15 Kasım'03
Sayı: 2003 (08)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD'yi hizmete hazır halde bekliyorlar!
  Görevimiz direnişi büyütmek!
  Amerikan ordusu siyonistlerle aynı yöntemleri kullanmaya başladı
  Dünyanın dört bir yanında tecrit duvarına karşı eylemler
  Saldırıları püskürtecek bir genel grevi tabandan örgütleyelim!
  ESK dağıtılsın!
  AB Türkiye'den yolsuzluklarla mücadele etmesini istiyor!..
  TEKEL özelleştirmesinde düşük fiyat operasyonu
  Buca Cezaevi'nde çocuklara işkence!..
  Sermaye iktidarı için Kıbrıs'ta yolun sonu görünüyor!
  Birleşik Metal-İş İstanbul 2 No'lu Şube Genel Kurulu gerçekleştirildi...
  Birleşik Metal Kurulu'nda işçilerle konuştuk...
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/5
  Tasfiyecilikten teslimiyete, teslimiyetten ihanet batağına doğru!
  Tasfiyeciliğin dibe vuruşu!
  Kapitalizm Sav-AŞ demektir!
  İnsanca yaşamaya yetecek, vergiden muaf asgari ücret!
  DİE anketini nasıl yorumlamalı!
  Ekim Gençliği'nden...
  Anlamsızlığın pazarlanması
  Birlik iddiası da, önderlik iddiası da ancak samimi bir çabayla gerçekleşebilir!
  Direniş henüz ilk aşamasında
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Dünya, Türkiye ve sol hareket/5

Emperyalizm özgürlük değil,
fakat egemenlik peşindedir!

H. Fırat

(Yaz sonunda verilmiş bir konferansın
elden geçirilmiş kayıtlarıdır...)

ABD’ye dayanarak halklara karşı değil,
halklarla birlikte emperyalizme karşı!

Komünistler siyasal mücadele sahnesine çıktıkları andan itibaren PKK’nin yürüttüğü mücadelenin tarihsel ve politik anlamını ortaya koyarak, ona kendi sınırları içinde verilmesi gereken desteği verdiler. Türkiye solunun neredeyse tamamı PKK’ye karşı hala ‘70’li yıllardan kalma önyargılarını korurken, biz onu devrimci ulusal kurtuluşçu bir hareket olarak niteledik ve soldaki gerici önyargıların kırılmasında da öncü bir rol oynadık. Sonradan ve bugün hala da reformist çizgiye yönelmiş bir Kürt hareketinin kuyruğunda sürüklenmeyi bir kimlik haline getirenler ise, ‘90 başlarına kadar PKK’yi burjuva reformist bir hareket olarak görüyor ve yürüttüğü mücadeleyi desteklemiyorlardı.

Komünistler PKK ile tam da Kürtler’in temel ulusal haklarını devrimci bir temelde kazanmaya dayalı program ve çizgi adım adım terkedildiği için sorunlu hale geldiler. Kürtlerin temel demokratik ulusal haklarını tutarlı biçimde savunmak ile izlenen genel devrimci çizgi arasında sıkı bir ilişki vardı. PKK içerde düzenle, dünya ölçüsünde ise emperyalist sistemle barışmaya kalktığı andan itibaren bir yandan devrimci çizgisini terkederken, öte yandan Kürtler’in temel demokratik haklarına ilişkin programını budayıp güdükleştirdi. Bu tam da bizim PKK ile sorunlu hale gelişimizin başlangıç noktasını ve temel nedenini açıklar. Biz komünistler olarak haklı bir devrimci ulusal özgürlük mücadelesini destekliyorduk. Bu çizgideki bir mücadeleyi terkederek içerde düzenle ve dışarda emperyalist sistemle uzlaşmaya ve giderek onunla kynaşmaya yönelenlere ise destek vermek bir yana, bu yönelimle mücadele etmekti görevimiz. Köklü yön ve giderek konum değişikliğinden itibaren de yaptığımız bu oldu.

Bu hatırlatmaların ışığında güncel gelişmelerle bağlantılı sorunlara geliyoruz. Bizim Kürtler’in kendi temel ulusal haklarını kullanmalarına ilişkin bir sorunumuz olamaz. Kürtler mazlum, daha düne kadar varlığı bile reddedilen, dili bile yasaklanan bir halk. Özgür olmak, tüm temel ulusal haklarına sahip olmak her ulus gibi onların da en doğal hakkı. Bu temel üzerinde, istiyorlarsa gerçek özgürlüğe ve eşitliğe dayalı olarak öteki halklarla aynı siyasal çatı altında kalmak, değilse ayrılıp ayrı bir devlet kurmak hakkına sahiptirler. Bu haklara hiçbir ipotek konulamaz.

Dolayısıyla bizim sorunumuz, Güney Kürdistan’daki Kürtler’in bir takım haklar kullanması, bir takım mevziler elde etmesi, giderek fiili bir devlet oluşumu elde etmesi değil, fakat bunun emperyalist sistemin baş jandarması ve dünya halklarının baş düşmanı ABD’ye dayanılarak yapılmak istenmesidir. Bizim için sorun, bir takım mevziler kazanılırken, bunun emperyalizmin bölgedeki hakimiyetini pekiştirme politikalarına destek verilerek, buna alet olunarak yapılmasıdır. Bunu hiçbir biçimde kabul edemeyiz. Zira bu, genel devrimci gelişmenin, bölge halklarının ve tüm dünya halklarının çıkarlarına aykırıdır. Mazlum bir halk iğreti bazı mevziler elde edecek diye devrimci gelişmenin ve dünya halklarının genel çıkarlarına aykırı tutum ve adımlar hiçbir biçimde desteklenemez. Bu, gerçekten devrimci olan herkes için fazlasıyla açık bir ilke sorunudur.

Kürtler ABD emperyalizmine dayanarak, böylece bütün ezilenleri, bütün ilerici devrimci dünya güçlerini ve bölge güçlerini karşılarına alarak ne onur ne de özgürlük kazanabilirler. Böyle bir özgürlük hem mümkün değildir, hem de onur verici değildir. Bu kadar ezilmiş, bu kadar acı çekmiş, inkar edilmiş, imha edilmiş bir halkın, ulusal haklarını emperyalist sistemin jandarması ve halkların katili olan bir güce dayanarak elde etmeye yönelmesi kabul edilemez, meşru da görülemez. Biz bunu kabul edemeyiz ve hiçbir biçimde destekleyemeyiz. Bunu desteklemek bir yana, Kürt emekçilerini işbirlikçi Kürt egemen sınıflarının bu onursuz ve arkası büyük felaketler olabilecek politika ve tercihlerine karşı uyarmaktır bizim görevimiz.

Derinden derine umutlarını ABD’nin bölgeye emperyalist müdahalesine bağlayan bazı sözümona sosyalist Kürt milliyetçileri; Güney Kürtler’i kendi özgüçleriyle ayakta duruyorlar, çıkarları tarihin cilvesi sonucu ABD ile paralel düşmüştür, Kürt liderliği de akıllı politikalarla bu geçici durumdan Kürtler lehine yararlanıyor, diyorlar. Bunlara bakılırsa, Barzaniler ve Talabaniler kendi özgüçlerine dayanarak, bağımsız tutum ve inisiyatiflerini koruyarak, Amerika ile “çıkarlarının kesişmesi momenti”nde geçici bir ittifak yapıyorlarmış! Buna inanmak için ya budala ya da samimiyetten tümüyle yoksun olmak gerekir.

ABD çıkarları öyle gerektirdiği bir durumda Kürtler’i bir kez daha yüzüstü bırakırsa, umutlarını ona bu denli bağlayanların halinin ne olacağını göreceğiz. ABD Irak’a ve bölgeye kolayca egemen olabilse, Amerikancılık yaparak bir devlet sahibi olmak belki mümkün olabilir. Ama gelin görün ki durum böyle de değil. Bunu birçok soğukkanlı gözlemci dile getiriyor. Buna Amerikan emperyalizminin akıllı ideologları da dahil. Peki bu Amerikancı Kürtler neye göre ABD egemen kalacak, onu artık hiçbir güç durduramaz diyebiliyorlar? Çünkü tüm umutlarını ABD’ye bağlamışlar, onun mutlaka başaracağına inanmak istiyorlar, tüm kalpleriyle de bunu temenni ediyorlar ve bunun ötesinde gerçeklerden kopuyorlar, deyim uygunsa tam bir beyin duruşu yaşıyorlar.

Amerikancı Kürt milliyetçileri ABD’nin Irak’a müdahalesiyle Güney Kürtleri’nin önemli mevziler kazandığını düşünüyor ve bunu savunuyorlar. Peki ama bu mevzilerin korunabilmesi için de ABD’nin desteğine ihtiyaç yok mu? Bu durumda bu mevzilerin korunmasını istiyorlarsa, ABD’nin Irak’ta ve tüm Ortadoğu’da güçlenmesini de istemek zorundadırlar. Başka türlüsü olanaklı olmadığı gibi mantıklı da değil. Peki ama Kürtler’in elde ettiği mevziler korunabilsin diye, ABD emperyalizminin Irak’ta ve bölgede hakimiyetini pekiştirmesi istenebilir mi? Bu sorunun kendisi bile, umutlarını ABD müdahalesine bağlamış sözde Kürt solcularının böylece kendilerini ne türden bir gerici çıkmaza hapsettiklerini göstermeye yeter.

Bizim sorunumuz halkların gerçek özgürlüğü ve eşitliğidir, ancak bu temeller üzerinde sağlıklı ve kalıcı bir biçimde yükselebilecek olan gönüllü birliğidir. Hiçbir gerici, sömürücü ya da emperyalist güce dayanmaksızın, halkların kendi özgücüne ve inisiyatifine dayanarak ve kendi gerçek çıkarları temelinde...

Böyle bakarsak, bir elli yıl daha beklemek zorunda kalırız, diyecektir dünün solcusu ve bugünün Amerikancısı! Elli yıl beklemek zorunda kalırız diye bakan bir insanın devrimcilikle zaten uzaktan yakından bir alakası yoktur ya da artık kalmamıştır. Tam bir umutsuzluk vardır böylesi bir bakışta, sorunun bu tür bir konuluşunda. Devrimci on yılda da devrim yapabileceğine pekala inanır, buna rağmen devrim ola ki elli yıl sonra gelir. Ama bu olasılık devrimcinin devrim her an gelecekmiş hırsı ve inancıyla çalışmasını etkilemez ve engellemez. Devrimci, bu bakış ve inançla çalışabilen insan demektir. Lenin, 1917 yılı başında, 1905 Devrimi’nin yıldönümü vesilesiyle verdiği bir konferansta, herhalde gelecek devrimi bizler göremeyeceğiz diyordu. Bunu söylemesinden birbuçuk ay sonra Rusya’da devrim patlak verdi ve olayların akışı 8 ay içerisinde Lenin’in önderlik ettiği pariyi iktidara getiren sosyalist Ekim Devrimi’yle taçlandı. Ama aynı Lenin, savaş dönemi bunalımını tahlil ederken döne döne savaşın devrimi hazırladığını da vurgulayan bir devrimciydi. Dahası, bizzat aynı konferansında, Avrupa’da sürmekte olan mezar suskunluğu aldatıcı olmamalıdır, Avrupa devrime gebedir diyen de Lenin’dir. Bu nedenle olup biten onun için yine de şaşırtıcı değildi.

Devrimci olanlar, yolunu ve hedeflerini buna göre saptamış bulunanlar için başka bir yol yok. Devrimci kimliğinizi ve onurunuzu her koşulda koruyacaksınız, kendi devrimci programınız ve çizginizde sonuna kadar ısrar edeceksiniz, başka bir yolu yok bunun. Hayır bu tarihi dönemde bizim ulusal devrimci programımız ütopiktir, oysa Barzani ve Talabaniler’in Amerikancı programı gerçekçidir ve dönemin koşullarına uygun biricik programdır diyorsanız eğer, o zaman Barzanici ve Talabanici olunuz, niye ikiyüzlülükte ısrar edip hala sosyalist geçiniyorsunuz?

Emperyalist propagandanın hurafeleri
ve Avrupa’da faşizmin yıkılışı

Emperyalizmin şu veya bu ülkeye özgürlük ve demokrasi götürmesi iddiası teorik olarak saçma, tarihsel olarak da her türlü dayanaktan yoksundur. Tarihte bunun örneği görülmemiştir. ABD İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’ya, Japonya’ya, İtalya’ya ve bu arada Türkiye’ye özgürlük ve demokrasi götürdü deniliyor. Bu tipik bir Amerikancı iddiadır, öteden beri tekrarlanır, ama her türlü tarihi dayanaktan yoksundur. Tam tersine tüm veriler, ABD’nin Hitlerci rejimin yıkılışını izleyen politika ve tercihlerinin Avrupa’da demokratik yaşamı tahrip edip kirlettiğini gösteriyor. Nazi artıklarına dayanma tercihi ile Gladio türünden uluslararası bir kirli savaş örgütü bile bunu kendi başına göstermeye yeter.

Faşizm emperyalizmin en dolaysız ürünüdür; emperyalist çağda burjuva gericiliğinin yoğunlaşmış ve devlet biçiminde kurumlaşmış şeklinden başka bir şey değildir. Alman tekellerinin çıkarları, emperyalist rekabette etkin olabilmek için içeride keyfi ve sınırsız bir diktatörlük kurmayı ve böylece dünyanın yeniden bölüşülmesi mücadelesine, yani yeni bir emperyalist savaşa en uygun koşullarda hazırlanmayı gerektiriyordu. Bu ihtiyaç çerçevesinde büyük Alman tekelleri Hitler’i destekleyerek başa getirdiler, faşizmi kurdular ve ardından da dünya egemenliği için savaşa girdiler. Almanya’nın Birinci Dünya Savaş’ında aldığı yenilgi, ödediği fatura, ancak kendi halkını ezerek, sömürerek, baskı altında tutarak, tam denetim altına alarak yeni bir dünya egemenliği mücadelesine girmesini olnaklı kılıyordu. Bu ihtiyacın karşılığı, Almanya’da Hitler faşizmi olarak ortaya çıktı.

Batılı emperyalistlerin Hitler Almanya’sına karşı savaşı anti-faşist konumlarından değil fakat tümüyle rakip emperyalist konumlarından kaynaklanıyordu. Nitekim başlangıçta Hitler’i Sovyetler Birliği üzerine sürmek için her türlü yola başvurdular ve Sovyetler Birliği’nin Hitler Almanya’sına karşı ittifak arayışlarını en kaba bir biçimde reddettiler. Ne zamanki Hitler Sovyetler Birliği’nden önce onlara yönelme yolunu tuttu, ancak ondan sonra zorunlu olarak onunla karşı karşıya kaldılar ve savaşı kendi emperyalist çıkarlarını savunmak üzere yürüttüler. Hitler Sovyetler Birliği’ne yönelince ve burada bir batağa saplanınca rahat bir nefes aldılar ve neredeyse iki yıl, 1942’den 1944’e kadar, durumu izlemekle yetindiler. Emperyalist çıkarları ve hesapları bunu gerektiriyordu, böylece hem Hitler Almanya’sı hem de stratejik pland temel düşman olarak görülen Sovyetler Birliği güçten düşecek, kendileri de bir taşla iki kuş vuracak, arkadan parsayı toplayacaklardı. Kızıl Ordu’nun Almanlar’ı püskürterek Avrupa’ya doğru büyük muzaffer yürüyüşü başladıktan sonradır ki harekete geçmek ihtiyacı duydular, iki yıl boyunca yalnızca sözü edilen “ikinci cephe”yi artık nihayet açmak zorunda kaldılar. Elbete bir kz daha tümüyle emperyalist hesap ve kaygılarla. Stalin’in dediği gibi, “ikinci cephe”yi artık nihayet açmak zorundaydılar, yoksa onların yerine halklar açacaktı ve bu da onların emperyalist saltanatlarının sonu demekti. Sovyetler Birliği’nin batıya doğru hızlı ve muzaffer ilerleyişini ve faşizme karşı komünistler önderliğinde büyüyen halk direnişlerini gördükten sonradır ki, Amerikan ve İngiliz emperyalistlri, tam da bundan duyulan gerici korkuyla ve bizzat bunun önünü kesmek üzere lütfedip 1944’te, yani savaşın bitmesine az bir zaman kala, “ikinci cephe”yi açtılar.

Almanya’da faşizm belli bir tarihsel-sınıfsal ihtiyaçtan, Alman emperyalizminin dünyaya egemen olma hırsından doğmuştu. Sovyetler Birliği ile Almanya’ya karşı konum ve çıkarlarını korumaya çalışan emperyalist güçlerin ortak çabasıyla bir biçimde boşa çıkarılınca, sistem olarak yıkıldı, yerini parlamenter demokrasiye dayalı yeni kurumsal yapı aldı.

Avrupa’da faşizmin yıkılmasında halkların büyük bedeller pahasına yürüttüğü anti-faşist direnişlerin de büyük bir rolü var. Abartmasız her yerde bu halk direnişlerinin başını komünistler çekiyorlardı. İtalya’da savaşın bütün bir yükünü Komünist Partisi önderliğinde direnişçiler taşıdılar. Fransa’daki esas yükü yine komünistler omuzladılar. Doğu Avrupa’nın hemen hemen tüm ülkelerinde de durum buydu. Sayısız komünist militan bu mücadelede en büyük yiğitlik örnekleri gösterdi ve kendini feda etti. Nitekim savaştan sonra yapılan parlamento seçimlerinde İtalya’da en büyük parti İtalyan Komünist Partisi, Fransa’da ise Fransız Komünist Partisi’ydi, Paris gibi metropoller Komünist Partisi’nin kalesiydi. Her iki ülkede de seçmenlerin üçte biri b partileri destekliyordu ve bu oran sanayi bölgelerinde daha da yüksekti. Çekoslavakya’da halk kitlelerinin üçte ikisi ve işçi sınıfının neredeyse tümü komünist partisinin etrafında kenetlenmişti. Bu, halkların bu mücadelenin yükünü çekmiş komünist partilerine ne kadar büyük bir güven duyduğunu gösteriyordu. Komünist olmayan halk tabakaları bile faşizme karşı direnişte bu partilerin gösterdiği yiğitlikten dolayı bu partileri destekliyorlardı.

Sonuç olarak, Sovyet halklarının ve Kızıl Ordu’sunun büyük tarihsel başarısı ile Avrupa halklarının anti-faşist direnişi, Avrupa’da faşizmin yıkılışında belirleyici bir rol oynadı. Faşist diktatörlükler yıkıldı ve yerine tabii ki halkların eski kazanımlarına dayalı burjuva parlamenter düzenler bir biçimde kuruldu. Bu kuruluşta Amerika’nın esasa ilişkin bir rolü yoktur. Olduğu kadarıyla, Hitler’in yenilgiye uğratılmasında oynadığı rol, emperyalist rekabet mücadelesinde sağladığı üstünlüktür.

Amerika savaşın ardından ne yaptı? Ne yaptığının belgeleri bugün Gladio’nun tarihi üzerinden ortaya çıkıyor. Amerika, ne kadar Nazi artığı, ne kadar SS artığı varsa, bunlara dayanarak Avrupa’da egemen olmaya, devrimci gelişmelere ve Sovyetler Birliği’ne karşı bir emperyalist gericilik duvarı örmeye çalıştı. Gladio denilen faşist kirli savaş örgütlenmesi tümüyle Amerika’nın ürünüdür ve savaşı izleyen yıllarda bizzat Amerikan işgal güçleri tarafından ilk temelleri atılmıştır. Alman gizli servisi Hitler’in Nazi istihbarat subaylarına, general Gehlen’e kurduruldu. Bu adam Hitler’in en üst düzey generallerinden biridir; Nazi istihbarat ağının Doğu Avrupa bölümünün başıdır; Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’ya ilişkin en geniş bilgiye sahiptir. Bugün bildiğimiz Alman gizli servisinin ilk çekirdği o adamın örgütüdür ve bu Amerikalılar’ın bir tercihidir. Ünlü “Gehlen Örgütü” 1955 yılına kadar her bakımdan Amerikalılar’ın denetimi ve hizmetindeydi, 1955 yılından sonra Alman hükümetine bağlandı ve resmen Alman gizli servisi halini aldı.

Yani bizzat ABD, geçtik Avrupa’ya demokrasi getirmekten, Avrupa’da Nazi artıklarına dayanarak Gladio türü özel savaş örgütlenmeleri üzerinden ve ihtiyaç duydukça bin türlü kirli savaş yöntemine başvurarak (ki İtalya bunun en yaygın uygulama sahası oldu) demokrasiyi tahrip eden zemini yarattı. Nürnberg’de yargılanıp mahkum edilmiş üst düzey Nazi savaş suçlularını birkaç sene sonra affeden ve onları Federal Alman devletinin en kritik mevkilerinde istihdam eden de ABD’den başkası değildi. ABD, Avusturya’da ve Almanya’da devletin yeniden kuruluşu sürecinde Nazi artıklarına dayandı, üstelik en temel ve kritik görevler, en kilit mevkiler üzerinden. Almanya’da ve Avusturya’da yeni devlet aygıtı Hitler’den arta kalan güçlerle inşa edildi. Aynı şey İtalya’da Musolloni artıkları üzerinden yapıldı, polisin, ordunun, gizli servisin yenden inşasında onlara dayanıldı. Bunların tümü somut incelemeler ve verilerle ortaya konulmuş tartışmasız tarihi gerçeklerdir.

ABD’nin Avrupa’ya getirdiği demokrasi işte budur!

Gerçekte Avrupa’da burjuva anlamda demokrasi halkların mücadelesiyle yeniden kuruldu. Halklar faşizme karşı direndiler, büyük bedeller ödediler ve böylece faşizmin yıkılmasında en temel ve kritik rolü oynadılar. Özellikle önderliklerden kaynaklanan nedenlerden dolayı sistemi aşamasalar da, temel demokratik hak ve özgürlüklerin yeniden yürürlüğe konulduğu bir burjuva siyasal rejime geçilmesini onlar sağladılar.

Türkiye’de demokrasi sorunu
ve ABD emperyalizmi

Türkiye’de çok partili rejime geçiş de ABD’nin baskısıyla oldu deniliyor. Peki çok partili rejime geçildi de ne oldu? Dört yılda bir tekrarlanan orta oyunu dışında bu sözde parlamenter demokrasi Türkiye’ye ne getirmiştir? Hiçbir şey getirmediği gibi, Türkiye’de gericiliğin çok yönlü ve çok amaçlı olarak kurumsallaşması tam da bu dönemde olmuştur. Türkiye’de gerçek demokrasi dinamiklerinin boğulmasına yönelik kanlı tarihi operasyonlar da bu dönemde gerçekleşmiştir. Demokratik hak ve özgürlükler kapsamına giren ne varsa, grev hakkından düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne kadar, tüm sınırlı hak ve özgürlükler bizzat işçi ve emekçi mücadeleleri ile kazanılmış, ABD ise örgütlediği faşist askeri darbelerle her seferinde bunların ortaan kaldırılmasında temel bir rol oynamıştır.

ABD sayesinde Türkiye’ye gelen “parlamenter demokrasi” döneminin olgularına daha yakından bakalım. Kontr-gerilla Türkiye’ye Amerika ile geldi, MİT’in bir kirli savaş aygıtı olarak çalışması ABD sayesinde uç noktalara vardı. Ortaçağ gericiliğinin, tarikatların ve dinsel akımların palazlanması ve sosyal muhalefete karşı bir koçbaşı olarak kullanılması, ABD’nin verdiği akıllar ve sunduğu somut projelerle uygulamaya konuldu. 1960’lı yılların başında, Türkiye’de ciddi bir sosyal uyanış ve sol tehlike var, komünizm Türkiye için ciddi bir tehdittir; buna karşı panzehir ise dinin güçlendirilmesi ve dinsel akımların örgütlenip desteklenmesidir düşüncesini içeren raporlar ve önlemler serisi, bizzat ABD’li CİA uzmanlarınca gündeme getirildi. Bu akıllar çerçevesinde devlet dinsel gericiliği sistematik biçimde ullanmaya başladı. Önce paramiliter bir vurucu güç olarak kullanılan “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, ardından siyasal bir güç olarak Milli Nizam Partisi bunun ürünleri olarak çıktılar sahneye. Türkeş’in liderlik ettiği paramiliter faşist hareket de dolaysız olarak bir Amerikan ürünüdür. Bu hareketin Türkiye’nin yakın tarihinde sosyal hareketlere ve devrimci yükselişe karşı oynadığı apsamlı kirli ve kanlı rolü biliyoruz. Bunlara dolaysız olarak CİA ve Pentagon tarafından örgütlenen 12 Mart ve 12 Eylül faşist askeri darbelerini ekleyiniz, böylece ABD sayesinde Türkiye’ye getirilen sözde demokrasinin tarihsel bilançosu çıkar karşınıza.

Bu bilançonun özü ve özeti ise şudur: ABD, Türkiye’ye demokrasi getirmek bir yana, bu ülkede azgın burjuva gericiliğinin her düzeyde kurumlaşmasında ve gerçek demokrasi dinamiklerinin boğulması ve ezilmesinde en temel rolü oynamıştır. Sonuç bir kez daha; ABD’nin gittiği her yere özgürlük ve demokrasi değil, tam tersine, demokrasiyi tahrip eden açık ya da gizli gerici kurumlar ve uygulamalar götürdüğü, yedeğinde Ortaçağ gericiliği olmak üzere burjuva gericiliğini her yolla örgütlediği, demokrasi ve devrim güçlerinin her yol ve yöntemle ezilmesine dolaysız olarak önderlik ettiğidir.

Bu sonuç, bilimin ve tarihin temel yargısıyla da örtüşmektedir: Emperyalizm özgürlük değil, egemenlik peşindedir. Çağımızda her türlü gericiliğin kaynağı artık bizzat emperyalizmdir.

Demokrasi her yerde egemen sistemlere karşı mücadele içerisinde ve ezilenlerin mücadeleleri sayesinde gelişmiştir, tarihin her döneminde bu böyledir. Emperyalizm çağında demokrasi ancak kurulu düzenlere ve her yerde onu arkalayan emperyalizme karşı mücadele içinde kazanılabilir.

Özgürlük ve demokrasi değil,
“Balkanlaştırma” siyaseti!

“Yeni Dünya Düzeni” döneminin gerçeklerine, Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’da olup bitenlere bakınız. Emperyalist burjuvazi bir yandan küresel neo-liberal saldırıyla işçi sınıfı ve emekçilerin elindeki temel sendikal, sosyal ve demokratik hakları buduyor ya da tümden gaspediyor; öte yandan ise Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afrika’da ve şimdi de Ortadoğu’da, milliyetlere, dinsel ve mezhepsel topluluklara özgürlük adı altında, halkları bölmeye, birbirine düşürmeye ve kırdırmaya, böylece birbirinden ayırmaya ve ayrı yapılar, sözde devletler içinde kendine bağlı ve bağımlı güçsüz topluluklar durumuna düşürmeye çalışıyor. Balkanlar’da küçücük devletler kuruyor, milliyetine göre, dinine göre, hatta hatta mezhebine göre bölüyor, parçalıyor, paralize ediyor halkları. B, halklar arasında demokrasiyi geliştirmiyor, tam tersine onları birbirine düşman ediyor, gerici ve aşılması güç önyargı ve düşmanlık tohumları ekiyor bu halklar arasına ve onları herşeyiyle emperyalist merkezlere muhtaç ve bağımlı hale getiriyor.

Balkanlar’ın, daha somut olarak da eski Yugoslavya’nın yüzyıllık tarihine bakınız, bunu görürsünüz. 20. yüzyılın ilk 40 yılında sistematik emperyalist çabalarla ve emperyalizmin organik uzantısı durumundaki gerici-milliyetçi yerel burjuvazi sayesinde, halklar birbirine düşman edildi, yeri geldi kırdırıldı. Yugoslav halkları özgürlüğü ve demokrasiyi ancak Alman emperyalizmine ve onunla işbirliği içindeki Yugoslav faşist gericiliğine karşı birleşip mücadele ederek kazanabildiler. Kendi aralarındaki kardeşçe birliği ve bütünlüğü de bu sayede sağladılar. Her milliyetten, her mezhepten, her dinden emekçi insanlar komünistler önderliğinde Naziler’e karşı ulusal kurtuluş ve halk devrimi mücadelesi içerisinde birleşip kaynaştılar. Sovyet Kızıl Ordu’sunun pek az katkısıyla, Nazi ordularını ülkelerinden süruuml;p attılar ve onların işbirlikçisi durumundaki sömürücü sınıfları devirdiler. Yugoslav halkları gerçek özgürlüğü ve demokrasiyi işte böyle kazandılar. Kendi aralarında özgürlüğe ve eşitliğe, gerçek sevgi ve güvene dayalı gönüllü birliği böyle kurdular. Bu devrimci süreç, halkları birbirine yakınlaştırdı, birleştirdi ve kaynaştırdı. Ulusların özgürl¨ğüne ve eşitliğine dayalı gönüllü birlik, bu ortak mücadelenin ateşi içinde doğdu.

Yugoslavya’da tarihi sürecin sonraki seyri de aynı şekilde son derece öğreticidir. Bu aynı ülkede devrimin yozlaşması ve kapitalist düzenin yeniden kuruluşu süreci, tersinden, halklar arasındaki ayrılıkların ve giderek düşmanlıkların zeminini adım adım oluşturdu ve bunu zaman içinde olgunlaştırdı. Bu süreçte, yozlaşmış Tito rejimini her yolla destekleyen ve besleyen batı emperyalizmi özel bir rol oynadı. Ve nihayet ‘90’lı yılların başında, emperyalizm Yugoslav halklarını birbirine kırdıracak zemini hazır halde bulmuş oldu. Gerisini biliyoruz; bugün eski Yugoslavya paramparça edilmiş, dünün kardeşçe yaşayan halkları kanlı kırım ve yıkımların ardından birbirine karşı düşman edilmiş ve herbiri kendi cephesinden emperyalistlerin korumasına muhtaç hale getirilmişlerdir. Bugün eski Yugoslav cumhuriyetlerinde artık dolaysız bir emperyalist kölelik hüküm sürmektedir.

İşte emperyalist müdahalelerle gelen özgürlük ve demokrasinin eski Yugoslav’ya üzerinden tablosu ve bilançosu da bu!

Çağımızda demokrasi, emperyalizme ve burjuva gericiliğine karşı direniş ve mücadele içerisinde gelişebilir ancak ve onların aşılması sayesinde sağlam ve kalıcı bir zemine oturabilir. Yugoslavya ve Balkanlar’ın büyük derslerle dolu yüzyıllık tarihinin bize bir kez daha öğrettiği en temel gerçek işte budur.

“Kopenhag Kriterleri” ile gelen
AB demokrasisi

Türkiye’de zaten son derece sınırlı olan demokratik hak ve özgürlükler hepten budanıyor. Dikkat edin, Avrupa F tipine sesini çıkarmıyor, sendikal hakların fiilen ortadan kaldırılmasına sesini çıkarmıyor, sosyal hakların gaspına tek kelime itiraz yöneltmiyor. Ama aynı Avrupa Heybeli Ada’daki papaz okuluyla, Fener’deki Patrikhane’nin statüsü ve yetkileriyle, Aleviler’in mezhepsel haklarıyla pek yakından ilgileniyor. Hep de dine, mezhebe, kültüre ve milliyete göre istem ve dayatmalarda bulunuyor. Ama temel demokratik ve sosyal haklara gelince, işçiler ve emekçiler lehine bir istemde ya da dayatmada bulunmak bir yana, esnek üretimi niye uygulamıyorsun, iş yasasında şunları niye değiştirmiyorsun, köle işçi pazarları niye kurmuyorsun, ücretleri niye bu kadar yüksek tutuyorsun, istihdamda niye bu kadar hesapsız davranıyorsun, diyor.

Tüm bu istemler ve dayatmalar ise dolaysız olarak işçi sınıfını ve geniş halk kitlelerinin hak ve çıkarlarına yönelmiştir ve onları dünkünden daha beter bir perişanlık içine düşürmektedir. Oysa demokrasi geniş halk yığınlarının sosyal ve siyasal çıkarlar ve ihtiyaçlarıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. ABD ve Avrupa emperyalizmi bu konularda Türk devletinden ve burjuvazisinden halk kitleleri lehine bir şey istemek bir yana, tam tersine, İMF politikalarını uygula, Dünya Ticaret Örgütü standartlarını uygula, GATS’ın gereklerini yerine getir diyerek, emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve siyasal köleliğini çok yönlü olarak ağırlaştıran istemlerde bulunuyor. Kopenhag Kriterleri üzerinden Avrupa’dan demokrasi bekleyenler, bu aynı kriterlerin bir de ekonomik ve sosyal cephesi bulunduğunu ve bunların da İMF, DB ve DTÖ dayatmalarında ifadesini bulduğun biliyorlar mı acaba?

Emperyalist merkezlerin sosyal sorunlara ve bunun ürünü acılara en ufak bir itirazları yok. Senin ülkende bu kadar işçi niye işsiz, emekçi insanın niye bu denli aç ve perişan, milyonlarca işçin neden sigortasız, neden sendikal örgütlenme güvencesinden yoksun, neden döne döne keyfi bir biçimde toplu tensikatlara tabi tutuluyor, böyle demokrasi olur mu demiyorlar. Tam tersine, niye daha fazla açlığa mahkum etmiyorsun, niye sağlığı ve eğitimi paralı hale getirmiyorsun, niye SSK’yı tasfiye edip bireysel emeklilik uygulamasıyla piyasaya yeni bir kârlı alan açmıyorsun diyorlar. Ama Aleviler’in hakkı, ama Fener Patriği’nin hakkı, ama tarikatlara ve cemaatlere serbestlik hakkı, ama lütfedip Kürtler’e de bazı kırıntı haklar vb. diyorlar hep. Yani din, milliyet, mezhep, cemaat söz konusu olduğunda konuşuyorlar, tüm “demokratik istemleri ve dayatmaları bu çerçevede oluyor. Ama ezilen sınıfların sosyal ve demokratik hakları söz konusu oldu mu kıllarını kıpırdatmıyorlar; tam tersine, bu alanda mevcut rejime en ufak bir eleştiri yöneltmedikleri gibi, onu emek ve halk düşmanı politika ve uygulamalarında cesaretlendirmeye bakıyorlar.

Bütün bunlar şaşırtıcı da değildir. Kendi ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçilerin demokratik ve sosyal kazanımlarını sistematik bir biçimde budayanlar, adım adım polis devleti uygulamalarını hayata geçirenler, Türkiye gibi bir ülkenin işçi ve emekçilerine yarayacak bir demokrasi kaygısı niye duysunlar ki? Onları Türkiye’nin demokratikleşmesi değil, fakat aşırı emek sömürüsü ve kaynaklarının yağması için engellerin kaldırılması ve zeminin düzlenmesi ilgilendirmektedir.

Emperyalizme karşı mücadele
ve demokrasi dinamikleri

Bu aynı olgusal gerçekler üzerinden ABD’nin Irak’a demokrasi getireceği efsanesinin gerçekliğine de bakabiliriz. ABD, Irak’a demokrasiyi değil, tersine, demokrasi dinamiklerini dumura uğratacak ilişki ve bölünmeleri getiriyor. Irak’ta demokrasiyi kurmak için değil, dinsel, ulusal, mezhepsel, aşiretsel bölünmüşlüğü güçlendirip kurumsallaştırmak için çalışıyor. Ortaçağ artığı ne kadar ilişki ve bölünmüşlük varsa onları kullanmaya, onlara dayanmaya, onlar üzerinden işgalci egemenliğini sağlama almaya çalışıyor. Bütün hesaplarını buna göre yapıyor. Zira çıkarları bunu gerektiriyor. Sünniler’e şu kadar, Şiiler’e şu kadar, Türkmenler’e bu kadar, Kürtler’e bu kadar diyerek, halkları bölüp parçalamaya, varolan ayrılıkları derinleştimeye, daha kolay hükmedebileceği mikro birimler yaratmaya çalışıyor.

Bugünün koşullarında Irak’ta demokratik ilişki ve kurumlar gelişecekse eğer, bu tam da ABD emperyalizmine karşı mücadele içinde, onun Irak’ta yaratmaya çalıştığı böl ve yönet politikası boşa çıkarılabilirse ve bizzat bunu boşa çıkarma mücadelesi içinde kurulabilir.

Eğer Irak direnişi ABD’ye karşı başarılı olmak istiyorsa, emperyalizme karşı tüm güçleri birleştirmek, Irak’taki tüm diri güçlerin birliğini kurmak zorundadır. Bu ise Irak halklarının tüm kesimleri arasında demokratik ilişkiler geliştirmeksizin olanaklı değildir. Direnişin ülke çapında genelleşmesi ve başarısı, Şii’nin Sünni’ye, Sünni’nin Şii’ye, Kürt’ün Arab’a, Arab’ın Kürt’e olan önyargılarını ve düşmanlıklarını bir yana bırakarak kendi aralarında demokratik hoşgörü ve ilişkilere dayalı bir kaynaşmayı gerektirir. Önyargıları bir yana bırakarak birbirlerinin ulusal varlığına ve haklarına, inançlarına ve kültürlerine saygı duymayı gerektirir. Siz Kürtler’in temel ulusal demokratik hakları konusunda bir hassasiyet göstereceksiniz ki böylece onları emperyalizme karşı direnişin saflarına kazanabilesiiz. Laik ve demokratik ilişkileri esas alan bir yaklaşım geliştireceksiniz ki, farklı dinsel ve mezhehsel inançlardan halk kitlelerini birleştirip kaynaştırabilesiniz. Irak’taki farklı halk kesimlerinin mücadele birliğini sağlamak başka türlü olanaklı değildir.

Emperyalizme karşı direnişin ihtiyaçları, başarılı bir ulusal kurtuluş mücadelesinin olmazsa olmaz gerekleri, Irak’taki demokratik gelişmenin de en temel dinamiği olacaktır. Dışta emperyalizme karşı direnişin başarısı, içerde Ortaçağ’dan kalma kurum ve ilişkileri, ayrılık ve bölünmeleri de aşmayı gerektirir. Bu ise demokratik ilişki ve kurumların gelişmesi demektir.

Ortaçağdan kalma dinsel ve mezhepsel bölünmeler ancak birleşik bir direnişin dinamizmiyle aşılabilir. Farklı ulusal ve etnik kökenden halkların birleşip kaynaşması da bununla olanaklıdır. Kadın da bu mücadele içerisinde hiç değilse kısmen özgürleşecektir.

Tarihin verileri ışığında
demokrasi sorunu

Tarihe bakalım. Burjuva demokrasisini olanaklı kılan tarihsel temel, kurulu düzene, feodalizme karşı mücadele içerisinde doğdu. Feodal toplum düzeninde soylular sınıfı kan bağına dayalı ayrıcalıklara sahipler. Kral tanrının yeryüzündeki temsilcisi, yetkisini tanrıdan alıyor ve ancak tanrıya devredebiliyor. Dolayısıyla halk egemenliği, halkın iradesi diye bir şey yok, genel oy diye bir şey yok. Soylular sınıfı var yalnızca ve tüm ayrıcalıklar onların tekelinde. Burjuvazi soylular sınıfının bu ayrıcalıklarını biçmek için, insan haklarını, insanların doğuştan eşitliğini gündeme getirdi. Bu, feodal soylular iktidarına karşı bir ideolojik savaştı. Burjuvazi feodal sınıf iktidarının dayandığı ideolojik temeli çökertmek için, halkın egemenliği ve insanların eşitliği düşüncesini ortaya attı. Bu ideolojik argümanlar o günün tarihi ortamında burjuvazinin sınıf &ccedl;ıkarlarıyla örtüşüyordu. Zira bunlar feodal soyluluğun sınıf egemenliğini temellerinden dinamitlemeyi ve yıkmayı hedefliyordu. Burjuvazi feodal parçalanmışlığa ve lonca ayrıcalıklarına da savaş açtı, ulusal birlik fikrini ortaya attı. Bu, iç gümrük duvarlarının kalkması, metaların serbestçe dolaşması, işgücünün piyasaya çıkmak üzere serbest kalması demekti.

Egemen düzene karşı ezilen ya da iktidara aday sınıfın çıkarlarına dayalı bir gelişmenin ürünüdür demokrasi. Kapitalizmin yükselişi döneminde bu doğrultudaki bir gelişme burjuvazinin çıkarlarına uygun düşüyordu. Burjuvazi çıkarlarına denk düştüğü ölçüde demokratik ilişki ve kurumları geliştirdi. Yani feodal sınıfın siyasal ve iktisadi ayrıcalıklarını ortadan kaldırdı, tanrıdan alınmış egemenlik yerine halka dayalı egemenliği ilkesini getirdi. Bu temel üzerinde hemen değilse bile zamanla genel oy sistemi gündeme geldi. Genel oy hakkı çok sancılı süreçlerden geçerek ve bizzat emekçi sınıfların özel çabalarıyla kazanıldı, üstelik bu kez burjuvaziden kopartılıp alınarak. İngiltere demokrasinin beşiğidir, ama İngiltere’de oy hakkının işçi sınıfı erkeklerini kapsaması bile İngiltere’deki burjuva devriminden tm iki yüzyıl sonra ve Çartist Hareket’in zorlu mücadeleleri sayesinde olanaklı olabildi. Burjuvazi kendi ilerici döneminde bile sınıfsal çıkarlarına uygun düşmedikçe demokratik gelişmeden yana olmadı. O yalnızca sınıfsal çıkarlarının gerektirdiği ölçüde, yalnızca bu sınırlar içinde özgürlük ve demokrasi bayraktarlığını yaptı ve kuşkusuz bu yine de insanlık tarihinde önemli bir ilerlemenin ifadesi odu.

Ama burjuvazinin özgürlük ve demokrasi bayraktarlığını bir yana bırakması, artık gericiliğin kaynağı ve bayraktarı haline gelmesi neredeyse modern işçi hareketinin doğuşuna, kabaca 150 yıl öncesine denk gelir. Emperyalizm çağında ise bu genel ve temel bir eğilim ve gerçekliktir artık. 20. yüzyılın başından beri, yani mali sermaye egemenliği dönemine gireli beri, yani emperyalizm çağı başlayalı beri burjuvazi artık gericiliğin temel kaynağıdır, kendini önceleyen her türden gerici düşünce, ilişki ve kurumun koruyucusu ve yaşatıcısıdır, dolayısıyla özgürlüğün ve demokrasinin de baş düşmanıdır.

Bu emperyalizmin en temel siyasal karakteridir. Çağımızda ve günümüzde her gericiliğin kaynağı emperyalizmdir, her türlü gericiliğin arkasında artık o vardır. Gladio terörünün arkasında, ortaçağ artığı Taliban gericiliğinin arkasında, ırkçı siyonizmin arkasında, Tayyip gericiliğinin arkasında, F tipi hücrelerin arkasında hep de emperyalizm ve onun uzantısı işbirlikçi burjuva gericiliği var.

Mazlum dünyanın halkları demokratik ilişki ve kurumlarını emperyalizme ve emperyalist köleliğin iç dayanağı durumundaki feodal gericiliğe karşı mücadele içinde geliştirdiler. Geçen yüzyılın başında Çin halkı bizzat kendi ülkesinde emperyalistler tarafından en utanç verici biçimde aşağılanıyor, köpeklerle aynı statüye konuluyordu. Şhangay’da ve Pekin’de parklara, “buraya Çinliler ve köpekler giremez” tabelaları konabiliyordu. Çin halkı bugünkü ulusal modern kimliğini tam da emperyalizme ve onun temel dayanağını oluşturan feodalizme karşı mücadele içinde kazandı, ki bu büyük bir demokratik oluşum ve aydınlanma demektir. Büyük Çin Devrimi, Çin halkına muazzam bir tarihsel ilerleme sağladı. İçte feodalizme ve kompradorlara, dışta emperyalizme karşı mücadele içerisinde başarıldıbu.

Demokrasi 20. yüzyıl tarihi içerisinde hep emperyalizme ve onun iç dayanaklarına karşı mücadele içerisinde kazanılmıştır. Tarihin her döneminde emperyalizm hep demokrasiye düşman güçleri yaşatmıştır. Ama feodalizmi, ama aşiretçiliği, ama şeyhliği, ama dinsel gericiliği... Bugün bütün Ortadoğu şeyhlikleri emperyalistler, özel olarak da şimdi demokrasi havarisi olarak görülen ABD emperyalizmi sayesinde yaşıyor. İsrail siyonizmi, ki siyonizm ırkçılığın bir türüdür, emperyalizmin desteği sayesinde yaşıyor. Taliban’dan El Kaide’ye, Müslüman Kardeşler’den başta Fetullahçılık olmak üzere bizdeki dinsel gerici akımların her türlüsüne kadar bütün bir islami gericilik emperyalist politika ve planların ürünü olarak geliştirilip güçlendirilmiştir. Halkları her yerde emperyalizm birbrine düşürüyor. Her yere kin, nefret, bölünmüşlük, paralizasyon tohumları saçıyor emperyalizm. Dünyanın bütün faşist ve gerici güçleri, devlet aygıtları ve siyasal güçleri emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine dayanıyor.

Çağımızda dar anlamda, yani askeri ve bürokratik aygıt anlamında hiçbir burjuva devlet demokratik değildir. Örneğin Alman devleti faşist özünü bugün de koruyor. Demokrasi, devlet aygıtının ötesinde, emekçi sınıflara bir inisiyatif ve politik varolma/ifade etme alanının açılması demektir. Bu toplanma ve gösteri, söz ve basın, siyasal ve sendikal örgütlenme vb. özgürlüğü, bunun ürünü ilişki ve kurumlaşmalar demektir. Yarın burjuvazi ihtiyaç duyup ilerici siyasal partileri, sendikaları ve dernekleri biçti mi, toplanma, söz ve basın özgürlüğünü ortadan kaldırdı mı, o çıplak faşist devlet aygıtı bütün görkemiyle ortaya çıkar. Hitler’in devraldığı devlet aygıtı (tarihçiler bunu net bir biçimde tespit ediyorlar) Weimer Cumuriyeti’nin dayandığı o sözde emokratik aygıttan başkası değildir. Bütün yargı ve polis sistemi gericiliğin kalesiydi ve kolayca Hitlerci oldu. Prusya gericiliğinin ve militarizminin dolaysız temsilcisi olan ordu kastı kolayca ve olduğu gibi Hitler’in hizmetine girdi. Hitler ne yaptı? Sendikaları yasakladı, komünist ve sosyal-demokrat partileri ezip dağıttı, emekçi sınıfların bütün demokratik haklarını ortadan kaldırdı ve böylece geriye o çıplak Alman delet aygıtı kaldı. Buna kendince bir Nazi aşısı yaptı, bu aygıta kendi özel örgütlerini, SS’lerini, SA’larını ekledi, onu bir takım başka kurumlarla besledi, böylece bildiğimiz Hitlerci faşist diktatörlük çıktı ortaya.

Burjuva demokrasisi, emekçi sınıfların gücü ve mücadelesiyle, burjuva siyasal yaşamın bir takım hak ve özgürlüklerle, bunların ürünü kurumlarla çevrelenmesinden başka bir şey değildir. Bunun bildiğimiz dar anlamda devlet aygıtı ile bir alakası yoktur. Bu aygıt gerici karakterini her zaman korur, onun demokratikleşmesi diye bir şey söz konusu değildir. Emperyalizm çağında bu artık olanaklı değildir, buna ilişkin görüş ve beklentiler bir yanılsamadan, dayanaksız bir ütopyadan başka bir şey değildir.

Burjuva demokrasisinde ona bu niteliğin veren hemen tüm kazanımlar hep de emekçi sınıfların gücü ve mücadelesiyle kazanılmıştır. Daha önce de hatırlattım, o biçimsel oy hakkının demokrasinin beşiği İngiltere’de işçi sınıfı erkekleri için yürürlüğe girmesi bile ancak işçi sınıfının zorlu mücadeleleri sayesinde, Çartist Hareket’in uzun yılları bulan mücadelesi sayesinde kazanılabilmiştir. Kadınların bu hakkı kazanması ise çok daha sonraları, kadınların kanun önünde eşitliği mücadelesi sayesinde olanaklı olabilmiştir. Sendika hakkı böyle kazanılmıştır, sigorta hakkı böyle kazanılmıştır, toplantı ve gösteri özgürlüğü böyle kazanılmıştır, bütün öteki demokratik hak ve özgürlükler böyle kazanılmıştır. Bunlar o gerici burjuva devlet aygıtının etrafını çevirdikçe, siyasal yşamda kendine bir alan açtıkça, burjuva demokrasisi dediğimiz siyasal/kurumsal ortam oluşmuştur. Avrupa’da toplanma özgürlüğü varmış, sendikal özgürlük varmış, her türlü siyasi partinin örgütlenme özgürlüğü varmış... Peki bu özgürlükler acaba nasıl kazanılmış? Burjuvazi kendi demokrasisini içselleştirerek mi bunları kurmuş, yoksa emekçi sınıflar bunu ondan sökesöke mi almışlar? Modern işçi hareketinin ilk önemli örneği olan Çartist mücadele 30 yıllık bir mücadeledir. En temel talebi nedir biliyor musunuz? İşçi sınıfı erkeklerine oy hakkı!

Emperyalizm nereye demokrasi götürmüştür? Türkiye’de iki faşist darbeyi kim yaptı? Türkiye’nin o sınırlı ve güdük demokratik hak ve özgürlükleri bizim kırk yıllık tarihimizde bizzat Amerika’nın örgütlediği faşist akseri darbeler sayesinde iki kere biçilmedi mi? 12 Mart’ta biçildi, yetmedi; 12 Eylül’de daha köklü bir biçimde biçildi. 12 Eylül’e ilişkin kitapları inceleyiniz, Mehmet Ali Brand’ın kitabını, Ufuk Güldemir’in Kanat Operasyonu kitabını açıp okuyunuz; göstermelik bir sol bile Türkiye için bir lükstür, Türkiye öyle bir yerdedir ki böyle bir şeyi kaldırmaz, bunun ezilmesi, yok edilmesi gerekir diyor ABD emperyalizminin ve NATO’nun üst düzey yetkilileri, 12 Eylül faşist darbesinin hemen öncesinde. 12 Eylül askeri faşist darbesi gerçekleştiğinde ABD.nin bunu “bizim oğlanlar nihayet başardı” övüncü ve ferahlamasıyla karşılaması, Brüksel’deki NATO karargahında ise olayın neredeyse kutlama konusu yapılması işte bundandır.

“Emperyalizm özgürlük değil,
egemenlik ister”

Amerika Irak’a demokrasi götürüyormuş! Irak’ta özgür seçimler yaptıracağına Sünniler’in, Şiiler’in, Kürtler’in, Türkmenler’in, Asuriler’in temsilcileri ile halkı bölen esaslar üzerinden göstermelik kukla yönetimler kuruyor. Bu, orada gerçek demokratik gelişme potansiyelini ve dinamiklerin tahrip etmekten başka nedir ki? Bu, halk kitlelerini dinsel, mezhepsel ve etnik esaslara göre bölüp paralize etmekten başka nedir ki?

Irak’ta demokrasi, geliştiği kadarıyla emperyalizme karşı bütün bu kesimlerin kaynaşıp bütünleşmesi mücadelesi içerisinde ortaya çıkacaktır. O zaman dinsel, mezhepsel ve etnik kimlikler geri plana düşecektir. Birleştiren, bütünleştiren, demokratik temeller üzerinde kaynaştıran bir kimlik ön plana çıkacaktır. Bu da ancak emekçi sınıfların mücadelede etkin ve inisiyatifli bir rol oynamasıyla başarılabilir. Halkların devrimci birliği ve kardeşliği temeli üzerinde gelişecek bir devrimci Irak direnişi sayesinde olanaklı olabilir. Bütün o kimlikler ancak gerçekten devrimci önderlik sayesinde geri plana itilebilir. Irak halkı bunu başarabilirse demokrasiyi geliştirebilir.

ABD Irak’a demokrasi götürecek demek, bunu ciddi ciddi yazıp çizmek, akıldışı bir şey. Emperyalizmin bir yere demokrasi götürdüğünün örneği nerede görülmüştür? Bu, bilimin ve tarihin verileriyle alay etmek demektir. Emperyalizmin bir yere özgürlük ve demokrasi götürebileceğini düşünmek saçmalığın dikalasıdır. Bu bilime de, tarihi gerçeklere de aykırıdır. Bunu doğrulayacak ne bilimsel bir veri, ne de tarihsel bir örnek var. Tam tersine, bütün bir bilimsel mantık, artı tüm tarihi gerçekler, demokrasinin emperyalizme rağmen ve ona karşı mücadele içerisinde geliştirildiğini ve korunduğunu gösteriyor yalnızca.

Hilferding’in ünlü ifadesiyle, “Emperyalizm özgürlük değil, egemenlik ister”.

(Devam edecek...)