5 Temmuz'03
Sayı: 26 (116)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yalana, demagojiye, devlet terörüne ve aldatmaya dayalı sahte çözümler çökmeye mahkumdur!..
  Ne pişmanlık yasası ne de af! Çözüm devrimde!
  İhanetin hesabını soralım!
  PETLAS grevi Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklandı...
  Yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet bu çürümüş düzenin karakteridir...
  Irak halkının direnişi işgalcileri açmaza sürüklüyor...
  Amerikan emperyalizmi "yol haritası" için bastırıyor
  Sivas katliamı protestolarından...
  Katliamların hesabını işçi ve emekçiler soracak!
  Sivas katliamının yıldönümünde katillere ödül gibi af projesi
  Hava-İş Örgütlenme Uzmanı Munzur Pekgüleç ile TİS süreci üzerine konuştuk...
  KESK'in evrimi: Fiili-meşru mücadeleden yasaların ardına/1
  Toplu görüşme oyunu değil, devrimci sınıf mücadelesi!
  Anadolu Yakası BDSP çalışmalarından...
  İşçi ve emekçi eylemlerinden...
  Irak'ın yeni bir Vietnam'a dönüşmesi savaş çetesinin de sonu olacak...
  İtalya'da yeni sosyal saldırı paketleri hazırlanıyor!
  Almanya'da metal grevi...
  "Topluma kazandırma..."
  Bültenlerden...
  Küçük sanayi siteleri
  İsrail ve BBC
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
KESK’in evrimi: Fiili-meşru mücadeleden
yasaların ardına...

Bir kez daha mühürleri kırmak için ne yapmalı?

KESK’in evrimi: Fiili-meşru mücadeleden yasaların ardına

Kamu emekçileri hareketi ‘90’ların başında grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı talebi ekseninde mücadele sahnesine çıktı. 12 Eylül sonrasında yaşam standartlarındaki aşırı kötüleşme, ‘87-91 işçi hareketi, ‘90’larda kitlesel intifada boyutu kazanan Kürt ulusal hareketi kamu emekçileri içerisinde örgütlenme ve harekete geçme eğilimini güçlendirdi. Hareket ayrıca genel olarak sınıf mücadelesinin geçmiş birikimine, özel olarak ‘70’li yıllardaki kendi mücadele birikimine yaslanıyordu.

Sınıf hareketi genelde (elbette içerisinde sıçramalı gelişim dinamiklerini barındırır) parçadan bütüne, yerelden genele, basitten karmaşığa gelişir. Bu süreç hareketin bilinç ve örgütlenme planında kendi özdeneyimleriyle gelişmesi, güçlenmesi ve yetkinleşmesini sağlar.

İşyeri özgülünde başlayan ekonomik nitelikteki hareketler uygun koşulların varlığı halinde hem talepler hem de kapsam bakımından ileri bir düzey kazanır. Bu bir yanıyla ekonomik mücadelenin politik mücadeleye evrilmesi, bir yanıyla da ekonomik mücadele içerisinde eğitilen sınıfın geniş bölüklerinin bilinç ve örgütlülük planında yetkinleşmesi ve daha ileri bir mücadele-örgüt arayışı içerisine girmesi sürecidir. ‘87’de gelişen, ‘91’de doruk noktasına ulaşan işçi hareketinin gelişme seyri bunu doğruluyor.

‘87’de işçi hareketi tek tek işyerlerinde özgül talepleri içeren parçalı bir karaktere sahipti. Ancak yaygın eylemlilikler içerisinde birleşme ve genel eylem ihtiyacı ortaya çıktı, ihtiyaç bilinci koşulladı. Talepler genel, yer yer politik bir karakter kazandı. Eylemlilik süreci içerisinde bilinç örgütlenmeye evrildi. Birçok işyerinde işyeri komiteleri kuruldu. İşyeri inisiyatifleri, merkezi eylem hattında ilerleyen hareket içerisinde ağırlıklarını uzun bir dönem korudular. Sendika ağalarını Mengen barikatlarına kadar önüne katıp götüren dinamik de buydu.

Kamu emekçi hareketi ise bu genel gelişim seyrinden farklı olarak daha başlangıcında merkezi ve genel talepler biçiminde gelişti. Grevli-toplusözleşmeli sendika talebi bu koşullarda onbinlerce emekçinin etrafında birleştiği ana eksen oldu. Bunun böyle olması, birçok nedenin yanı sıra, kamu emekçilerinin (özellikle hareketin motor gücü olarak tanımlanabilecek eğitim emekçilerinin) yarı-aydın niteliğinden dolayıdır.

Kamu emekçileri genel ve merkezi bir talep-eylem hattında gelişerek toplum çapında sarsıntı yaratabilen bir politik hareket düzeyi kazandı. Ancak bunun kendisi başından itibaren hareketi, güçlü işyeri örgütlülükleri-inisiyatiflerinden yoksun kalmanın sorunlarıyla yüzyüze bıraktı. Genel ve merkezi bir hatta başlayıp ilerleyen bir hareketin böyle bir zayıflığının olması anlaşılırdır. Ancak bunun kendisi, tam da bu mücadelenin olanaklarına dayanarak işyeri inisiyatiflerinin hızla örgütlenmesini, merkezi eylem-örgüt-talepler ile yerel eylem-örgüt-talepler arasında dengeli bir ilişkinin kurulmasını gerektirir. Eğer bu yapılmazsa merkezi örgüt ve eylem hattı hızla dinamiklerini yitirir, darlaşır ve emekçilerin ihtiyaçlarından uzaklaşır. KESK’in evrimini anlayabilmek için işyeri çalışması-örgütlülükleri sorununu bir anahtar olarak ele amak bu nedenle gereklidir. Mücadele perspektifi ve eylem hattı ne olursa olsun, bir örgütlenme emekçi kitleler zeminine sağlam biçimde ayak basamıyorsa, her zaman sarsılma ve yönünü şaşırma tehlikesiyle yüzyüze kalır.

Kamu emekçileri hareketinin tarihinde devrimci kamu emekçilerinin sınırlı öznel çabası dışında bu zayıflığın kapatılması yönünde herhangi bir adım görmek bir yana, tüm süreç boyunca bu zayıflık derinleşmiş-derinleştirilmiştir. Mücadelenin ilk yıllarında işyeri özgülünde yine özgül talepler doğrultusunda eylemler görmek mümkünken, uzun yıllardır bu tip eylem ve inisiyatifler tümüyle unutulmuştur. İşyeri ölçekli inisiyatifler bir yana, bugün tek tek sendikaların ve bir dönem konfederasyon merkezinden bağımsız inisiyatif kullanabilen şube platformlarının özgün pratiğinden sözetmek mümkün değildir. Ayakta kalmaya çalışanlar ya da bağımsız inisiyatif gösterme eğiliminde olanlar ise bizzat yönetimler eliyle bilinçli bir tarzda ezilmektedir.

İki çizginin mücadelesi ve hareketin seyri
içerisindeki evrimi

Hareket, sorunun (talebin) birçok yerel-merkezi eylem ve etkinlik aracılığıyla gündeme sokulması sürecinin ardından sonuç alıcı bir eylem hattına yöneldi. 20 Aralık ‘94 bu sürecin en önemli ifadelerinden biri oldu. Ama bu aynı zamanda hareket içerisindeki ayrışma ve saflaşmayı gözle görünür kıldı.

Kamu emekçileri hareketi içerisinde dönemsel olarak biçimi ve düzeyi farklı iki karşıt eğilim olageldi; reformist-icazetçi anlayış ve devrimci çizgi. Hareketin ihtiyaçlarının daha ileri düzeyler kazanmasıyla bu eğilimler arasındaki ayrım çizgileri daha da belirginleşti. Mücadele ve örgüt anlayışları bizzat pratik siyasal mücadele içerisinde sınandı. Bu iki çizgi, esasta mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamama yetenekleri üzerinden politik-sendikal arenada taraflaştılar.

Hareketin ilk gelişme döneminde saflar çok daha net bir görünüm taşımaktaydı. İki karşıt eğilim örgütlenme planında da ayrı konumlanmışlardı. İlk kurulan sendikalar Eğitim-İş, Eğit-Sen ve Tüm-Bel-Sen’di. Eğitim işkolundaki iki sendikadan biri CHP çizgisindeki liberallerin etkisi altında iken, diğerinde değişik tonlarda olmakla birlikte devrimci çizgi egemendi. Hareketin motor gücünü bu ikincisi oluşturmakta, yasaklar ve mühürler bizzat onun fiili-meşru-militan çizgisinin önderliğinde kırılmaktaydı.

Hareket içerisindeki bu iki çizgi, kamu emekçilerinin taleplerinin toplumun gündemine girmesiyle birlikte, mücadele yöntemi ve anlayışında da giderek ayrıştı. Şu veya bu düzen partisinden beklenticilik reformist-icazetçi anlayışların daha sonra derinleşen temel “mücadele” yöntemi oldu. Bu anlayışın karakteristik özelliklerinden biri sınıf mücadelesine, fiili-meşru mücadeleye inançsızlık, bir diğeri ise iktidar ufkundan yoksunluktu.

Kamu emekçileri hareketindeki anlayışlar uzantıları oldukları siyasal parti ve örgütlerin konumları ve yaşadıkları evrimden kopartılamaz. Öyle ki Eğitim-Sen içerisindeki devrimci çizginin hakimiyeti, bu sendikada etkin devrimci grupların önemli bir bölümünün liberalleşmesi, devrimci konumda tutunamayarak düzen içi platformlara kaymasıyla zayıfladı. Bu durum Eğitim-Sen vb. devrimci etkinin güçlü olduğu sendikalarda bir iç ayrışmayı beraberinde getirdi.

Bu ayrışmanın iki önemli sonucu oldu. Birincisi; Eğit-Sen gibi sendikalarda yeni dönemin liberal anlayışlarının güçlü olması nedeniyle CHP etkisindeki Eğitim-İş gibi sendikalarla ayrım çizgileri belirsizleşti. Birleşme böyle bir zeminde hayat bulabildi.

İkincisi; hareket üzerindeki reformist etki güçlendikçe, yönetimlerdeki reformist-icazetçi renk belirginleştikçe, bürokratikleşme, yani tabanla yönetim arasındaki mesafe açıldı. Politik ve mücadeleci taban yer yer mevcut yönetimlerle çatışma içerisine girmeye başladı. 17-18 Haziran eylemi buna somut ve çarpıcı bir örnektir. İlk kez tabandan yönetime karşı sert tepkiler verildi.

17-18 Haziran eylemi aynı zamanda kamu emekçileri kitlesinin sendikal mücadeleye dönük beklentilerinde ilk kırılmaları yarattı. Sendikal hak talepleri için Kızılay’ı dolduran yüzbinler, eylem öncesi kararlardan geriye düşen bir yönetim-sendikal önderlik anlayışı yüzünden, sonuç alınamadan geri dönmek zorunda kaldı. Bu kırılma daha sonra sonuçsuz-hedefsiz pasif eylem çizgisiyle daha ileri boyutlar kazandı. Bu sürecin en önemli sonuçları, zayıf da olsa mevcut işyeri inisiyatiflerinin kötürümleşmesi, merkezileşme/bürokratlaşmanın (KÇSK, KÇSP ve KESK de dahil olmak üzere) gelişmesi, yönetim ile taban arasındaki mesafenin boyutlanması oldu.

Grevli-toplusözleşmeli sendika talebi geniş kesimleri birleştiren bir talep olmasına karşın, işyeri/işkolu özgülünde günlük mücadelenin örgütlenmesi ihtiyacının geri plana düşürülmesine gerekçe olabildi. İşyeri/işkolu özgülünde hareketsiz kalan emekçiler merkezi eylemlere ciddi bir hazırlık sürecinden de yoksun kaldılar. Sürecin ilerleyen safhalarında reformist-icazetçi anlayışlar işyeri/işkolu ve birim çalışmalarını tümden geri plana attılar, sonuçsuz merkezi Ankara eylemlerine endeksli bir sendikal “mücadele” anlayışı öne çıktı.

Reformist-icazetçi anlayışların hareketin ihtiyaçlarına yanıt verememesi, mücadelenin daha ileri eylem biçimlerini gündeme getirmesine karşın bu ihtiyaçlara yanıt verme yeteneğinden yoksun olması, kamu emekçileri içerisinde sendikalardan kopma ve yabancılaşmayı arttıran bir diğer etken oldu.

Reformist-icazetçi önderlik konumunu mücadeleci söylemlerle kapatmaya/saklamaya çalıştı. Zaman zaman başvurulan günlük iş bırakma eylemleri ve Ankara merkezli eylemler bu amaç doğrultusunda kullanıldı. Bu tür amaçsız-sonuçsuz eylemler kamu emekçileri kitlesinin geri ama geniş kesimlerinin sendikalardan ve eylemlerden uzaklaşması sonucunu yarattı.

Reformist-icazetçi önderlik bu dönemde düzen kurumları, parlamento ve emperyalist merkezlerden beklenticiliği üst boyuta taşıdı. Sokak eylemleri böyle bir beklenticiliğe dayanak haline getirildi. Artık fiili-meşru mücadele boş bir tekerlemeden ibaretti. İktidar ufkundan yoksun olan reformizm kitlelerin öz gücüne ve mücadelesine güvensizdir. Bu nedenle pazarlıklar, düzen kurumları tarafından muhatap alınma çabası temel “mücadele” yöntemi, sokak eylemleri ise tabanın öfkesini boşaltma ve bu yolla reformist çizgiye bağlamanın aracı oldu.

Reformist-icazetçi anlayışların temel karakteristik özelliklerinden biri de haklardan ancak kazanılması olanaklı olanını talep etmesidir. Yani fiili ve meşru olan değil, devletin belirlediği sınırlar onlar için yeterlidir. Bunun en çarpıcı ifadesi sahte sendika yasasına karşı tutum oldu. Sahte yasa reformist anlayışlar tarafından sendikaların tanınması için ileri bir adım olarak görüldü. Ancak tabanın dinamizmi karşısında bu tutumunu gizlemek zorunda kaldı.

4 Mart direnişi ve sonuçları

4-5 Mart direnişi güçlü taban dinamizminin bir ürünüydü. Kızılay’da devlet terörüne karşı gerçekleştirilen büyük direniş 5 Mart’ta reformist çizginin barikatıyla karşılaştı, Kızılay’a yeniden çıkma kararlılığı dağıtıldı. Ancak 4 Mart’ta gösterilen kararlılık ve direniş ruhu ülke çapında etkisini gösterince devlet geri adım atmak zorunda kaldı. Böylece reformist yönetim büyük bir soluk aldı.

4 Mart devrimci dinamiklerin varlığına ve devrimci mücadele çizgisinin kazanımlarına önemli bir gösterge oldu. 5 Mart ise devrimci dinamiklerden kopmuş, mücadeleyi daha ilerden göğüsleme niyet, güç ve iradesinden yoksun reformist anlayışların hareket önünde somut bir barikat haline geldiğinin tescili oldu.

4 Mart bu temelde kamu emekçileri hareketi açısından bir yol ayrımını işaretliyordu. Ya reformist barikat bizzat hareket içerisinden çıkacak devrimci bir önderlik tarafından aşılacak, ya da hareket reformist-icazetçi anlayış ve bu anlayışa dayanarak devlet tarafından denetim altına alınacaktı. Sonrasında yaşanan gelişmeler devrimci dinamiklerin zayıflığıyla birlikte ikinci yolun tutulduğunu gösterdi.

4 Mart bir yanıyla da reformist-icazetçi anlayışların sınırlarını ortaya koyuyordu. 4 Mart direnişinin ötesi, bir yandan devletle karşı karşıya gelecek militan bir eylemliliği zorunlu kılıyordu. Diğer yandan mücadelede işçi sınıfının eylemli dayanışmasından yoksunluğun zayıflığını taşıyordu. Hareket sınırlarını zorladığı noktada reformist anlayışla çatışmak durumunda kalıyor, ancak devrimci çizgi bu sınırları aşacak bir politik-örgütsel kapasiteye sahip olmadığı ölçüde, işçi sınıfının eylemli dayanışmasından yoksunlukla da birlikte, yalnızlık ve çaresizlik egemen hale geliyordu.

4-5 Mart, yasanın geri çekilmesini sağlamasına karşın, hareketin öncüleri üzerinde ciddi anlamda olumlu bir rol oynamadı. Hareketin taşıyıcıları 4-5 Mart’ta yüzyüze geldikleri “sınırlar”ı gördükleri ölçüde, bunu bir kazanım değil devletin gücünün bir göstergesi saydılar. Bununla birlikte, alttan alta parlamento içi çözümlere (muhalefette CHP’nin oynadığı role) işaret edilerek bu “sınırlar”ın aşılabilmesindeki inançsızlık ortaya çıktı. 4-5 Mart’ın arkası sendikal mücadeleye güvensizleşmenin derinleştiği bir dönem olarak yaşandı. Bu, hareketin sınırlarını görüp kırılmaya uğraması olarak da tanımlanabilir.

Emekçilerin 4-5 Mart’ı “algılayış tarzı” ile reformistlerin “algılayış tarzı” arasında da bir paralellik vardı. Hareket devrimci önderlikten yoksunluğun verdiği güçsüzlükle devletin gücünü görüp barikatlardan geri dönerken; reformist-icazetçi anlayışlar da, her ne kadar 4 Mart direnişini ağızlarından düşürmeseler de, 4 Mart’ta direnişin değil devletin gücünü gördüler. Bu durum sonraki pratik tutumlarında da belirleyici oldu. Bundan dolayıdır ki, sahte sendika yasasının yeniden gündeme getirildiği dönemde 4 Mart boş bir gevezelik dışında bir anlam taşımadı. Sahte yasanın benzer bir direnişle göğüslenmesi gerekirken bundan özellikle uzak duruldu.

4-5 Mart’ta hareket sınırlarını zorlarken, esasta devrimci bir önderlik arayışı ve ihtiyacını dışa vuruyordu. Ancak bu ihtiyacın devrimci kamu emekçileri tarafından karşılanamaması hareketin geriye çekilmesini koşulladı. Bunun diğer bir sonucu da devrimci önderlik iddiasındaki çeşitli grupların kendi gerçekleriyle yüzleşmesi oldu. Öyle ki 4-5 Mart sonrası devrimciler cephesinden tam bir iddiasızlaşma ve dağılma dönemiydi. Kendi gerçeklikleri ile devrimci bir tarzda hesaplaşmayı başaramayanlar hareketin ihtiyaçlarına yanıt verme iddialarını da tükettiler.

Birleşik mücadele-örgüt arayışı
ve Emek Platformu

4-5 Mart’ta işçi sınıfının eylemli dayanışmasından yoksunluğun yakıcı biçimde hissedilmesi, kamu emekçileri içerisinde işçi sınıfı ile birleşik eylem arayışını güçlendirdi. Bu bir yanıyla olumlu bir bilinç gelişimi iken, diğer yanıyla kendi özgücüne güvensizleşmenin bir ürünüydü. Aynı dönem sınıfa yönelik genel saldırılar işçi sınıfı hareketi içerisinde de birleşik mücadele eğilimlerini mayalıyordu. Enerji işkolu ve SEKA’da işçi ve emekçilerin ortak direniş çizgisinde hareket etmesi bu ihtiyacın ürünü anlamlı örneklerdi.

İşçi ve kamu emekçileri hareketi içerisinde yer yer sendika konfederasyonlarını da aşacak biçimde birleşik hareket etme eğiliminin sendika ve konfederasyonlar üzerinde bir basınca dönüşmesi Emek Platformu’nun oluşumunu koşulladı. Tepelerinde sınıfa ihaneti bir çizgi haline getiren bürokratların olduğu konfederasyonlar, KESK, Kamu-Sen ve Memur-Sen’i de içerisine alacak bir birliğin adımlarını atmak durumunda kaldılar.

Birleşik mücadele arayışının sendika bürokratlarınca bu şekilde yanıtlanması esasta kontrol dışı eğilimlerin önünü almak amacını taşıyordu. Yine de, sendika bürokrasisinden bağımsız örgütlü bir taban inisiyatifinin yaratılması koşullarında, Emek Platformu işçi ve emekçi hareketinin ihtiyaçları doğrultusunda bir imkan olabilirdi. Ancak bunun başarılamaması, EP’e yönelik beklenticilikle birlikte olumsuz sonuçların yolunu düzledi.

KESK, sahip olduğu mücadele geleneği ve politik-mücadeleci tabanıyla ihanetçi sendika ağaları tarafından sersemletilen işçi kitlelerini sarsabilir, ileri arayışlar içerisine sokabilirdi. Ama bu ancak bağımsız eylem iradesini direnişçi bir çizgide koruyabilen, EP’in hain bürokratlarıyla çatışmayı ve ayrışmayı göze alan bir önderlikle mümkündü. KESK’in reformist-icazetçi yönetimininse ne bunu başaracak iradesi ne de niyeti vardı. Bu nedenle KESK’in iradesi EP’e teslim edildi. Konfederasyonlaşma süreci nasıl yönetim ile taban arasındaki mesafeyi açtı, nasıl tek tek sendikaların eylemsizliğine bahane olduysa, EP de bunu KESK nezdinde olanaklı kıldı. Bu dönemde artık şubeler platformu da işlemez hale getirildi. Daha önce yer yer bağımsız eylem geliştirebilen şube platformları karar alamaz biçimde etkisizleştirildiler. Yöntim ile taban arasındaki mesafe daha da açıldı, EP’in takvim eylemliliklerine endeksli bir süreç yaşandı.

EP sürecinin en önemli sonuçlarından biri de Kamu-Sen’in meşrulaştırılması oldu. Bu, KESK’in Kamu-Sen’le ayrım çizgilerinin belirsizleşmesinin önemli bir ilk adımıydı.

EP’in düzenlediği en güçlü iki eylem, yüzbinlerin bir genel grevi zorladığı Temmuz eylemlerinden sonra 1 Aralık 2000 iş bırakma ve 14 Nisan 2001 eylemleri oldu. Krizin ağır sonuçlarına karşı yapılan bu eylemlerde kamu emekçileri kitlesi özel bir ağırlık oluşturdu. 1 Aralık eylemine devletin tüm yasakçı-baskıcı tutumuna rağmen yüzbinler katıldı. Ancak bu eylem de, arkası getirilmediği için basit bir öfke boşaltma eylemine dönüştü. 14 Nisan eylemleri de bundan farklı olmadı. Dahası katılım, Şubat krizinin yıkıcı etkileriyle birlikte düşünüldüğünde, oldukça zayıf kaldı.

Bütünlüklü saldırı ve F tipi sendika

1 Aralık ve 14 Nisan eylemleri her ne kadar hava boşaltma işlevi görseler de, bu eylemler şahsında işçi ve kamu emekçileri hareketinin taşıdığı mücadele isteği ve dinamizmi bir kez daha açığa çıkmış oldu. Yüzbinler, sendikal yapılara karşı duydukları güvensizliğe, sonuç alınamayacağı yönünde taşıdıkları inanca rağmen alanlara çıkıyorsa, bunun başka türlü izahı olamaz. Saldırıların yoğunluğu ve yakıcılığı, tüm bu zayıflık ve engellere karşın, yüzbinlerin sokağa çıkmasını koşulluyordu.

1 Aralık devletin fiili yasaklarına karşı gerçekleştirildi. Eylem sonrasında yaygın bir soruşturma ve sürgün saldırısı başlatıldı. KESK yönetiminin bu saldırıya karşı tutumu ya görmezlikten gelme ya da baştan savma oldu. Kamu emekçileri devlet terörüne karşı yalnız bırakıldılar.

Kamu emekçilerine yönelik bu terör, zindanlara yönelik F tipi hücre saldırısından ayrı düşünülemez. F tipleri devrimci tutsaklar nezdinde tüm toplumun hücreleştirilmesi, atomize edilmesi, örgütsüzleştirilmesi amacını taşıyordu. Devrimci tutsaklar şahsında işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mevzileri hedefteydi. Saldırının püskürtülmesi de bundan dolayı içeride ve dışarıda topyekûn bir direnişi zorunlu kılıyordu. Ancak KESK yönetimi saldırıyı bu bütünlük içerisinde ele almak ve buna uygun bir tutum geliştirmek yerine suskun kalmayı ya da sınırlı tepkilerle süreci geçiştirmeyi seçti. Özellikle F tipi saldırısının zindanlarda vahşet, dışarıda yaygın bir terör boyutlarına vardırıldığı bir dönemde sokaklar terkedildi. Bir kez daha iktidarın koyduğu sınırlara hapsolundu. Tüm Yargı-Sen yöneticilerine yönelk tutuklama terörüne karşı ciddi bir duruş içerisinde olunmadı, yöneticiler sahipsiz bırakıldılar.

F tipi terörü ve bunun bir parçası olarak sürdürülen soruşturma-sürgün ve yasaklar politikası göğüslenemedi, mevziler birer birer terkedildi.

Sahte sendika yasası bir bakıma düzen dışı dinamiklere, mücadele azmi taşıyan kamu emekçilerine yönelik F tipi saldırısı biçimiydi. Örgütsüzleştirme, düzen içi kanallara hapsetme, ehlileştirme amacını taşıdığı ölçüde başka türlü tanımlanamaz. İkinci sahte sendika yasası saldırısının F tipi terörünün hemen ardından yeniden gündemleştirilmesi de bir tesadüf değil, bütünlüklü bir örgütsüzleştirme operasyonunun ayağıdır.

Kamu emekçileri ikinci sahte sendika yasası saldırısını birinci saldırıdan çok daha zayıf bir durumda karşıladılar. Bu esasında 4-5 Mart sonrasında hareketin yaşadığı evrimin vardığı noktayı gösteriyordu. Bu dönem kamu emekçileri hareketinin güncel durumunu belli başlıklar altında toplayabiliriz.

Birincisi; reformist-icazetçi yönetim kamu emekçileri kitlesi içerisinde teşhir olmuş, zayıflığı ve hareketin önderlik ihtiyacını karşılayamayacağı en geri emekçinin gözünde dahi kabul gören bir gerçeklik halini almıştır.

İkincisi; aynı dönem 4-5 Mart sonrasında bir iddiasızlaşma-dağılma sürecine giren devrimci anlayışların bu durumu daha da derinleşmiştir.

Üçüncüsü; ilk ikisiyle bağlantılı olarak, hareketin yaşadığı dağınıklık, çaresizlik ve yabancılaşma ileri boyutlar kazanmıştır. Mevcut yönetime güvenmeyen kitleler bir alternatif de göremeyince mücadelenin dışına çekilmişlerdir.

Bu tablo KESK’e egemen reformist-icazetçi yönetime rahat hareket etme olanağı sağlamış, yasa meclis gündemine geldiği zaman alınan Ankara yürüyüşü ve 26 Mayıs eylem kararı bu koşullarda gerçekleştirilmiştir.

26 Mayıs eylemi: Militan eylem,
harcanan imkanlar

Eylemin başlangıcında KESK yönetiminde yasanın geri çektirileceğine dönük inancın zerresi yoktu. Öyle ki, yasanın meclis gündemine getirileceği günlerde bir üye kampanyası başlatılmıştı. Yasanın göğüslenemeyeceği alenen de ifade ediliyordu. Bu inançsızlık yasayı göğüsleyebilecek eylem iradesinden yoksunluktan ve yasanın olumlanıyor olmasından kaynaklanıyordu.

Aynı inançsızlık devrimci olma iddiasındaki kamu emekçileri cephesinden de gözlemlenebilen bir olguydu. Bu gruplar yaşadıkları dağılmadan kaynaklı sürece müdahaleci olmaktan ziyade sürüklenen bir konumdaydılar. Bu konumlarını 26 Mayıs sonrasındaki eylemliliklerde de korudular. Gerçekleşen eylemlerde ağırlıklı gücü oluşturmalarına rağmen durumları bir-iki istisna dışında böyleydi.

26 Mayıs eylemi KESK yönetimi tarafından bir uyarı eylemi olarak ilan edildi. 26 Mayıs’ın sonrası ise alışılageldiği üzere belirsizdi. Yasanın nasıl püskürtüleceğine dair net bir eylem stratejisi bulunmuyordu. Çünkü yasa en başta kabullenilmişti.

26 Mayıs eylemi böylesi bir atmosferde başladı, ancak devletin yeni bir 4-5 Mart korkusu nedeniyle eyleme dönük saldırgan bir tutum içerisine girmesi eylemin seyrini değiştirdi. Değişik bölgelerden gelen ve hareketin en ileri güçlerinden oluşan kitle Ankara girişine örülen barikatları aşarak Kızılay’a aktı. Bu durum, yönetimin iradesizliği ve inançsızlığının tabanın mücadeleci-direngen dinamikleri tarafından aşılması anlamına geliyordu.
26 Mayıs hareketin geneline hakim güvensizlik ve yabancılaşmayı kıracak imkanları ortaya çıkarmıştı bir bakıma. Ancak bu imkanları hızla bir toparlanmaya çevirecek ve mevcut zayıflığı kıracak şekilde değerlendirecek bir iradenin olmaması, 26 Mayıs’ın etkisini saman alevi derekesine düşürdü. Dahası, KESK yönetiminin konumunu sağlamlaştırmasına dayanak yapıldı.

KESK yönetimi bu dayanağa da yaslanarak 26 Mayıs sonrası mücadelenin seyrini belirledi. Merkezi ve militan eylem çizgisi Güvenpark’taki sınırlı kadro eylemleri ve yerel basın açıklamalarına ikame edildi. Meclis görüşmelerine endeksli pasif ve geri eylem çizgisi ile sahte sendika yasasının önü açılırken, Güvenpark’taki ileri-direngen kitle polis terörüyle ezdirildi.

Yasanın meclisten geçeceği herkesçe kabul edilen bir olguydu. Öyle ki, o dönem yapılan basın açıklamalarında “yasa geçse dahi” biçiminde başlayan cümleler kullanılıyordu. Beklenen oldu. KESK yönetimi rahat bir nefes aldı. Yasalcı-icazetçi anlayış böylelikle yıllardır düşünü kurduğu “meşruluğa” somut bir dayanak elde etti. Sahte sendika yasası diye bas bas bağıranlar yasanın meclisten geçmesiyle herşeylerini yasaya endekslediler. 11 yıllık mücadelenin kazanımlarını tasfiye planının basit bir aleti haline geldiler.

(Devam edecek...)