Demokrasimizi geri istiyoruz
Savaşın ilk günü 19 Martta yaptığı konuşmasında, WestVirginia Senatörü Robert Bryd şöyle dedi: Bu ülkeye neler oluyor? Biz ne zaman kendi dostlarını satan ve aldatan bir ülke olduk? Biz ne zaman kendi askeri gücüne dayalı doktirinlerini, uluslararası hukuku kenara iterek dünyaya empoze eden bir ülke olduk. Tüm dünya diplomasi kanallarının çalıştırılmasını isterken, biz nasıl olur da diplomatik çabaları hiçe saydık?
Kimse bu soruları yanıtlamayı düşünmedi, ancak halen Iraktaki Amerikan savaş makinesi yorulmaksızın diğer yönlere doğru savrulmaya çalışırken, Brydün soruları demokrasinin iflasına işaret ediyor.
George W. Bush iktidara geldikten sonra ABDnin Ortadoğu politikasındaki değişimlere bir göz atalım. 11 Eylül saldırılarından önce, Bush takımı Ariel Şarona Batı Şeria ve Gazzeyi dilediği gibi işgal etme, dilediğini tutuklama ve öldürme, dilediği evleri yıkma ve ele geçirme ve dilediği gibi sokağa çıkma yasağını koyma özgürlüğünü tanıdı. 11 Eylülden sonra ise, Şaron, tüm BM Güvenlik Konseyinin ısrarlarına karşın, terörle savaş dolmuşuna binip işgal altındaki masum halka karşı tek taraflı zor kullanma politikasına gaz verdi. İsrail savaş suçlarını işlemeye ve insan haklarını ihlale devam etti.
Ekim 2001de, Bush Afganistanı işgal etti. Bununla beraber yoğun, yüksek-irtifa bombalama (esasen anti-terörist savaş taktiği olan bu strateji, sonuçları ve etkileriyle gerçekte kendisi terörist bir hareket oluyor) operasyonu başladı ve Aralık ayında ülkeye, başkent Kabil dışında pek de güvenilirliği olmayan bir hükümeti vekaleten monte etti. Afganistanın yeniden inşasında ABDnin herhangi bir katkısı olmadı ve ülke eski durumuna geri döndü.
2002nin yazından bu yana, Bush hükümeti İngiltere ile beraber, Irakın despotik devletine karşı bir propaganda savaşına girdi ve Güvenlik Konseyini ikna edemediği halde savaşa girişti. Kasımdan bu yana savaş karşıtlığı medyadan tümüyle silindi. Amerikan medyası, Washingtonun sağcı düşün kurumlarından devşirme terör uzmanları ve emekli generaller ordusuyla şişti.
Savaşa kim karşı çıktıysa, ölçüyü kaçıran akademisyenler tarafından Amerika-düşmanı olarak tanımlandı, web sitelerinde düşman adı altında lanse edildi. Savaşa karşı çıkan ünlülerin e-mailleri hack edildi, ölüm tehdidi aldılar ve en kötüsü, bu düşünürlerin görüşleri, şimdi ülkenin fikir bekçisi olan medya yorumcuları tarafından sözüm ona çürütüldü.
Bir dezenformasyon seli aldı götürdü ülkeyi. Saddam, sadece bir şeytana benzetilmekle kalmayıp, bilinen tüm suçların da sorumlusu tutuldu. Bunların bir kısmı elbette doğruydu, ancak ABDnin ve Avrupanın Saddamın yükselişinde ve bugünkü konumuna ulaşmasındaki vazgeçilmez rolünden söz eden olmadı. Şu gerçek ki, 80lerin başında Donald Rumsfeld Saddamı Bağdatta ziyaret ederek ona, İrana açtığı savaşta ABDnin desteğini götürmüştü. Amerikan şirketleri Saddama nükleer, kimyasal ve biyolojik maddeleri kitle imha silahlarının yapımında kullanılmak üzere satmıştı. Şimdi bu gerçeklerin hepsi kamuoyunun belleğinden traşlanmaya çalışılıyor.
Bütün bunların hepsi hükümet ve medya tarafından Irakın yerlebir edilmesine haklı gerekçeler üretmek için kasıtlı olarak gözardı ediliyor. Ya kanıtsızca ya da çarpıtılmış bilgilerle, Saddamın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunların ABDyi direkt tehdit ettiği gündemi oluşturuldu. ABD ve İngilterenin Irak işgalinin ürkütücü sonuçları gün ışığına henüz çıkmaya başladı: Ülkenin modern altyapısının hesaplı bir şekilde yıkımı, dünyanın en eski uygarlığının yağmalanması, çok çeşitli sürgün liderlerinin Irakın başına yamanması, Amerikan şirketlerinin büyük projeleri daha savaş bitmeden paylaşması (Bechtel bunlardan biri), ülkenin petrolünün kontrolü ve Irakın kaderine el konması. Ahmet Çelebinin İsrail ile bir barış antlaşması imzalayacağı sölendi, bence pek de Iraklıların itibar edeceği bir fikir değil.
Tüm bunlar bir demokrasinin çöküşüdür -Irakın değil ABDninki... Amerikan halkının yüzde yetmişinin bu komediyi desteklediği öne sürüldü. İyi de, savaşın tam ortasında 465 Amerikalıya savaşan askerlerin arkasında mısınız? diye sormaktan daha saptırıcı ne olabilir? Senatör Byrdün de dediği gibi: Bir acele, bir risk ortamı yaratıldı ve birçok soru yanıtsız bırakıldı... Senato Salonu sanki bir tabut örtüsüyle örtüldü. Tüm Amerikalıların kafalarını meşgul eden bu önemli konuda biz Senatörlerin ciddi tartışmalar yapma mecburiyetimiz vardır, bu ülkenin çocukları cephede savaşırken bile...
Ben bu gereksiz ve istenmeyen savaşın, organize edildiğine inanıyorum. Bozuk ve ahlaksız entelektüel ortamlarında Wolfowitz, Perle, Abrams ve Feith gibi şahinleri besleyen, Washingtondaki sağcı kurumlar da buna dahil. Bu kurumlarda yapılan dış politika çalışmaları, herhangi bir mesleki denetlemeye tabi tutulmadan, kendi yasadışı politikalarını meşrulaştırmak için kılıf arayan bir hükümet tarafından benimseniyor. Askeri-stratejik emrivakiler, ne Amerikan halkı ne de onların temsilcileri tarafından oylandı. Halliburton ve Boeing tarafından hükümete verilen tatlı sözlere, Amerikan halkı ne kadar istese de karşı koyamaz. Dünya tarihinin gördüğü en güçlü ordunun askeri stratejilerinin belirlenmesi, ideolojik baskı gruplarına (örneğin; köktendinci Hıristiyan tarikatları), bir takım tüzel vakıf ve lobilere (AIPAC, Amerikan İsrail İlişkiler Komitesi) bırakılıyor. Talan, çapulculuk v işgali maskelemek için kullanılan demokrasi ve özgürlük gibi kavramların içinin boşaltılması devasa bir suçtur. ABDnin Arap dünyasıyla ilgili stratejisi artık İsrailinkiyle aynı. Suriyeyle birlikte Irak, sadece İsrail için bir tehdit oluşturuyordu ve o nedenle yokedilmesi gerekmekteydi.
Hem bir kere, sana sorulmadan bir ülkeyi özgürleştirmek ve demokratikleştirmek ne demek? Ve bu süreçte sen o ülkeyi işgal edeceksin ama hukuk ve düzeni sağlamayacaksın. Önce 13 yıl boyunca ambargo uygulayacak ve özgürleştireceğim diye bombalayacaksın, sonra da Irak halkının seni kucaklayacağını düşüneceksin. Bu stratejik bir dönekliktir.
Amerikanın cömertliğine dair akıldışı bir mantık medyanın tüm kılcal damarlarına kadar sızdı. Irak Ulusal Müzesini tek başına ayakta tutan 70 yaşındaki müdüre hakkında yazdığı makalesinde, Dexter Filkinsin El-Kedariyi Saddam yönetimi altında yaşadığı hayatı tercih ettiği yargısıyla üstü örtülü yermesi ve El-Kedarinin evini yerle bir eden Amerikan bombardımanına karşı öfkesini Londra Üniversitesinden eğitimli birinden böylesi öfke diye alaya alması bu medya kirliliğine bir örnektir.
Kendileri bulunamayan kitle imha silahlarına ek olarak, karşılaşacağımız söylenen fakat gerçeğe dönüşmeyen Stalingrad efsaneleri, hiç ortaya çıkmayan siperleri gözönüne aldığımda, Saddamın ailesi ve parasıyla Irakı vermek karşılığında danışıklı dövüşlü olarak Rusyaya kaçırıldığı ortaya çıkarsa hiç şaşırmam. ABD Irakın güneyinde sıkışınca, Bush Bağdatta aynısıyla karşılaşmayı göze alamadı. 6 Nisanda, Bağdattan ayrılan Rus konvoyu bombalandı, Condoleeza Rice 7 Nisanda Rusyadaydı ve Bağdat 9 Nisanda düştü.
Sonuç: Hayati derecede önemli konularda Amerikan anayasası ihlal edildi ve seçmene yalan söylendi. Amerikan halkı kandırıldı. Iraklılar ise korkunç acılar çekiyor ve Bush adeta bir kovboy gibi ortalarda caka satıyor. Biz, demokrasimizi geri istiyoruz.
Edward Said (The Observers)
İngilizceden çeviren: Erdem Peköz
Bilgi çağı, yeni barbarlık
Uzun süre direndikten sonra artık kabul etmek zorundayım: Evet, bir Bilgi Çağına girdik. Ama bu yeni bir aydınlanmaya değil, bir yeni barbarlığa açılıyor.
Bilgi ve iktidar
Yeni Ekonomi, Teknolojik Devrim konularını tartışırken, teknolojinin toplumu, iktidar ilişkilerini vb. değiştirmek için değil sürdürmek için üretildiğini, seçildiğini ve finanse edildiğini savunmuş, teknoloji nötrdür saptamalarına karşı çıkmıştım. Ama bu karşı çıkışımda bile evrimci bir iyimserliğin gizli olduğunun ayırdına vardım, II. Irak Savaşını izlerken. Durum çok daha vahim aslında.
Teknolojinin, özellikle de dijital, bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin gerçek karakterini, işlevini görebilmek için bu evrimci perspektifin de ötesine geçip Foucauldun yaptığı katkılardan da faydalanmak gerekiyormuş: İzle/denetle, disiplin altına al ve cezalandır! Bugün teknolojik gelişme giderek bu üçlüye göre işliyor; demokrasiye, insan yaşamına ve insanlığın ortak mirasına duyarsızlığa yol açan bir barbarlığa yol açıyor.
Teknoloji ve savaş
Financial Timesda Richard Tomkinsin vurguladığı gibi, teknolojik gelişmeye bir sınır getiren kâr/zarar hesapları savaşla birlikte ortadan kalkıyor. Bu yüzden en kötü koşullarda bile en hızlı teknolojik gelişmeyi üretmeye devam eden tek sektör silah sanayii (16/04). Gerçekten de radar, jet motoru, roket, nükleer enerji, II. Dünya Savaşı sırasında, uzay yarışı, casus uydular Soğuk Savaş sırasında üretildiler. Internet, Pentagonun haberleşme gereksiniminden kaynaklanmadı mı? Bugünkü uydu TV kanalları, casus uyduların çocukları değil mi? Masa üstü bilgisayar belki özel girişimcinin buluşu ama, en hızlı, en kapasiteli mikro yongalar (chip) yine önce askeri teknoloji tarafından kullanılmıyor mu? Örneğin akıllı bombalarda, ağa bağlı ordular oluşmasında... Ve giderek özel yaşama burnunu sokan bilgi işlem sistemleri... Herkesin fişlenmesi, sokakları kapalı devre TV kameralarıyla izlenmesi, bu kameraların otomobil plakasından insan yüzünü okumaya kadar uzanan özellikleri, ses tanımaya, ona göre izlemeye başlayan dinleme sistemleri... Daha büyük çaplı olarak dev kulak (Echalon), FBIın tüm elektronik postaları hızla okuyabilen Carnivour programı, Foucauldun anlattığı Panoptikona (tüm mahkûmların, onlar farkında olmadan sürekli izlenmesine olanak veren tutukevi tasarım) benzemiyor mu? II. Irak Savaşında, gece görme sistemleri, casus uydular, tüm kentleri gündüz gibi aydınlatan paraşütlü ışıldaklar ülkeyi bir Panoptikona çevirmedi mi?
Denetle, cezalandır
Orwellin 1984 adlı romanında, evlerdeki TV ekranları iki yönlü işler. Siz tanımadığınız düşmanlara karşı hiç bitmeyen bir savaşı izlerken, birileri de sizi ve tepkilerinizi izler. Bugün çok daha etkin bir sistem var, bizi kafamızın içinden denetleyen: Medya tekelleri, bilgiyi bize ulaşmadan önce, algılamamızı, kimi olasılıkları, dışarıda bırakacak bir biçimde şekillendirmiyor mu? Irak Savaşı boyunca, gazeteciler ordunun, emekli generaller de medyanın yatağına girmedi mi? Önce bize Irak-El Kaide ilişkisi anlatıldı, sonra kitle imha silahları var denildi, bu da bulunmadı. Sonra, Irak halkını kurtarmaya gidiyoruz, dendi. Ama şimdi halk sokaklarda, Ne Saddam ne ABD, ABD go home, pankartlarıyla gösteriler yapıyor... Müslüman-ulusalcı bir direnişe hazırlanıyor.
Uluslararası terörizme karşı düşmanı, hatta amacı belirsiz, ucu açık teknolojik bir savaş süreci yaşamıyor muyuz? Bu savaşta ABD dünyaya benden olmayanı cezalandırırım dedi ve cezalandırmadı mı? Şimdi gazeteler ABD-İngiltere ekseninin Fransayı cezalandırmaya karar verdiğinden söz etmiyor mu?
Tüm bunlar ve sayısı asla bilinmeyen, belki de bilinemeyecek sivil kayıplar, barbarlığın boyutlarını göstermiyorsa, petrol kuyuları özenle korunurken, Bağdat müzesinin uzmanlarca yağmalanmasını, Petrol ve İçişleri Bakanlığı dışında tüm bakanlıkların, Osmanlı, Irak Kraliyet ve Kuran Kütüphanelerinin yakılmasını, bir halkın tarihinin silinmeye çalışılmasını, tüm insanlığın mirasının imha edilmesini düşünün. Bir de Bu zavallılarda hiçbir şey yokmuş, kilometrelerce gittik ne bir McDonald ne alışveriş merkezi... diyen ABD askerlerinin sözlerini...
Ergin Yıldızoğlu
(Cumhuriyet, 23 Nisan 03)
Güzel İstanbulun zalim yüzü
2002 yılı için 180 milyar dolarlık milli gelirin 144 milyar doları 15 milyon haneye girerken, İstanbuldaki 2 milyon hane, gelirin yaklaşık yüzde 28ini oluşturan 40 milyar dolar aldı. Ancak, bu 40 milyar doların da yüzde 30unu İstanbulun ve Türkiyenin en varlıklı 20 bin ailesi aldı.
DİEnin 1994 bölüşüm kalıplarını esas alarak, 2002 milli gelir gerçekleşmeleri üstünden yaptığımız hesaplamalara göre, İstanbulun süper zenginlerini oluşturan 20 bin aile, 2002de gelir pastasından 12 milyar dolar gelir sağlarken, bu, toplam Türkiye gelir pastasının 12de birini oluşturdu. Başka bir ifadeyle, Türkiyede 15 milyon ailenin her 12 saatte ürettiği mal ve hizmetin 1 saatlik kısmı en varlıklı 20 bin aileye gitti.
20 bin süper zenginin malikanesine giren gelir, İstanbulun yüzde 78ini oluşturan 1 milyon 560 bin aileye giren gelirin düzeyinde.
İstanbulun en varlıklı yüzde 1lik aile grubunun aylık geliri 50 bin doları bulurken en yoksul yüzde 1lik İstanbul ailesinin aylık geliri 150 dolarda kaldı. Böylece iki kutup arasındaki gelir farkı 332 kat oldu.
İstanbuldaki 2 milyon haneye 2002de giren 40 milyar dolar, İstanbuldaki gelir grupları arasında şöyle paylaşıldı:
Süper zengin Grup: Aylık geliri 2002de 50 bin doları bulan bu yüzde 1lik varlıklı grup toplam 20 bin aileden oluşuyor ve İstanbul gelirinin yüzde 30unu oluşturan 12 milyar doları kullandı. Bu grubun en yakınındaki ikinci zengin 20 bin aile ile bile arasındaki gelir farkı 1e 6 oranında.
Yüksek Gelir grubu: Bu grup, 120 bin aileden oluşuyor ve 2002de 40 milyarlık gelirden 7 milyar dolar dolayında pay aldı. Bu gruptakilerin aylık hane geliri yaklaşık 5 bin dolar olarak gerçekleşti. Bu gruptakilerle süper zenginler arasındaki gelir farkı 1e 10.
Üst orta gelir grubu: İstanbuldaki ailelerin yüzde 17sini oluşturan 340 bin aileyi kapsıyor ve 2002de 40 milyar dolarlık pastadan yaklaşık 8.5 milyar dolar pay aldılar. Bu gruptaki hanelere ayda 2 bin 100 dolar dolayında gelir girdi.
Alt-orta gelir grubu: Bu gruptakiler, 2 milyon haneli İstanbulda yüzde 51 çoğunluktalar ve 2002de 40 milyar dolarlık pastadan 10.5 milyar dolar kadar pay aldılar. Bu grubun 2002de evlerine ayda ortalama 860 dolar girdi.
Düşük gelir grubu: İstanbuldaki 2 milyon hanenin dörtte birini oluşturuyorlar ve 2002de 40 milyar dolarlık pastadan yaklaşık 2,5 milyar dolar elde ettiler. Bu gruptakilerin 2002de ailelerine ortalama 415 dolar girerken, en alttaki yüzde 1lik grubun geliri 150 dolarda kaldı.
En varlıklılar ve Anadolu
İstanbulun 20 bin hanelik azınlığının geliri, Anadolu kentlerinin, hatta bölgelerinin gelir pastasından aldığı payın bile çok üstünde. Örneğin, İstanbulun 20 bin hanelik azınlığının 12 milyar dolarlık geliri, Türkiyenin sanayi kentlerinden İzmir, Adana ve Bursadaki tüm hanelere giren gelirin de üstünde gerçekleşti. Bu üç kentteki hane sayısı 1 milyon 80 bin. Yani İstanbulun en varlıklı 20 bin aile grubundan sadece birinin evine giren aylık 50 bin dolarlık gelir, bu üç büyük kentin 57 hanesine giren gelir tutarında.
İstanbulun yüzde 2sini oluşturan 40 bin ailenin geliri, Türkiyenin en büyük diğer iki metopolü İzmir ve Ankaradaki 1 milyon 270 bin aileye giren geliri aşıyor.
İstanbuldaki en varlıklı 80 bin aileye giren gelir, sayıları 1 milyon 920 bini bulan Karadeniz bölgesindeki toplam ailelere giren gelirin üstünde gerçekleşti..
Ailelerin yüzde 78ine en fazla 820 milyon TL giriyor...
2002 yılı milli geliri yaklaşık 180 milyar dolar olarak açıklandı. Türkiyede üretilen gelirin yüzde 80i, kullanılabilir gelir olarak hanelere giriyor ve bölüşümü gelir dağılımı tablosunu oluşturuyor. 1994 bölüşüm kalıplarını kullanarak hesapladığımız 2002nin bölüşüm verileri şu gerçekleri yeniden ortaya koyuyor.
2002de 15 milyon haneye 144 milyar dolar girdi.
En varlıklı yüzde 1lik haneye ayda 13 bin 280 dolar girerken en yoksul yüzde 1lik aileye ayda 56 dolar girdi. Böylece iki kutup arasındaki fark 237 kata ulaştı.
Yüzde 1lik gelir gruplarına göre gelirin bölüşümü, 5 toplumsal gelir grubu olduğunu ve bunların bölüşümden aldıkları paylarla şöyle bir görünüm sergilediklerini ortaya koyuyor:
Süper zengin grup: 15 milyon ailenin 150 bin ailesini oluşturan en üstteki bu yüzde 1lik grup, 2002de gelirden yaklaşık 24 milyar dolar (yüzde 16.6) aldı. Böylece en varlıklı yüzde 1i oluşturan 150 bin ailenin yıllık geliri yaklaşık 160 bin dolar, ayda da 13 bin 300 dolar olarak gerçekleşti. Bu ayrıcalıklı 150 bin ailenin geliri, Türkiyedeki 6 milyon 750 bin ailenin (yüzde 45) hane gelirine denk.
Yüksek Gelir grubu: Süper zenginleri izleyen ve yüksek gelirliler diye tanımlanabilecek yüzde 5lik nüfus, 144 milyar dolardan 23.1 milyar dolar pay aldı. Bu gruptaki ailelerin de yılda hanelerine 30 bin dolar, ya da ayda 2500 dolar girdi.
Böylece süper zenginleri ve yüksek gelirli aileleri oluşturan 900 bin aile (toplamın yüzde 6sı) gelirin yaklaşık üçte birine, yani 47 milyar dolara el koydu.
Üst orta gelir grubu: Bu grubun nüfustaki payı yüzde 16 olmasına karşılık gelirdeki payı yüzde 25.6. Bu kategorideki ailelerin ayda hanelerine 1280 dolar girdi.
Alt-orta gelir grubu: Bu grubun da nüfustaki payı yüzde 32.5 ya da 4.9 milyon aile. Bu gruptaki ailelerin aylık geliri 2002de 542 dolar oldu.
En alttakiler: Bu kesim 15 milyon ailenin 4.5 milyonunu oluşturuyor ve 2002de gelirden yüzde 9.2 pay alabildi, aylık geliri 245 dolarda kaldı.
Böylece, Türkiyenin 2002ye ait gelir bölüşümü bulguları, ailelerin yüzde 30unun hanesine en fazla 245 dolar (370 milyon TL) girdiğini ortaya koydu. Ayda en fazla 542 dolar ya da 820 milyon TL hane geliri olan aileler ise toplamın yüzde 78ini oluşturuyor.
Mustafa Sönmez
(Ekohaber.net sitesinden alınmıştır...)
|