26 Nisan '03
Sayı: 16 (106)


  Kızıl Bayrak'tan
  İşçi sınıfının ve ezilen halkların birlik, mücadele ve dayanışma ihtiyacı!
  Yağmacılar işbaşında!
  Bu katliamın, yağmanın ve talanın hesabı sorulacak!
  Irak halkının "güvenliği"ni ABD'nin kiralık katilleri sağlayacak!
  Emperyalistler arasında savaş ganimeti üzerinden derinleşen çatışmalar!
  Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltelim!
  Irak halkı emperyalist işgale boyun eğmeyecek!
  İMF-TÜSİAD programları iptal edilsin!
  TEKEL'in özelleştirilmesi süreci başladı
  KESK 1. Olağan Danışma Kurulu Toplantısı...
  Demokratik hak ve özgürlükler için 1 Mayıs'ta alanlara!
  Atina Zirvesi ve AB emperyalizminin ikiyüzlü Irak politikası
  1 Mayı mücadele geleneğimizde elden ele taşınan kızıl bir bayraktır!
  1 Mayıs çalışmalarından...
  İşçi ve emekçilerden 1 Mayıs çağrısı...
  Emperyalist savaşa ve işgale karşı SÖZ ÜNİVERSİTE'DE!
  Şimdi namlunun ucunda diğer Ortadoğu ve dünya halkları var!
  Hatice Yürekli: Sarsılmaz bir irade ve inanç
  Hatice Yürekli yoldaşa....
  II. BİR-KAR Gençlik Kampı başarıyla gerçekleşti..
  Fransa'da "İşçilerin birliği, halkların kardeşliği" etkinliği
  Basında emperyalist işgal!
  Güney ve devrimci yurtsever görevler
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Demokrasimizi geri istiyoruz

Savaşın ilk günü 19 Mart’ta yaptığı konuşmasında, WestVirginia Senatörü Robert Bryd şöyle dedi: “Bu ülkeye neler oluyor? Biz ne zaman kendi dostlarını satan ve aldatan bir ülke olduk? Biz ne zaman kendi askeri gücüne dayalı doktirinlerini, uluslararası hukuku kenara iterek dünyaya empoze eden bir ülke olduk. Tüm dünya diplomasi kanallarının çalıştırılmasını isterken, biz nasıl olur da diplomatik çabaları hiçe saydık?”

Kimse bu soruları yanıtlamayı düşünmedi, ancak halen Irak’taki Amerikan savaş makinesi yorulmaksızın diğer yönlere doğru savrulmaya çalışırken, Bryd’ün soruları demokrasinin iflasına işaret ediyor.

George W. Bush iktidara geldikten sonra ABD’nin Ortadoğu politikasındaki değişimlere bir göz atalım. 11 Eylül saldırılarından önce, Bush takımı Ariel Şaron’a Batı Şeria ve Gazze’yi dilediği gibi işgal etme, dilediğini tutuklama ve öldürme, dilediği evleri yıkma ve ele geçirme ve dilediği gibi sokağa çıkma yasağını koyma özgürlüğünü tanıdı. 11 Eylül’den sonra ise, Şaron, tüm BM Güvenlik Konseyi’nin ısrarlarına karşın, “terörle savaş” dolmuşuna binip işgal altındaki masum halka karşı tek taraflı zor kullanma politikasına gaz verdi. İsrail savaş suçlarını işlemeye ve insan haklarını ihlale devam etti.

Ekim 2001’de, Bush Afganistan’ı işgal etti. Bununla beraber yoğun, yüksek-irtifa bombalama (esasen anti-terörist savaş taktiği olan bu strateji, sonuçları ve etkileriyle gerçekte kendisi “terörist” bir hareket oluyor) operasyonu başladı ve Aralık ayında ülkeye, başkent Kabil dışında pek de güvenilirliği olmayan bir hükümeti vekaleten monte etti. Afganistan’ın yeniden inşasında ABD’nin herhangi bir katkısı olmadı ve ülke eski durumuna geri döndü.

2002’nin yazından bu yana, Bush hükümeti İngiltere ile beraber, Irak’ın despotik devletine karşı bir propaganda savaşına girdi ve Güvenlik Konseyi’ni ikna edemediği halde savaşa girişti. Kasım’dan bu yana savaş karşıtlığı medyadan tümüyle silindi. Amerikan medyası, Washington’un sağcı düşün kurumlarından devşirme terör uzmanları ve emekli generaller ordusuyla şişti.

Savaşa kim karşı çıktıysa, ölçüyü kaçıran akademisyenler tarafından “Amerika-düşmanı” olarak tanımlandı, web sitelerinde “düşman” adı altında lanse edildi. Savaşa karşı çıkan ünlülerin e-mailleri “hack” edildi, ölüm tehdidi aldılar ve en kötüsü, bu düşünürlerin görüşleri, şimdi ülkenin fikir bekçisi olan medya yorumcuları tarafından sözüm ona “çürütüldü.”

Bir dezenformasyon seli aldı götürdü ülkeyi. Saddam, sadece bir şeytana benzetilmekle kalmayıp, bilinen tüm suçların da sorumlusu tutuldu. Bunların bir kısmı elbette doğruydu, ancak ABD’nin ve Avrupa’nın Saddam’ın yükselişinde ve bugünkü konumuna ulaşmasındaki vazgeçilmez rolünden söz eden olmadı. Şu gerçek ki, ‘80’lerin başında Donald Rumsfeld Saddam’ı Bağdat’ta ziyaret ederek ona, İran’a açtığı savaşta ABD’nin desteğini götürmüştü. Amerikan şirketleri Saddam’a nükleer, kimyasal ve biyolojik maddeleri kitle imha silahlarının yapımında kullanılmak üzere satmıştı. Şimdi bu gerçeklerin hepsi kamuoyunun belleğinden “traş”lanmaya çalışılıyor.

Bütün bunların hepsi hükümet ve medya tarafından Irak’ın yerlebir edilmesine haklı gerekçeler üretmek için kasıtlı olarak gözardı ediliyor. Ya kanıtsızca ya da çarpıtılmış bilgilerle, Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunların ABD’yi direkt tehdit ettiği gündemi oluşturuldu. ABD ve İngiltere’nin Irak işgalinin ürkütücü sonuçları gün ışığına henüz çıkmaya başladı: Ülkenin modern altyapısının hesaplı bir şekilde yıkımı, dünyanın en eski uygarlığının yağmalanması, çok çeşitli sürgün liderlerinin Irak’ın başına “yamanması”, Amerikan şirketlerinin büyük projeleri daha savaş bitmeden paylaşması (Bechtel bunlardan biri), ülkenin petrolünün kontrolü ve Irak’ın kaderine el konması. Ahmet Çelebi’nin İsrail ile bir barış antlaşması imzalayacağı sölendi, bence pek de Iraklılar’ın itibar edeceği bir fikir değil.

Tüm bunlar bir demokrasinin çöküşüdür -Irak’ın değil ABD’ninki... Amerikan halkının yüzde yetmişinin bu komediyi desteklediği öne sürüldü. İyi de, savaşın tam ortasında 465 Amerikalı’ya “savaşan askerlerin arkasında mısınız?” diye sormaktan daha saptırıcı ne olabilir? Senatör Byrd’ün de dediği gibi: “Bir acele, bir risk ortamı yaratıldı ve birçok soru yanıtsız bırakıldı... Senato Salonu sanki bir tabut örtüsüyle örtüldü. Tüm Amerikalılar’ın kafalarını meşgul eden bu önemli konuda biz Senatörlerin ciddi tartışmalar yapma mecburiyetimiz vardır, bu ülkenin çocukları cephede savaşırken bile...”

Ben bu gereksiz ve istenmeyen savaşın, organize edildiğine inanıyorum. Bozuk ve ahlaksız entelektüel ortamlarında Wolfowitz, Perle, Abrams ve Feith gibi şahinleri besleyen, Washington’daki sağcı kurumlar da buna dahil. Bu kurumlarda yapılan dış politika çalışmaları, herhangi bir mesleki denetlemeye tabi tutulmadan, kendi yasadışı politikalarını meşrulaştırmak için kılıf arayan bir hükümet tarafından benimseniyor. Askeri-stratejik emrivakiler, ne Amerikan halkı ne de onların temsilcileri tarafından oylandı. Halliburton ve Boeing tarafından hükümete verilen tatlı sözlere, Amerikan halkı ne kadar istese de karşı koyamaz. Dünya tarihinin gördüğü en güçlü ordunun askeri stratejilerinin belirlenmesi, ideolojik baskı gruplarına (örneğin; köktendinci Hıristiyan tarikatları), bir takım tüzel vakıf ve lobilere (AIPAC, Amerikan İsrail İlişkiler Komitesi) bırakılıyor. Talan, çapulculuk v işgali maskelemek için kullanılan demokrasi ve özgürlük gibi kavramların içinin boşaltılması devasa bir suçtur. ABD’nin Arap dünyasıyla ilgili stratejisi artık İsrail’inkiyle aynı. Suriye’yle birlikte Irak, sadece İsrail için bir “tehdit” oluşturuyordu ve o nedenle “yokedilmesi” gerekmekteydi.

Hem bir kere, sana sorulmadan bir ülkeyi “özgürleştirmek” ve “demokratikleştirmek” ne demek? Ve bu süreçte sen o ülkeyi işgal edeceksin ama hukuk ve düzeni sağlamayacaksın. Önce 13 yıl boyunca ambargo uygulayacak ve “özgürleştireceğim” diye bombalayacaksın, sonra da Irak halkının seni kucaklayacağını düşüneceksin. Bu stratejik bir dönekliktir.

Amerika’nın cömertliğine dair akıldışı bir mantık medyanın tüm kılcal damarlarına kadar sızdı. Irak Ulusal Müzesi’ni tek başına ayakta tutan 70 yaşındaki müdüre hakkında yazdığı makalesinde, Dexter Filkins’in El-Kedari’yi Saddam yönetimi altında yaşadığı hayatı tercih ettiği yargısıyla üstü örtülü yermesi ve El-Kedari’nin evini yerle bir eden Amerikan bombardımanına karşı öfkesini “Londra Üniversitesi’nden eğitimli birinden böylesi öfke” diye alaya alması bu medya kirliliğine bir örnektir.

Kendileri bulunamayan kitle imha silahlarına ek olarak, karşılaşacağımız söylenen fakat gerçeğe dönüşmeyen “Stalingrad” efsaneleri, hiç ortaya çıkmayan siperleri gözönüne aldığımda, Saddam’ın ailesi ve parasıyla Irak’ı vermek karşılığında danışıklı dövüşlü olarak Rusya’ya kaçırıldığı ortaya çıkarsa hiç şaşırmam. ABD Irak’ın güneyinde sıkışınca, Bush Bağdat’ta aynısıyla karşılaşmayı göze alamadı. 6 Nisan’da, Bağdat’tan ayrılan Rus konvoyu bombalandı, Condoleeza Rice 7 Nisan’da Rusya’daydı ve Bağdat 9 Nisan’da düştü.

Sonuç: Hayati derecede önemli konularda Amerikan anayasası ihlal edildi ve seçmene yalan söylendi. Amerikan halkı kandırıldı. Iraklılar ise korkunç acılar çekiyor ve Bush adeta bir kovboy gibi ortalarda caka satıyor. Biz, demokrasimizi geri istiyoruz.

Edward Said (The Observers)
İngilizce’den çeviren: Erdem Peköz



Bilgi çağı, yeni barbarlık

Uzun süre direndikten sonra artık kabul etmek zorundayım: Evet, bir Bilgi Çağı’na girdik. Ama bu yeni bir aydınlanmaya değil, bir yeni barbarlığa açılıyor.

Bilgi ve iktidar

“Yeni Ekonomi”, “Teknolojik Devrim” konularını tartışırken, teknolojinin toplumu, iktidar ilişkilerini vb. değiştirmek için değil sürdürmek için üretildiğini, seçildiğini ve finanse edildiğini savunmuş, teknoloji nötrdür saptamalarına karşı çıkmıştım. Ama bu karşı çıkışımda bile evrimci bir iyimserliğin gizli olduğunun ayırdına vardım, II. Irak Savaşı’nı izlerken. Durum çok daha vahim aslında.

Teknolojinin, özellikle de dijital, bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin gerçek karakterini, işlevini görebilmek için bu evrimci perspektifin de ötesine geçip Foucauld’un yaptığı katkılardan da faydalanmak gerekiyormuş: İzle/denetle, disiplin altına al ve cezalandır! Bugün teknolojik gelişme giderek bu üçlüye göre işliyor; demokrasiye, insan yaşamına ve insanlığın ortak mirasına duyarsızlığa yol açan bir barbarlığa yol açıyor.

Teknoloji ve savaş

Financial Times’da Richard Tomkins’in vurguladığı gibi, teknolojik gelişmeye bir sınır getiren kâr/zarar hesapları savaşla birlikte ortadan kalkıyor. Bu yüzden en kötü koşullarda bile en hızlı teknolojik gelişmeyi üretmeye devam eden tek sektör silah sanayii (16/04). Gerçekten de radar, jet motoru, roket, nükleer enerji, II. Dünya Savaşı sırasında, uzay yarışı, casus uydular Soğuk Savaş sırasında üretildiler. Internet, Pentagon’un haberleşme gereksiniminden kaynaklanmadı mı? Bugünkü uydu TV kanalları, casus uyduların çocukları değil mi? Masa üstü bilgisayar belki özel girişimcinin buluşu ama, en hızlı, en kapasiteli mikro yongalar (chip) yine önce askeri teknoloji tarafından kullanılmıyor mu? Örneğin akıllı bombalarda, “ağa bağlı” ordular oluşmasında... Ve giderek özel yaşama burnunu sokan bilgi işlem sistemleri... Herkesin fişlenmesi, sokakları kapalı devre TV kameralarıyla izlenmesi, bu kameraların otomobil plakasından insan yüzünü okumaya kadar uzanan özellikleri, ses tanımaya, ona göre izlemeye başlayan dinleme sistemleri... Daha büyük çaplı olarak dev kulak (Echalon), FBI’ın tüm elektronik postaları hızla okuyabilen Carnivour programı, Foucauld’un anlattığı Panoptikon’a (tüm mahkûmların, onlar farkında olmadan sürekli izlenmesine olanak veren tutukevi tasarım) benzemiyor mu? II. Irak Savaşı’nda, gece görme sistemleri, casus uydular, tüm kentleri gündüz gibi aydınlatan paraşütlü ışıldaklar ülkeyi bir Panoptikon’a çevirmedi mi?

Denetle, cezalandır

Orwell’in 1984 adlı romanında, evlerdeki TV ekranları iki yönlü işler. Siz tanımadığınız düşmanlara karşı hiç “bitmeyen” bir savaşı izlerken, birileri de sizi ve tepkilerinizi izler. Bugün çok daha etkin bir sistem var, bizi kafamızın içinden denetleyen: Medya tekelleri, bilgiyi bize ulaşmadan önce, algılamamızı, kimi olasılıkları, dışarıda bırakacak bir biçimde şekillendirmiyor mu? Irak Savaşı boyunca, gazeteciler ordunun, emekli generaller de medyanın yatağına girmedi mi? Önce bize Irak-El Kaide ilişkisi anlatıldı, sonra kitle imha silahları var denildi, bu da bulunmadı. Sonra, Irak halkını kurtarmaya gidiyoruz, dendi. Ama şimdi halk sokaklarda, “Ne Saddam ne ABD”, “ABD go home”, pankartlarıyla gösteriler yapıyor... Müslüman-ulusalcı bir direnişe hazırlanıyor.

“Uluslararası terörizme karşı” düşmanı, hatta amacı belirsiz, ucu açık teknolojik bir savaş süreci yaşamıyor muyuz? Bu savaşta ABD dünyaya benden olmayanı cezalandırırım dedi ve cezalandırmadı mı? Şimdi gazeteler ABD-İngiltere ekseninin Fransa’yı cezalandırmaya karar verdiğinden söz etmiyor mu?

Tüm bunlar ve sayısı asla bilinmeyen, belki de bilinemeyecek sivil kayıplar, barbarlığın boyutlarını göstermiyorsa, petrol kuyuları özenle korunurken, Bağdat müzesinin “uzmanlarca” yağmalanmasını, Petrol ve İçişleri Bakanlığı dışında tüm bakanlıkların, Osmanlı, Irak Kraliyet ve Kuran Kütüphanelerinin yakılmasını, bir halkın tarihinin silinmeye çalışılmasını, tüm insanlığın mirasının imha edilmesini düşünün. Bir de “Bu zavallılarda hiçbir şey yokmuş, kilometrelerce gittik ne bir McDonald ne alışveriş merkezi...” diyen ABD askerlerinin sözlerini...

Ergin Yıldızoğlu
(Cumhuriyet, 23 Nisan ‘03)



Güzel İstanbul’un zalim yüzü…

2002 yılı için 180 milyar dolarlık milli gelirin 144 milyar doları 15 milyon haneye girerken, İstanbul’daki 2 milyon hane, gelirin yaklaşık yüzde 28’ini oluşturan 40 milyar dolar aldı. Ancak, bu 40 milyar doların da yüzde 30’unu İstanbul’un ve Türkiye’nin en varlıklı 20 bin ailesi aldı.

DİE’nin 1994 bölüşüm kalıplarını esas alarak, 2002 milli gelir gerçekleşmeleri üstünden yaptığımız hesaplamalara göre, İstanbul’un süper zenginlerini oluşturan 20 bin aile, 2002’de gelir pastasından 12 milyar dolar gelir sağlarken, bu, toplam Türkiye gelir pastasının 12’de birini oluşturdu. Başka bir ifadeyle, Türkiye’de 15 milyon ailenin her 12 saatte ürettiği mal ve hizmetin 1 saatlik kısmı en varlıklı 20 bin aileye gitti.

20 bin süper zenginin malikanesine giren gelir, İstanbul’un yüzde 78’ini oluşturan 1 milyon 560 bin aileye giren gelirin düzeyinde.

İstanbul’un en varlıklı yüzde 1’lik aile grubunun aylık geliri 50 bin doları bulurken en yoksul yüzde 1’lik İstanbul ailesinin aylık geliri 150 dolarda kaldı. Böylece iki kutup arasındaki gelir farkı 332 kat oldu.

İstanbul’daki 2 milyon haneye 2002’de giren 40 milyar dolar, İstanbul’daki gelir grupları arasında şöyle paylaşıldı:

Süper zengin Grup: Aylık geliri 2002’de 50 bin doları bulan bu yüzde 1’lik varlıklı grup toplam 20 bin aileden oluşuyor ve İstanbul gelirinin yüzde 30’unu oluşturan 12 milyar doları kullandı. Bu grubun en yakınındaki ikinci zengin 20 bin aile ile bile arasındaki gelir farkı 1’e 6 oranında.

Yüksek Gelir grubu: Bu grup, 120 bin aileden oluşuyor ve 2002’de 40 milyarlık gelirden 7 milyar dolar dolayında pay aldı. Bu gruptakilerin aylık hane geliri yaklaşık 5 bin dolar olarak gerçekleşti. Bu gruptakilerle süper zenginler arasındaki gelir farkı 1’e 10.

Üst orta gelir grubu: İstanbul’daki ailelerin yüzde 17’sini oluşturan 340 bin aileyi kapsıyor ve 2002’de 40 milyar dolarlık pastadan yaklaşık 8.5 milyar dolar pay aldılar. Bu gruptaki hanelere ayda 2 bin 100 dolar dolayında gelir girdi.

Alt-orta gelir grubu: Bu gruptakiler, 2 milyon haneli İstanbul’da yüzde 51 çoğunluktalar ve 2002’de 40 milyar dolarlık pastadan 10.5 milyar dolar kadar pay aldılar. Bu grubun 2002’de evlerine ayda ortalama 860 dolar girdi.

Düşük gelir grubu: İstanbul’daki 2 milyon hanenin dörtte birini oluşturuyorlar ve 2002’de 40 milyar dolarlık pastadan yaklaşık 2,5 milyar dolar elde ettiler. Bu gruptakilerin 2002’de ailelerine ortalama 415 dolar girerken, en alttaki yüzde 1’lik grubun geliri 150 dolarda kaldı.

En varlıklılar ve Anadolu

İstanbul’un 20 bin hanelik azınlığının geliri, Anadolu kentlerinin, hatta bölgelerinin gelir pastasından aldığı payın bile çok üstünde. Örneğin, İstanbul’un 20 bin hanelik azınlığının 12 milyar dolarlık geliri, Türkiye’nin sanayi kentlerinden İzmir, Adana ve Bursa’daki tüm hanelere giren gelirin de üstünde gerçekleşti. Bu üç kentteki hane sayısı 1 milyon 80 bin. Yani İstanbul’un en varlıklı 20 bin aile grubundan sadece birinin evine giren aylık 50 bin dolarlık gelir, bu üç büyük kentin 57 hanesine giren gelir tutarında.

İstanbul’un yüzde 2’sini oluşturan 40 bin ailenin geliri, Türkiye’nin en büyük diğer iki metopolü İzmir ve Ankara’daki 1 milyon 270 bin aileye giren geliri aşıyor.

İstanbul’daki en varlıklı 80 bin aileye giren gelir, sayıları 1 milyon 920 bini bulan Karadeniz bölgesindeki toplam ailelere giren gelirin üstünde gerçekleşti..

Ailelerin yüzde 78’ine en fazla 820 milyon TL giriyor...

2002 yılı milli geliri yaklaşık 180 milyar dolar olarak açıklandı. Türkiye’de üretilen gelirin yüzde 80’i, kullanılabilir gelir olarak hanelere giriyor ve bölüşümü “gelir dağılımı” tablosunu oluşturuyor. 1994 bölüşüm kalıplarını kullanarak hesapladığımız 2002’nin bölüşüm verileri şu gerçekleri yeniden ortaya koyuyor.

2002’de 15 milyon haneye 144 milyar dolar girdi.

En varlıklı yüzde 1’lik haneye ayda 13 bin 280 dolar girerken en yoksul yüzde 1’lik aileye ayda 56 dolar girdi. Böylece iki kutup arasındaki fark 237 kata ulaştı.

Yüzde 1’lik gelir gruplarına göre gelirin bölüşümü, 5 toplumsal gelir grubu olduğunu ve bunların bölüşümden aldıkları paylarla şöyle bir görünüm sergilediklerini ortaya koyuyor:

Süper zengin grup: 15 milyon ailenin 150 bin ailesini oluşturan en üstteki bu yüzde 1’lik grup, 2002’de gelirden yaklaşık 24 milyar dolar (yüzde 16.6) aldı. Böylece en varlıklı yüzde 1’i oluşturan 150 bin ailenin yıllık geliri yaklaşık 160 bin dolar, ayda da 13 bin 300 dolar olarak gerçekleşti. Bu ayrıcalıklı 150 bin ailenin geliri, Türkiye’deki 6 milyon 750 bin ailenin (yüzde 45) hane gelirine denk.

Yüksek Gelir grubu: Süper zenginleri izleyen ve “yüksek gelirliler” diye tanımlanabilecek yüzde 5’lik nüfus, 144 milyar dolardan 23.1 milyar dolar pay aldı. Bu gruptaki ailelerin de yılda hanelerine 30 bin dolar, ya da ayda 2500 dolar girdi.

Böylece süper zenginleri ve yüksek gelirli aileleri oluşturan 900 bin aile (toplamın yüzde 6’sı) gelirin yaklaşık üçte birine, yani 47 milyar dolara el koydu.

Üst orta gelir grubu: Bu grubun nüfustaki payı yüzde 16 olmasına karşılık gelirdeki payı yüzde 25.6. Bu kategorideki ailelerin ayda hanelerine 1280 dolar girdi.

Alt-orta gelir grubu: Bu grubun da nüfustaki payı yüzde 32.5 ya da 4.9 milyon aile. Bu gruptaki ailelerin aylık geliri 2002’de 542 dolar oldu.

En alttakiler: Bu kesim 15 milyon ailenin 4.5 milyonunu oluşturuyor ve 2002’de gelirden yüzde 9.2 pay alabildi, aylık geliri 245 dolarda kaldı.

Böylece, Türkiye’nin 2002’ye ait gelir bölüşümü bulguları, ailelerin yüzde 30’unun hanesine en fazla 245 dolar (370 milyon TL) girdiğini ortaya koydu. Ayda en fazla 542 dolar ya da 820 milyon TL hane geliri olan aileler ise toplamın yüzde 78’ini oluşturuyor.

Mustafa Sönmez
(Ekohaber.net sitesinden alınmıştır...)