inanılan yerlere yönelik misillemeler daha da vahşiydi: 1943te Yunan köyü Kalavirtada 700, 1941de Yugoslv kasabası Kragujevacta 2 bin 300 kişi öldürüldü; yine 1941de, Kiev yakınlarındaki Babi Yar kasabasında 23 bin Yahudi katledildi.
Cenevre Konvansiyonu uyarınca işgalci güç olarak kabul edilen Amerikalıların böyle bir seçeneği yok.
Amerika ders almalı
Peki özgürlük havariliği ile düzeni sağlama gereği arasında iki parçaya bölünmüş Amerikalılar, daha önceki işgallerden herhangi bir şey öğrenebilir mi? Fransanın işgalden 1944teki özgürlüğe geçişi nispeten yumuşak olmuştu; bunun iki nedeni vardı:
Birincisi, kukla Vichy rejimi ile alakası olan tanınmış siyasi şahsiyetler ortadan kaldırılsa da, yerel hükümet esasen sürekliliğini korudu. Irakta aranan kişiler için iskambil kâğıtları dağıtıldı, fakat eski rejimle ilişkisi tespit edilen bütün herkesi ortadan kaldırmak hiç de akıllıca olmayacak. Tam olarak temiz sayılmayan siyasetçilerle ve önde gelen şahsiyetlerle anlaşma yoluna gidilmesi gerekecek, çünkü ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu altyapıyı ancak onlar sağlayabilir.
İkincisi, koalisyonun söz verdiği diktatörlükten demokrasiye geçiş, mümkün olan en hızlı şekilde ilerletilmek zorunda. Elbette seçimlere gitmenin riskleri var, ama Abraham Lincolnün de dediği gibi, demokrasi halkındır, halk tarafından yapılır ve halk içindir; bir halk hesabına demokrasi kuramazsınız.
Cumhurbaşkanı De Gaulle 1944te Fransada ortak bir askeri hükümet kurulmasını engellemiş, işgal ve bölünmeden, ulusal bağımsızlık ve birliğe geçişin önünü açmıştı. Irakta eski rejime alternatif olabilecek unsurların bu kadar bölünmüş ve yetersiz görünmesi büyük talihsizlik -ne yazık ki Iraklı bir De Gaulle de yok.
Robert Gildea
(Oxford Üniversitesinde modern Fransız tarihi profesörü)
The Guardian/21 Ağustos 2003
(Radikal, 26 Ağustos 03)
Bakla ağızdan çıktı...
Vay! Terörist 657li memur masadan kalktı
Hey güzel iktidar koltuğu senin gözünü seveyim. Türkiye Uluslararası Çalışma Örgütünün tüm çalışanlara grevli, toplu sözleşmeli örgütlenme hakkı içeren sözleşmesini daha DYP-SHP iktidarı döneminde, yani neredeyse on yıl önce imzaladı. Ancak bunu iç hukuka, çalışma hayatını düzenleyen yasalara koymak konusunda, hiçbir iktidar hevesli olmadı. Aksine son derece hasis-hassas-nekes davranma yolunu seçti.
Güç bela, AB uyum yasaları diye diye ABnin daha fazla takaza etmemesi için, yaklaşık 2 milyon kamu çalışanına toplu sözleşme değil, toplu görüşme lütfunda bulundu hükümetler ve parlamento. Yani sendikanız var toplu sözleşme-grev hakkınız yok, daha ne istiyorsunuz, bir de belanızı mı arıyorsunuz dercesine. Sonuçta iktidarın dediği olur, toplu görüşme masası tiyatro sahnesine konulur, bir pandomima oynanır oldu. Toplu görüşmede karşılıklı hal hatır sorulur, ön iliklenir, lütfetseniz de Allah rızası için üç beş kuruş atsanız, gariban memurunuza biraz baksanız muhterem bakanım denilir öyle mi?
Sendikanın gücü, başta örgütüne, sendikasına sahip çıkan üyeleri, sonra da taleplerini hayata geçirme gücü, yani gerekirse iş bırakma, grev hakkını kullanmaktır.
Türkiyede değişmez kural yıllardır her siyasal parti ve iktidar programında, seçim bildirgesinde çalışanlara refah vaat eder. Enflasyona ezdirmeme sloganı, en sağdan, en sola kadar bütün iktidarların değişmez şiarıdır da netice tıs-fıs.
Şimdi mübarek cuma günü Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin artık memurlara bir zam önerisi ile geleceğiz diyor, toplu görüşme masasına. Yani iktidar 15 günlük görüşme süresini sonuna kadar havanda su stratejisi ile tüketti. Son gün bir meçhul zam oranı ile gelinecek, memursun otur oturduğun yerde, haddini bil, önüne atılana razı ol denilecek. Bu, hala memurların sendikalı olmasını siyasal iktidarların hafsalalarının almaması, hele hele grev, gösteri, protesto gibi hakların kullanımı konusunda demokratik hak kullanımının lüks bulunması anlayışıdır.
***
Üç memur sendikası konfederasyonu ile 15 gün önce başlayan toplu görüşmelerde masada sadece Kamu-Sen kaldı. Başbakan Tayyip Erdoğan, ücret-sosyal hak ve diğer taleplerini iktidar neyse de IMFye rağmen dile getiren KESK üyelerini nerede ise terörist-bozguncu-bölücü-yıkıcı ilan etti bile. Yani memurun IMFye saygısızlığı affedilemez! Yıllardır seçimde başka, iktidar olunca başka hal ve gidiş içinde oldu hükümetler, başbakanlar. Hatırlayın Demireli, Erdal İnönüyü, memura 20 bin liralık karpuz zammı yapan Çilleri, Karayalçını, Yılmaz, Ecevit, Erbakan ve nihayet Tayyip Erdoğan! Hangisi farklı? Hiçbirisi. Memura, çalışana gelince tüm siyasiler tek tip-tek ses; Haydi Allah versin, başka kapıya!
Şimdi geçen yılki toplu görüşmede bağıtlanan 2003 hakları yok sayılıyor. Ne olacak halimiz diye yollara düşen memur terörist sayılıyor. Kafasına polis memurunun copu dank! eden memur düşüp bayılıyor. Terörist diye gözaltına alınanlar, birinci şubede elektroşokla ayılıyor. 2004 için verilecek olan, memur emeklisine, işçi ve Bağ-Kur emeklilerine de yansıyacak. Ceman 25 milyonluk bir kitle, cuma günü hükümetin IMF icazeti ile önlerine atacağı lokmayı bekliyor. Para da yok, zam da yok memur kardeş. 2004de de copla idare ediver. Bu arada, memuru, işçisi, emeklisi, bari copun dankından sonra hiç değilse oy verirken bir kez daha düşünün. Unutmadan, grevli toplu sözleşme hakkı talep ederken de, memuriyete kapağı attın mı, ömür boyu iş garantisi, torpil, kartvizit, mesaide yün örme, dantel &oul;rneği değiştirme olmayacağını, olmaması gerektiğini de hatırlayın! Çalışanı Allah da sever, kul da. İşleyen demir ışıldar, pas tutmaz. Grev, sendika, toplu sözleşme de neymiş sizi gidi 657 sayılı memur teröristler, doğru işbaşına!
***
Evet, memur masadan kalktı, ABDli bakan muavini Con Teylırın ağzından 8.5 milyar dolarlık bakla çıktı. Meali, Iraka asker yoksa, para da yok şeklinde anlaşılmalı. Zaten IMFnin düğün-seyran yokken, borç geri ödemelerini 2006ya sarkıtmasının ABD hazinesinden habersiz olmayacağını yazdık, söyledik. Bu hibeden çevirme kredi de asgari 10 bin askerimizin Irakta rap-rap ve marş-marş demesine bağlı. Tam da enflasyon düşüyor, büyüme başlıyor, kredi kartı harcamaları patlıyor, faizler yüzde 38e iniyorken oldu mu Con? Yani altı üstü Türkiyeye bir kat Irak elbisesi dikeceksiniz, onu da ağzımızdan, burnumuzdan getiriyorsunuz, ekonomi düzeliyor hevesimizi kursağımızda bırakıyorsunuz.
Uzat serçe parmağını küstüm seninle, aradaki bağlarımı kestim seninle!
Zülfikar Doğan
(Akşam, 28 Ağustos 03)
|