14 Aralık '02
Sayı: 48 (88)


  Kızıl Bayrak'tan
  Pazarlık masasındaki Türkiye
  AB'ye uyum için "demokratikleşme" üzerine sahte söylemler ve gerçekler
  T. Erdoğan'ın ABD ziyareti
  Kopenhag Zirvesi ve Kıbrıs sorunu
  AKP'nin vaadleri ve icraatları
  İMF heyeti gözden geçirme görüşmeleri için Türkiye'de...
  Savaş hazırlıkları tamamlanıyor
  1 Aralık eylemlerinden...
  Etkin bir kitle çalışmasının önemi
  Sermayenin topyekûn saldırısına karşı direnişe geçelim!
  Seçimler sonrası yeni dönem
  19 Aralık katliamının 3. yıldönümü...
  9. ÖO Ekibi'nin açıklaması...
  Esenyurt İşçi Bülteni'nin Aralık sayısından...
  Ankara Öncü İşçi-Emekçi Platformu Bülteni'nin Aralık sayısından...
  Emperyalist savaş hazırlığının gölgesinde Filistin'de siyonist katliamlar
  Emperyalist savaş ve Kürdistan
  Sınıfı, Parti'yi ve Devrimi destekleyelim!
  Ford'un kirli savaştaki rolü
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Pazarlık masasındaki Türkiye

Yeni bir emperyalist saldırganlık
ve savaşlar dönemi

Emperyalistler arası rekabet ve çatışmanın yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Geçen yüzyılda iki dünya savaşı ve sayısız yerel savaşlarla halkların kanını döken emperyalist haydutlar son on yıldır iktisadi krizlerine çözüm bulmak için dünya üzerinde amansız bir rekabet içindeler. Düne kadar Sovyetler Birliği’nin varlığı ve dünya halklarının mücadelesi nedeniyle kapitalist ülkeler arası rekabet hep belli sınırlar içinde kaldı. Emperyalist ülkeler ikinci emperyalist savaş sonrasında can düşmanları sosyalizme ve başkaldıran halklara karşı kendi aralarında ortak bir konsensus oluşturdular ve buna riayet etmek zorunda kaldılar. Kuşkusuz bu onları dünya halklarına yönelik yıkıcı savaşlara girişmekten alıkoymadı. Başta kapitalizmin dünya jandarmalığı rolünü üstlenen ABD ile Fransa olmak üzere emperyalistler, Latin Amerika.da, Asya’da, Afrika’da onmilyonlarca insanın canına malolan savaşlara imza attılar.

Gelinen yerde bu sınırlayıcı engellerin geçici olarak ortadan kalkması haydut takımının elini güçlendirmiş bulunuyor. Emperyalistler arası iktisadi ve siyasal rekabet şiddetlenerek dünyanın her bir karış toprağına doğru yayılıyor. Bu yayılmanın önündeki en küçük bir engel ciddi bir tehdit olarak görülüyor. Ülkelerin coğrafi ve siyasal sınırları yeniden çiziliyor, emperyalist bloklaşma daha da belirgin bir çizgi izliyor. Bu bloklaşma ve artan rekabetin kaçınılmaz sonuçlarından biri, halklara dönük saldırganlığın tırmandırılmasıdır. Yugoslavya, Somali ve Afganistan’a dönük saldırılar bunun ilk örnekleri oldular.

Dünya işçi sınıfına ve ezilen halklara karşı saldırganlığı küreselleştirmede ortaklaşan emperyalistler, diğer taraftan kendi aralarında iç çatışma dinamiklerini de kamçılıyorlar. Son on yıldır başını ABD’nin çektiği emperyalist blok, dünyanın zengin doğal kaynaklarının bulunduğu bölgelere düzenli olarak askeri yığınak yapıyor. Kukla devletler ve işbirlikçi yönetimlerle anlaşmalar imzalıyor, ortak askeri tatbikatlar gerçekleştiriyor. 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Asya’ya ve Ortadoğu’ya adım adım yerleşiyor. Kısaca ABD emperyalizmi, askeri üstünlüğünü kullanıp dünya halklarına azgınca saldırarak, iktisadi alanda güçlenen AB emperyalizminin yanı sıra Rusya, Çin ve Japonya’ya karşı üstünlüğünü korumaya çalışıyor.

İşin bu kerteye varması kaçınılmaz bir olgu. Güçlü olanın zayıf olanı ezmesi ve bitip tükenmeyen egemenlik savaşları kapitalizmin doğasında var. Ne bir takım uluslararası anlaşmalar, ne ileri sürülen sözde değerler ve ilkeler, ne de herhangi başka bir şey, savaş ve yıkım üreten bu mekanizmayı durdurabilir. Geçici olarak sınırlayabilir, ama asla ortadan kaldıramaz. Zira savaş dışsal değil, kapitalizmin içsel ve yapısal bir olgusudur. Birbirlerine kirli çıkar ilişkileri zinciriyle bağlı emperyalist haydutlar, bir diğerinin kuyusunu kazmak için hiçbir fırsatı kaçırmazlar. Ayakta kalmak için bunu yapmak; yaşamak ve rakipleri karşısında güçlenmek için dünya halklarının, işçi sınıfının kanını emmek zorundadırlar. Palazlanacak, sömürecek, talan edilecek alanlar daraldıkça rekabet daha da kızışır ve bu haydut takımı birbirlerinin ellerindeilere daha çok göz dikerler.

Bu nedenle kapitalizmde geçici olan savaş değil, barış durumudur. Kapitalizmde barış, bir sonraki savaşa hazırlık için geçen zamanın adıdır. Bu hazırlık sürecinin (geçici barış dönemi) nasıl geçirildiğini anlamak için iktisadi rekabetin aldığı boyutlara, silahlanmaya ayrılan bütçelere ve emekçi yığınların uğradığı yıkıma bakmak yeterlidir. Uzun bir hazırlık döneminin ardından emperyalizm, yeni bir saldırganlık ve savaşlar dönemine gelip dayanmıştır.

Artan emperyalist rekabet ve savaş kıskacında
Türkiye’yi bekleyen gelecek

Kızışan rekabet ve artan emperyalist saldırganlık koşullarında, savaşın gündemde olduğu bir dönemde Türkiye’nin AB üyeliği de bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyor. 12 Aralık’ta başlayan Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye tam üyelik için bir müzakere tarihi verilecek. Fransa ve Almanya’nın başını çektiği ülkeler müzakere tarihini mümkün olduğunca ileri bir tarihe ertelemeyi, bu arada diğer aday ülkelerin müzakere tarihini başlatarak genişlemeyi sürdürmeyi düşünüyorlar. Zirvede büyük bir olasılıkla bu yönde bir karar çıkacak.

Bu kararda asıl rol oynayan etken ise, ABD’nin Türkiye üzerindeki egemenliği ve Türkiye’yi AB’ye karşı bir “Truva atı” olarak kullanma planları. Üyeliğin ileri tarihlere ertelenerek belirsiz bırakılması için öne sürülen diğer gerekçeler (iktisadi ve siyasi kriterlerin yerine getirilmesi) yalnızca kullanılmaya açık birer mazeret. İşin özünü, Avrupa’nın kendi eliyle kendi içine bir “Truva atı” almaya razı olmaması oluşturuyor. Zaten İngiltere halihazırdaki konumuyla AB’nin özellikle siyasal cephede ABD karşısındaki gücünü ve etkisini sınırlayan bir rol oynuyor. Buna bir de Türkiye’nin eklenmesi AB içinde ABD etkisini daha da artıracaktır.

Fakat öbür taraftan AB emperyalizmi Türkiye’nin bütünüyle ABD denetiminde kalmasına da razı değil. Bu açmazlar nedeniyle Türkiye’nin üyeliği, hem Türkiye’yi hem de bir parça AB genişleme sürecini aşan, emperyalistler arası rekabete göre şekillenen bir sorun olarak yıllardır sürüncemede bırakılıyor. Tayyip Erdoğan’ın Kopenhag Zirvesi’ne bir gün kala ABD’ye yaptığı ziyarette verdiği mesajlar (ve başlı başına bu ziyaretin kendisi) tam da AB’nin bu konudaki çıkmazları üzerine oturuyor. Henüz resmi bir sıfatı olmasa da Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti ve bu ziyarette verdiği “üyelik görüşmelerini daha fazla ertelerseniz bunun sonuçlarına katlanırsınız” mesajı, hiçbir ciddiyeti olmayan tehdit yanı bir kenara bırakılırsa, Türkiye’nin resmi politikasının bir ifadesidir. Bu mesaj üyelik sürecinin uzatılması ve yokuşa sürülmesi karşısında Türkiye’nin ABD’ye daha fazla yanaşacağını anlatıyor.

Aynı ziyarette, ABD’nin Irak savaşına destek verileceğinin de ifade edilmesi, iki emperyalist blok arasında sıkışıp kalan Türkiye’nin içinde debelendiği çıkmazın bir itirafıdır. Üyelik yolunda müzakere tarihinin öne alınması için sermaye iktidarının “B planı” altında ileri süreceği telafuz edilen diğer “kozlar” ise, Kıbrıs sorununun çözümünün engellenmesi, AB ülkeleri ile iktisadi ilişkilerin azaltılması-gerekirse askıya alınmasından oluşuyor. Müzakere tarihini öne almaya dönük olarak ileri sürülen ve AB’nin ciddiye aldığı tek koz, Türkiye’nin ABD emrinde Irak savaşına katılmaya hazırlanması ve böylece bölgede ABD’nin egemenliğinin giderek güçlenecek olmasıdır.

ABD, Avrupa emperyalizminin iktisadi gücüne dayanarak Avrupa sınırları içindeki bloklaşma ve genişlemesini siyasal gücüyle zayıflatmaya çalışırken, öbür taraftan da dünyanın dörtbir yanında askeri gücüyle yeni egemenlik alanları yaratmaya çalışıyor. Türkiye her iki durumda da Avrupa için bir sorun, ABD içinse ciddi bir koz durumunda. Her iki emperyalist odak da bu kozu oynamak, Türkiye’yi daha fazla denetimine almak istiyor. Siyasal ve diplomatik alana yansıyan ve bir türlü çözülemeyen anlaşmazlıkların arkasında bu gerçek yatıyor.

Paylaşılmaya çalışılan, koz diye pazarlık masalarına sürülen ise Türkiye emekçi halkının geleceğidir. Sermaye iktidarının, Türkiye’nin geleceğini pazarlayarak, bu paylaşımda çıkarını bir parça daha artırmaya çalışmaktan öte bir amacı ve hesabı yoktur. Demokratikleşmenin kıstası diye parlatılan Avrupa kriterleriyle, refaha ermenin yolu olarak gösterilen AB üyeliğiyle oynanan oyunların da, ABD ile stratejik ortaklık safsatalarının da aslı esası, kurtlar sofrasında işçi ve emekçilerin alınteri ve kanı üzerinden yürütülen pazarlıklardır, Türkiye’nin emperyalizme kölece bağımlılığının pekiştirilmesidir. “Ulusal politika”, “onurlu dış siyaset” iddialarıyla üstü örtülmeye çalışılan bu kölece ilişkilerdir.

İşin esasına bakılırsa, Türkiye burjuvazisinin önünde bu kölece bağımlılık politikasından başka bir alternatif de bulunmamaktadır. Henüz hiçbir resmi sıfatı olmayan Tayyip Erdoğan’ın satış ve pazarlık turlarında bulunmasından sermaye devletinin en küçük bir rahatsızlık duymaması, bu konuda içine düşülen aczi bir başka boyutuyla gözler önüne sermektedir. Bush’la görüşmesinin ardından yaptığı basın toplantısında, yabancı bir basın mensubunun “ABD sizi Irak savaşına sürmek için kaç para vaadetti” anlamına gelen sorusu karşısında Erdoğan’ın yüzüne yansıyan şaşkınlık ve mahcubiyet dolu ifade, sermaye iktidarının yarattığı Türkiye fotoğrafının yalnızca bir kesididir.

Ya barbarlık ya sosyalizm!

Emperyalist rekabet ve saldırganlığın arttığı yeni dönemde emperyalistlerin Türkiye’den beklentileri ve Türkiye üzerine oynadıkları oyunlar Türkiye işçi sınıfını ve bölge halklarını yeni yıkımlarla karşı karşıya getirmektedir. Türkiye’nin kapısında süründürüldüğü AB üyeliğine kabulü ya da herhangi bir emperyalist kamplaşma içinde yer alması, emekçiler üzerindeki bu yıkımı azaltmayacağı gibi, tersinden daha da artıracaktır. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi bölge halklarının bu oyunu bozması öncelikle bu gerçeği görmesine ve buna uygun biçimde harekete geçmesine bağlıdır. Barbar kapitalizmin haydutça saldırılarını durduracak olan tek güç, işçi sınıfının ve emekçi halkların mücadelesidir.

Emperyalist saldırganlığa, kapitalist barbarlığa karşı mücadelede yakıcı biçimde ihtiyacı duyulan birlik ve dayanışmayı örgütlemek için Türkiye işçi sınıfı daha ileriden bir sorumlulukla mücadeleye atılmalıdır. İşçi sınıfı ya kendi kurtuluş savaşının bayrağı altında savaşacaktır ya da emperyalist barbarlık dünyayı kendi boyunduruğu altında yeni savaşlara ve yıkımlara sürükleyecektir.