14 Haziran'03
Sayı: 23 (113)


  Kızıl Bayrak'tan
  15-16 Haziran sendika ağalarına rağmen yaratılır!
  Özelleştirmeye karşı birleşik, etkin ve militan bir mücadele için...
  Cumhurbaşkanı "kölelik yasası"nı hukuka uygun buldu!
  İzmit mitinginde işçilerle konuştuk...
  Petkim işçileri Ankara'ya yürüdü
  Sağlık işçilerinden Almanya'daki grevci metal ve çelik işçilerine...
  19 Aralık katliamı ve üstü örtülemeyen gerçekler
  BEKO'da esnek çalışma oturtuluyor
  Kamu TİS'leri devam ediyor...
  Filistin halkı "yol haritası" adlatmacasına kanmıyor...
  Haydutların maskesi düştü!
  Kölelik yasasına karşı örgütlenmeye, birleşik mücadeleye!/2
  Yolsuzluk düzeninde yosuzluk soruşturması!
  Ekim Gençliği'nden...
  Bültenlerden...
  Onurlu kavgamızın namuslu kalem işçileri: Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal...
  "Genel af kampanyası"
  Ulusal kurtuluş sorunu ve çözüm seçeneği
  İşçi Kültür Evleri'nden açıklama:
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Onurlu kavgamızın namuslu kalem işçileri:

Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal…

Kavga bayrağımıza renk verdiler

Ahmet Arif, Nazım Hikmet ve Orhan Kemal… Türk(çe) edebiyatının öne çıkan bu üç ismini Haziran ayının başında yitirdik. Üçü de düzene ve resmi sanat anlayışına karşı duruşlarıyla öne çıkan isimlerin başında geliyor. Üçü de bunun bedelini hapis ve sürgün cezalarına çarptırılarak ödedi. Üçü de ezilen ve sömürülen emekçi sınıfları, onların mücadelelerini temel konu olarak seçtiler. Üçü de “baldırı çıplaklar”ın kurtuluş mücadelesine bağlı bir yaşam sürdüler. Ve üçü de ölümsüz eserleriyle edebiyatımızda haklı bir yere sahip oldular.

Kuşkusuz ki, bu genel ve ortak özellikler içinde herbirinin yeri bir diğerine göre farklılıklar arzetmektedir. Örneğin Nazım bir buzkırandır; partili kimliğiyle, evrensel temaları şiirine konu etmesiyle, şiire getirdiği güçlü solukla, daha farklı bir yerdedir. Ahmed Arif Kürt kültürünü, ezilen yoksul köylüleri, onların isyanını lirik bir anlatımla şiirine alarak, sadece bu üçlü içinde değil, şiir geleneğimiz içinde de kendine özgü bir konum elde etmiştir. Şiirle sanat hayatına başlayan ancak öykü ve roman dalında eser veren Orhan Kemal ise edebiyatın bu kulvarında bir yeniliğin en verimli temsilcisidir. Sonuçta üçü de, kendine özgü katkılarıyla edebiyatımızda ve kavgamızda benzersiz bir yer tutuyorlar.

Onlar onurlu bir kavganın, haklı bir isyanın sesi oldular. Onlar sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın; her türden zorbalığın son bulduğu, kardeşliğin, özgürlüğün, eşitliğin ve emeğin iktidar olduğu bir dünya için mücadelede yer aldılar. Hayatları boyunca buna bağlı kaldılar.

Şiire dağların isyanını ve kekik kokusunu taşıyan şair: Ahmed Arif

Ahmed Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’da doğar. Erbil’li bir Kürt olan annesini küçük yaşta kaybeder. Babası memur olduğu için maddi durumları o günün koşullarına göre iyi sayılır. Fakat Ahmed Arif, babasının memuriyeti boyunca görev yaptığı yerlerde halkın yoksulluğuna yakından tanık olur. Bir de Kürt halkı üzerindeki baskılara. Bu ikisi onun yaşamına ve sanatına yön veren temel olaylardır. Daha çocuk yaştayken zorbalığa ve baskılara karşı kin biler.

Ortaokulda iken ilk şiirlerini yazmaya başlar. Fakat şiiri ciddiye alması 1942 yılında, yatılı okumak üzere geldiği Afyon Lisesi’nde başlar. Okuldaki öğretmenlerinden ve Isparta’da öğretmenlik yapan ağabeyinden destek alarak Malraux’yu, Dostoyevski’yi, Flaubert’i, Zola’yı, Faruk Nafiz’i, Cahit Külebi’yi, A. M. Dranas’ı, Behçet Necatigil’i okumaya; ilk şiirlerini bunların etkisinde yazmaya başlar. İlk şiirleri 1942 yılında yayınlanır. 1945’te liseyi, 1947’de askerliğini bitirir.

Henüz, nasıl bir şiir çizgisi tutturacağı konusunda bir bocalama içindedir. O dönemde, bir tarafta Nazım gibi bir devin etkisinde onun kötü bir kopyası olma riski vardır, diğer tarafta Orhan Veli ve “Garip” akımının yaygın bir etkisi söz konusudur. Küçük burjuva diye tanımladığı Orhan Veli ve Garip’çilere dönüp bakmaz. Ama bir okyanus olarak gördüğü Nazım’ın biçemine de kapılmak istemez. Kendisine göre, bir doğulu olması da farklı bir şiir tarzı tutturması için önemli bir faktör olmuştur. DTCF felsefe bölümünde okuduğu yıllarda tam da bu arayış içindeyken “Rüstemo”yu ve “Otuzüç Kurşun”u yazar. Böylece, kendi tarzı ve kendi sesiyle dokuduğu bu şiirlerle bu sorunu aşar.

O dönemde gençliğin ilerici örgütü olan Türkiye Gençler Derneği’ne üye olur. Bir süre sonra kendi çizgisini bulmuş olarak yazdığı şiirler daha yayınlanmadan elden ele dolaşmaya, devrimci gençler tarafından ezberlenmeye başlar. 1951 tevkifatında tutuklanan 184 kişi arasında Enver Gökçe’yle beraber o da vardır. Komünistlere destek olduğuna dair bir ifade imzalatmak isteyen polis, A. Arif’i Ankara’dan İstanbul’a götürüp ünlü Sansaryan Hanı’nda aylarca işkenceden geçirir. A. Arif İşkenceye boyun eğmez. Rahatsızlandığı için hastaneye kaldırılır. Daha sonra Harbiye cezaevine konulur. İki yıl hapis ve 8 ay sürgün cezasına çarptırılır. Bu zorlu süreçte yaşadığı deneyimler, şiirinin bir diğer temasını oluşturur.

Sürgünden sonra Ankara’ya dönen Ahmed Arif, hayatını kazanmak için Medeniyet, Öncü, Halkçı gibi gazetelerde düzeltmen olarak çalışırken bir taraftan da şiire iyice yoğunlaşır. Yazdığı şiirleri 1968 yılında Hasretinden Prangalar Eskittim adlı bir kitapta gün yüzüne çıkaran Ahmed Arif, bu tek kitabı ve 19 şiiriyle, başka hiç kimseye nasip olmayan bir yer edinmiştir edebiyatımızda. Peki bunu neye borçludur? Nedir Ahmed Arif şiirinin tılsımı?

“Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri”

Ahmed Arif, her gerçek sanatçı gibi, yalnızca çağına tanıklık etmekle kalmamış, taraf olmuş bir ozandır. Yaşadığı dönemin toplumsal sorunlarından, yaşadığı topraklardaki çelişkilerden yola çıkar. Çağının gerçekliğine sıkı sıkıya bağlıdır, ama onun tutsağı olmaz. Serzenişte bulunmaz, umutsuzluğa düşmez hiçbir zaman. Varolanı değiştirmeye çağırır büyük bir inançla. Atom çağında geri bırakılmış, en zorbaca baskılara maruz kalmış Anadolu gerçekliğinin tarihsel-toplumsal arka planına ışık tutar bir yandan:

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne Şah, ne sultan
Geçip gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım…
Görüyor musun?

Ve bir yandan da tarihsel bir hesaplaşmaya çağırır okurunu/halkını:

Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne-üstüne,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…

Gör nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim.
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?

Bu içten, bu tok, bu açık çağrıyı gerekli ve zorunlu kılan koşulların, bir hesaplaşmanın ürünüdür onun şiiri. Tarihe yaslanarak ayağını sağlam bir toplumsal zemine basar, varolanı güncel kısırlığından çıkarır ve geleceğe bağlar. “Bir yerde tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir” (Cemal Süreya)

Sade ve mütevazi halk dilini kullanır Ahmed Arif. Su gibi akıcı ve yalın bir dille, bazen bir ninni yumuşaklığında, bazen bir ağıt tadında dokur şiirlerini. Süslü bir anlatıma başvurmaz. En çetrefilli sorunları, en çarpıcı gerçekleri üç-beş sözcükle koyar ortaya. İmbikten süzülmüş, hayatın yarasına dokunan sözcüklerdir bunlar.

Şiirlerinde küfre varan bir öfke ile ağıt sesi yadsımadan birbirine karışır. Ve çoğunlukla yüksek bir şelaleden dökülen suyun akışı gibidir dizeleri. Ele avuca sığmaz, asidir. Nerdeyse hiç bir durak kullanmaz dizeleri arasında. Bir solukta okunan şiirlerdir hepsi de. Bu yüzden Cemal Süreya yerinde bir tespitle, “Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri” der ve ekler: “‘Daha deniz görmemiş’ çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire, bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşı için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir.”
Sevdanın, isyanın, umudun en güzel şiirlerini yazdı Ahmed Arif. Yoksul Kürt emekçilerinin acılarını, umutlarını dokudu şiirinde. Şiirleri yıllar geçse de dillerden düşmeyecek.

İşçilerin, amelelerin bereketli romancısı:
Orhan Kemal

Asıl adı, Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Adana-Ceyhan’da doğar. Babası Abdülkadir Kemali, dönemin İttihat ve Terakki Fırkası üyesi bir memurdu. Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen ardından milletvekilliği yaptı, daha sonra muhalif düşünceleri nedeniyle uzun süre kaçtığı Beyrut’ta yaşadı. Ailesine katkı yapmak için Beyrut’ta işçilik yapan Orhan Kemal 1932 yılında Adana’ya döner. Adana’da işçilik yaptığı sırada tanıştığı işçilerin etkisiyle okumaya başlar. Bu işçilerin çoğu örgütlü mücadele içindedir. Orhan Kemal ise zamanını çalışarak ve kendi deyimiyle “averelik” yaparak geçirir. 1937 yılında çalıştığı fabrikadaki bir işçi kadınla evleninceye kadar da bu böyle sürer.

Nazım Hikmet’in etkisinde büyük sanatsal atılım

1938 yılında askerlik yaptığı sırada Nazım Hikmet ve Maksim Gorki’nin kitaplarını okuduğu ihbarı üzerine yargılanır ve 5 yıla hüküm giyer. Hapisteyken yazdığı şiirleri takma adlarla dergilere göndermeye başlar. Bunlardan bazıları yayınlanır. Orhan Kemal edebiyattaki asıl atılımını ise bir süre sonra gittiği Bursa Hapishanesi’nde Nazım’la tanıştıktan sonra yapar. Nazım’ın ısrarı üzerine, pek de başarılı olmadığı şiir çalışmasını bırakıp öykü ve roman yazmaya başlar. Nazım, Orhan Kemal’e her açıdan yardımcı olmaya çalışır, eğitimiyle ilgilenir ve onu politikleştirir.

1943 yılında tahliye olan Orhan Kemal, amelelik de dahil, pek çok işte çalışır. Fakat kimliği nedeniyle uzun süre aynı işte çalıştırmazlar. Bu arada yazdığı öyküler dergilerde çıkar, edebiyatta tanınan bir sima haline gelmeye başlar. İlk romanlarını basar. Karısının maaşı, öykü ve romanları için verilen üç kuruşla yoksul bir yaşam sürer, sürekli borçlanarak geçinmek zorunda kalırlar. Bu yüzden bir dostlarının çağrısıyla 1950 yılında İstanbul’a taşınırlar.

Fakat İstanbul’da hayat çok daha zordur. Orhan Kemal de var gücüyle roman ve öykü yazarak aile bütçesine katkı yapmaya çalışır. Kuşkusuz ki bunu yalnızca para kazanmak için değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk bilinciyle yapar. Bu en verimli yıllardaki çalışmasından Murtaza (1952)ve Bereketli Topraklar Üzerinde (1953) ve ardından Grev ve 72. Koğuş’ adlı romanlarını peşpeşe yayınlar. Bu arada romanları ve öyküleri devleti rahatsız etmeye başlamıştır. 1956’da Ara Sokak adlı öykü kitabı nedeniyle, mahkemede, niçin sürekli yoksulların yaşamını işlediği, bu ülkede zenginlerin yaşamını niçin yazmadığı sorulduğunda “Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok” diye cevap verir. 1966’da iki arkadaşıyla beraber bu kez “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yapmak iddiasıyla ceza alır, iki ay hapis yatar. Gösterilen tepkiler sonucunda salıverilirler.

“Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliyoruz”

Bir davet üzerine gittiği Sofya’da 2 Haziran günü rahatsızlanan Orhan Kemal, 3 Haziran 1970 günü hayatını kaybeder. Cenazesi 6 Haziran’da özel bir konvoy eşliğinde Türkiye’ye getirilir.

“Saat 11:30’da cenaze arabası sınırdan içeri girer. Uzun bir araba konvoyu onu izlemektedir. Edirne’den Babaeskiye gelindiğinde, asfaltın dönemecinde bir işçi, arabaya yaklaşır. Elindeki çiçek demetini uzatır. Demetin üzerindeki bantta şunlar yazılıdır: ‘Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliyoruz’” (Asım Bezirci, Orhan Kemal, Evrensel yay., 1994, s.43)

Onun hatırası önünde “saygıyla eğilen” işçi sınıfı, bir hafta kadar sonra 15-16 Haziran Direnişi’ne imza attı.

Orhan Kemal bu topraklarda yetişmiş en verimli toplumcu gerçekçi yazarlardan biridir. 56 yaşında öldüğünde arkasında 27’si roman ve 19’u öykü olmak üzere 51 kitap bıraktı. Pek çok eseri sinemaya ve tiyatroya uyarlandı. Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza, 72. Koğuş, Gurbet Kuşları en çok bilinenleridir.

Eserlerinin temel konusu emekçilerin yaşamı ve mücadelesidir. Limanlarda, fabrikalarda, tarlalarda ter döken fakat hakkını alamayan her kesimden emekçinin yalın portresini çizer roman ve öykülerinde. Bunlar kurmaca ‘tip’ler değil, şurada ya da burada yaşayan insanlardır. Kahramanlarını kendi şiveleri ile konuşturur, onları sosyal ortamla birlikte ortaya koyar ve yerel öğeleri başarıyla eserlerine yedirir. Denilebilir ki bütün tiplerini yaşam labarotuvarından derler. Laboratuvar onun için halktır. “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazar için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek” der. Elbette bunun da bir bedeli vardır. Toplumcu gerçekçi yazar buna da hazır olmalıdır. “Gerçekçi yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır” diyen Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi bilmediğini yazan yazarları eleştirir.

Orhan Kemal işçi ve emekçiler tarafından en çok okunan yazarlarımızdan biridir. Bunu yalın, basit anlatımına borçludur. Bu yalın ve basit anlatım eserlerinin edebi düzeyini düşürmediği gibi, daha canlı bir anlatım kazandırır.



“Yapıtlarımda sosyal sınıflar arasındaki durumun ne olduğunu gösteriyorum...”

“…Toplumcu bir yazarım. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanıyorum. Hikaye, roman, tiyatro oyunlarımın da bu inançtan hız alacağı doğal.

“Çağımızın pek çok toplumları gibi, içinde yaşadığım kendi toplum düzenimizin de insanlarımızı mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez. Ben, hikaye, roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım; yanıtlamaya çalışırım.

“Evet, sosyalist çizgide bir eylemim yok, ama yapıtlarımda sosyal sınıflar arasındaki durumun ne olduğunu gösteriyorum. Ne dediğini bilen bir yazar için, sınıflar dışında bir edebiyat yoktur zaten. Bir toplumda yaşıyorsak, bu topluma bağımlı olmamak olanaksızdır.

“Ben halkımı köylümü, bütün köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım… Belirli bir takım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış insanların, imkana kavuştukları zaman değişip gelişeceklerine, ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum....”

Orhan Kemal



Karanfil sokağı

Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.

Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.

Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.

Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca’nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin
Kar altındadır.

Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda, kar altındadır.

Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.

Hatıp Çay’ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir’de
Karanfil Sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
“Mücip sebebin” bilirim
Ve “kafi delil” ortada...

Karanfil Sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ’da, İncesu’dadır.

A. Arif



Nazım Hikmet’e Ağıt

Abdülvahap El- Bayati
Irak, 1926

1-

Sevdalı Bulut

Sürgünde bir çocuktum ben
Özlem Kuşu can yoldaşım ölüncüye dek
Gençliğim son aşkım
Kuşumdu yoldaşımdı özlem
O ki uzanırdı yurduma gurbetten
Oysa onsuz
Sürgünden sürgüne attığı rüzgarların
Umarsız bir bulut gibiydim ben
Kim çalıyor kapımı kim var dışarda
Uykuyla uyuşuyor gövdem
Al beni götür beni teknem İstanbul’a
Ölmedim yelkenim ölmedim daha
Tepeden tırnağa uyuştu gövdem.

2-

Uyuyan Prens

Ve gizlerdi koca dünya
Yastığı altında uyuyan prensin
Şiirler kelebekler pınarlar
Kutular dolusu şekerler oyuncaklarla
Som altından bir mum başucunda
Eriyordu altın damlalarla
Ve çiçek kokularıyla doluydu oda
Uyuyordu güzelim prens yanakları al al
Kocaman bir gülüşte küçücük bir ağızda
Düşünde İstanbul bir kelebeğe dönüşüyor sonunda
Uçuyor saksılar karanfiller boyunca
Uyanıyor prens konunca uykusuna

3-

Pariste Kış

Kış Paris’te sarılır kürklere karlara
Yüreğimse bir başına kimsesiz
Ağlıyor sessiz sessiz kaldırımlarda
Aydınlandı pencereler ve içler

Ve akşam çöktü sokaklara
Soğuk hırçın sessiz
Gülüm nasıl da yaşlandı Paris
Oysa ben çocukluğumu yaşıyorum hala
Uğraşım gezginlik ve türküler yakmak
Yeryüzünde tüm yalnızların akşamına
Nedense gülüm bu akşam
Orkide satan kızın sesi
Ölümün kokusunu getiriyor bana
Ve sesiyle sanki
Bir çivi bir çivi daha çakıyor tabutuma
Gülüm aydınlık kapısı çocukluğumun
Bir daha geçmeyeceğiz bu köprüyü
Akşam çökmeyecek üstümüze bir daha
Paris öldü gülüm öldü Paris
Elveda yaşayan dostlar elveda.

4-

Sürgünden Dönmek

Yeniden doğmaktır ölüm
Dönüştür kucaklaşmak sarılmaktır sımsıkı
Kumlarla çakıllarla sislerle kayalarla
Işıklar söndü ve unutuldu bir çiçek
Açık duran bir kitapta
Bir bülbül bekledi ormanda
-Nazım geldi! Kim çaldı kapıyı
Sürgünden döndü Nazım bulutlarla kuşlarla
Ve deniz beklerken O’nu
Ağaçlar taşları devirdi coşkuyla
Açın kapıları Nazım geldi Anadolu’ya
Asma kütükleri suluyor
Zeytin fidanları dikiyor tepelere dağlara
Ve teriyle ıslanıyor kirpikleri
Açın kapıları açın Nazım geldi.

Çev.: Turgay Gönenç