30 Ağustos '03
Sayı: 34 (124)


  Kızıl Bayrak'tan
  Tezkereyi çıkarabilmenin riski ortada kaldı
  Kürt-Türkmen çatışması mı, Ortadoğu'yu Balkanlaştırma girişimi mi?
  Kapitalizm savaş demektir!
  ABD Irak'ta uluslararası güç istiyor...
  23 Ağustos Ankara eylemi..
  Reformist barikat devrimci mücadele programıyla aşılacak!
  Devrimci önderlik boşluğunu dolduralım!
  Colin's direnişi üzerine...
  Colin's direnişi ile ilgili zorunlu bir açıklama
  Fabrikalardan...
  Genel grev için hazırlanmlıyız!
  Direnişteki Pirelli-Ekolas işçileri: "Direnişimiz tüm işçi sınıfının direnişidir"!
  Direnişçi Pirelli-Ekolas işçileriyle konuştuk...
  Emperyalist savaş karşıtı platform çalışmaları üzerine...
  Esenyurt İşçi Bülteni'nden...
  Kölelik yasası uygulamaları...
  ABD'nin Liberya fiyaskosu
  Filistin direnişi emperyalist-siyonist planları boşa çıkarıyor
  ABD, Güney, Türkmenler ve TC...
  ABD bataklığa saplanıyor
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Asker gönderme kararı çoktan verildi...

Tezkereyi çıkarabilmenin riski
ortada kaldı

Sermaye cephesinin kayıkçı dövüşü

Riski paylaştırma sorunu, Irak’a asker gönderme hazırlıklarının psikolojik boyutunda ivmeyi düşürdü. O ilk heyecan ve sevincin yerini kara kara düşünmek aldı. Irak’taki BM merkezinin bombalanması, Türkmenler ile Kürtler arasında yaratılan provokasyonlar da işin tuzu biberi oldu. Şimdi siyasi sorumluluğu ya da riski almak konusunda Türkiye’nin egemenleri kendi içlerinde gürültülü bir kayıkçı dövüşü yürütüyorlar. Sorumluluğu paylaştırmak sorunu öyle önemseniyor ki, bunca tartışma ve açıklamanın ardından yapılan MGK toplantısı bile bunu sona erdiremedi. MGK açıklamasında net bir tutum ortaya konulmaktan çekinildi. Aynı günlerde Abdullah Gül’ün tezkere için meclisin erken toplanabileceği açıklamasına nispet edercesine, Başbakan Erdoğan şimdilik olağanüstü toplanmanın gündemde oladığını açıkladı. Şöyle bir bakıldığında tarafların kendi içinde bile çelişkileri olduğu görülecektir. AKP’nin ikili manevraları gibi ordu cephesinde de “farklı” açıklamalar duyuldu.

Oysa ilk günlerde ABD’nin uşaklığına kabul edilme sevincini hep beraber ve aynı tonda yaşadılar. Ordu, AKP, CHP, Cumhurbaşkanı, ama özellikle tekelci sermaye ile kokuşmuş medyadaki kalemşörleri rahat bir nefes aldılar. Asker gönderme kararının nasıl kotarılacağı konusunda farklı düşünceler olsa da bunlar cılız şekilde ifade edilmekteydi. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde bir araya gelip öncelikle meselenin özünü masaya yatırdılar. Biçim dışında kimseden asker gönderme konusunda bir itiraz olmadığına göre, ABD’nin istediği kararı almakta bir sakınca yoktu.

ABD’den uşağına eylül sıkıntıları

Evet, hiçbirinin asker göndermeye itirazı yok. Dahası bunu, Amerikan uşağı olarak kalmanın, Irak pazarından kırıntılar nasiplenmenin ve sonrası süreçte kendini güvencede hissetmenin koşulu olarak görüyorlar. Üstelik kriz belirtilerinin boy verdiği bir zamanda 8.5 buçuk milyar dolarlık yeni kredinin oltanın ucuna takılması da az şey değil. İMF’den açıklama gelir gelmez bu paranın mehmetçik ihracının karşılığı, diğer bir deyimle kan parası olduğunu söylemeyen kalmadı. Nitekim kendi ülkesinde ayağı yavaş yavaş çukura kayan Bush ve çetesi de, açık açık bu kredinin asker gönderme şartına bağlı olduğunu söylüyor.

Satın almanın bu kadar göze batırarak yapılması, devlet kararının altına imza atanları elbette zorda bırakıyor. Buna bir de zaten var olan savaş-işgal karşıtı duyarlılığın giderek artması ve tepkilerin somut biçimler alması eklenince, düzen çevreleri içinde toplumu hazırlamak görevindeki istek kırılması gayet doğal sayılmalı.

Olumsuzluklar bununla da sınırlı değil. ABD Irak’ın bir çok bölgesinde, özellikle de Kürt bölgesinde, Türkiyeli uşaklarını hiçe sayan bir takım manevralarla meşgul. Çeşitli kentlerde Irak halklarının direniş konusundaki uyumunu bozmaya yarayan iç çatışmalar çıkarılmaya çalışılıyor. Bunlardan Türkiye’yi özellikle ilgilendireni Kerkük olayları oldu. Türkmen sorunu bunca yıldır toplumda şovenist duyguları kışkırtmak için kullanılageldi. Fakat Kerkük olaylarında gösteri yapan Türkmenler’in Talabani peşmergeleri tarafından öldürülmesi ve ABD tarafından hırpalanması karşısında Türk yetkililer sağduyu çağrıları yapmakla, çok çok mutedil bir dille uyarmakla yetindiler. Oysa savaş başlamadan önce, demek oluyor ki henüz hizaya çekme operasyonlarına maruz kalınmamışken, sarıldıkları başlıca konu Türkmen sorunydu. Barzani ve Talabani’ye tehditler savurmakta burjuva gazete ve TV’ler bir biriyle yarışıyordu. 1 Mayıs sonrası süreçte ABD’nin Güney Kürdistan politikalarını şamarlar eşliğinde kabullenen Türk devleti, şimdi KYB’nin Ankara temsilciliği önünde gösteri yapmaya yeltenen faşist tosuncuklarını coplamak konumuna kadar geriledi. Ama zaten kırmızıyken pembeleşen çizgilerin pratik anlamı bunlardan başka ne ki! Türkiye’dei sermaye iktidarının ABD’nin Irak’taki gözdeleri olan Talabani-Barzani ikilisini, kuma kıskançlığı güdercesine “aşiret ağaları” diye aşağılasa da, dikkate almak dışında bir seçeneği yok.

ABD, uşağını gereğinden fazla hizaya çektiğinden o kadar emin ki, KADEK’le ilgili mutabakata uymayarak da Türkiyeli uşaklarını sıkıntıyla yüzyüze bırakıyor. Türk devleti, üzerine düşeni elbette korku ve çıkarlarını da düşünerek yerine getirdi. Çıkardığı pişmanlık yasası yönetim kademesini kapsasaydı, belki ABD’nin tutumu belirleyici olmayacaktı. Ama 50 küsur yıldır uşaklığını yapmakla övündüğü efendisinin kendisini yarı yolda bırakacağını düşünmediği için, KADEK’te kendi başına karşılık bulmayacağını pekala öngördüğü bir pişmanlık yasası çıkardı. ABD, kılını hiç kıpırdatmıyor. Dolayısıyla Irak’a asker göndermenin en önemli gerekçelerinden biri yapılan “ABD sayesinde KADEK’i bitirmek” argümanı havada kalmış oluyor.

Bunlara bir de görüşü istenen Irak’taki aşiret liderlerinin “ABD uşağı olarak Irak’a gelen herkes işgalcilerle aynı muameleyi görecek” yanıtını eklemek gerekiyor. Başından beri İslam kardeşliği, komşuluk, toprak bütünlüğü, Irak’ın istikrarı vb. diye Irak’taki gidişata seyirci kalınmayacağı propagandası yapılıyordu. Bunun ne denli iğrenç, ne denli bayağı bir yalan olduğunu bilsek de belli kesimlerde bir karşılık bulduğunu yadsıyamayız. Zaten ondan ötürüdür ki 1. Ordu Komutanlığı’na atanan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, bu iğrenç argümanı öne çıkarıyor. Ama unuttuğu bir şey yok mu? ABD emperyalizmini canlarından, evlerinden, işlerinden olarak, insani gereksinmelerini karşılamaktan aciz kalarak tanıyan, işgal postalları altında ezilen Irak halkları Türkiye’deki kimi budalalarla ya da bilinçi çanak yalayıcılarıyla aynı düşünebilir mi? İşte yanıtlarını gene burjuva basından öğreniyoruz; “gelirseniz, batağa saplanırsınız!”

Psikolojik hazırlık bağlamında tüm süngüleri düşen Türkiyeli uşaklar, şimdi gene o eski emperyal teraneyi, Irak petrollerinde hakları olduğunu, bunu almak istediklerini dillendiriyorlar. Dışişleri Bakanı Gül’ün, Washington’da sadece emir alıp dönmediği, hayal dünyasının okşandığı da böylelikle açığa çıktı. Tarihsel hakmış! İyi de emperyalizmden çektiği kadar kimseden çekmeyen halkı emperyal hayallerle kandırmak kolay mı? Dahası herhangi bir sözü veya antlaşmayı çıkarları gerektirdiği anda unutuveren ABD’nin size bedava petrol koklatacağı ne malum! Anlaşılıyor ki AKP yönetimi, tavsiyelerine önem verdiği Morrison Süleyman’dan ABD’nin nasıl bir güç olduğu hakkında pek bir şey öğrenememiş. Ama olsun, onların görevi halkı hazırlamak uğruna her türlü malzemeyi kullanmatır.

Sorumluluktan sıyrılma sürtüşmeleri

Süngüleri düşmüş bir vaziyette olsalar da Irak’a asker gönderme konusunda toplumu hazırlama çabaları sürüyor. Ellerinde pek fazla bir gerekçe kalmadığı için de kendi içlerindeki sürtüşme gündemde baskın geldi. Sonuçta ortaya bir tarafta rejimin efendisi olan ordu, diğer tarafta sadece hükümet olan AKP’nin siyasal sorumluluğu almamak için karşılıklı hamleler yaptıkları bir tablo çıktı. AKP sorumluluğun, ya da riskin yalnızca kendisine yıkılmasını, hükümet olmanın karşılamayacağı bir fatura olarak görüyor. Yoksa o uşaklığın sorumluluğunu çoktan aldı. ABD’nin icazetiyle işbaşına gelen, 1 Mart’taki tezkerenin kazaya uğraması sonrasında haydut takımının azarlamalardan muaf tuttuğu, hatta övgü ve desteklerini sunduğu AKP, hiçbir zaman rejimin realitesini bahane ederek sorumlulğunu unutturamaz. Rejimin realitesi mazur gösterse bile, içerde ve dışarda ABD’nin sözcülüğüne soyunması unutulmaz. Ama hiç değilse gözlerine din perdesi inmiş geleneksel tabanını tutabilmesi için, ordunun açıktan sahnede yer almasını istiyor.

Nedir ki rejimin efendileri olarak, domuzlar ahırını ve partileri işledikleri suçlardan arınmanın harcanacak araçları olarak gören generaller, alıştıkları yönetme biçiminden vazgeçmeye pek istekli değiller. Madem rejim için tehlikeli gördüğümüz halde AKP’nin hükümet olmasını kabullendik, ödesin bunun bedelini anlamına gelen bir tutum içindeler. Öyle ya generaller sadece karar verir; topluma hesap vermek, ya da sandık diplerine gömülmek hükümetlerin görevidir. “Ordu-millet” ilişkisinde yıpranmanın önünü açmanın zamanı mı! Olur ya “millet” bugüne dek Türk ordusunun işlediği suçların hesabını toptan soruverirse ne olacak?

Kayıkta yalnızca AKP ve generaller değil, çeşitli eğilimdeki düzen çevreleri de yer alıyor. Devlet solcuları ve nedense emekliye ayrılınca farklı telden çalma cesareti gösterebilen ve buna pek de meraklı apoletliler sanki ordu Irak’a gitmeye karşıymış havasındalar. Ama neyse ki “Amerikan boys”luğu nöbetleri süren Genelkurmay Başkanı ve yeni komutanlar yeterince açık bir dille Irak işgaline katılmak gerektiğini söylüyorlar. AKP’nin ardında saf tutmuş dinci çevreler ise, “madem ülkenin gerçek efendileri generallerdir, ki onlardır iki de bir laiklik diye tepemizde tüneyen, bu sorumluluğa ortak olmasını da bilsinler” diyorlar.

Türkiye’de, Dünya Barış Günü’ne bu tablo ile giriliyor. Bir yanda Irak’a asker gönderme konusunda mutabık olanlar, hatta zirvelerde buna birlikte karar verenler, diğer yandan bunun sorumluluğunu alma cesaretini kendilerinde görmüyorlar. Zira bu ülkede anti-emperyalist bir duyarlılık var. Savaş ve işgal karşıtı bir öfke ve yeterli olmasa da giderek gelişen bir tepki var. Irak halkının direnişine sempati var.

Emperyalist savaş karşıtı muhalefetin kendini ortaya koyuşundaki yetersizliğe rağmen cesareti kırılan egemenleri daha da sindirmek için, 1 Eylül’ü güçlü eylemlerin başlangıcı yapmak gerekiyor. Neticede gerçek barışa giden yolun sosyalizmden geçtiğini, devrim ve sosyalizmden ölümüne korkan egemenler de biliyor.