ABD emperyalizmi, kısa bir aradan sonra faşist askeri darbeler çizgisine yeniden dönüyor...
Venezüelada yeni faşist darbe hazırlığı İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra bağımlı ülkelere akan Amerikan sermayesi, bu ülkelerde kapitalizmin hızla gelişmesini beraberinde getirdi. Kapitalizm yeni sınıflar, yeni sınıf mücadeleleri demektir. Bu gelişim kendini göstermekte gecikmedi. Kapitalizmin gelişimiyle parçalanan köylülük, bağımlı ülkelerde tarih sahnesinde yerini alan işçi sınıfı, bu mücadelenin gelişimine paralel olarak kitleselleşen gençlik hareketleri, yükselişe geçen toplumsal muhalefetin başlıca bileşenlerini oluşturuyordu. Sovyetler Birliğinin henüz ayakta olduğu bir döneme denk düşen bu devrimci yükseliş, emperyalist/kapitalist sistemin jandarması ABD tarafından kaygıyla izleniyordu. Devrimci yükseliş karşısında Amerikan patentli çözüm; askeri faşist darbeler oldu. Aralarında Türkiyenin de bulunduğu birçok bağımlı ülkede, faşist darbeler, CİAnın planlama ve yönlendirmesiyle peşpeşe hayata geçirildi. Bu dönemde faşist beyaz terör bir yönetim biçimiydi. İşkence, katliam, gözaltında kayıplar, kitlesel tutuklamalar, işçi sınıfı ve emekçilerin bütün sosyal ve demokratik haklarının gasp edilmesi, bu dönemin karekteristik özelliğidir. Faşist darbelerin fikir babalarından Henry Kissinger bu vahşet gösterilerini açıktan savunuyordu. Şilide, doğrudan CİA eliyle faşist diktatör Pinochenin iktidara taşınmasından sonra bir açıklama yapan Kissinger; Bir ülkenin halkı komünizmi seçecek kadar sorumsuzluk gösterdiyse biz buna seyirci mi kalacağız? diyordu. Bu sözler, Amerikan emperyalizminin bağımlı ülkelerde yükselen devrimci hareketlere karşı uyguladığı politikanın özetidir. Bu politika hem Amerikan kamuoyunda hem de dünya da teşhir olup tepki toplamaya başlayınca, ABD yönetimi CİAnin hareket alanında belli bir sınırlamaya gitmek zorunda kaldı. Bu, görüntü amacıyla alınmış bir karar olmakla beraber, Amerikan yönetimi açısından bir geri adımdı. Askeri faşist cuntalardan Amerikancı generaller yönetimindeki askeri cuntalar emekçilere çektirdikleri acılar, ilerici-devrimci muhalefete karşı uyguladıkları açık zulme rağmen toplumsal muhalefetin yeniden yükselişini önleyemediler. Gittikçe teşhir olan cuntacılar, kitleleri aldatmak amacıyla üniformalı faşistlerin önüne sivil kuklaları sürdüler. Buna da demokratikleşme dediler. Toplumsal muhalefetin basıncı ile sınırlı demokratik kazanımlar elde edilmekle beraber, siyasi yönetimlerin niteliğinde herhangi bir değişim olmadı. Tam tersine, bu sürede sivil görünümlü faşizan yönetimler, çeteleşen devletlerini tahkim etmeye devam ettiler. 80li yılların sonlarına doğru görünürde askeri cunta kalmamıştı. Güya (aralarında Türkiyenin de bulunduğu) bu ülkeler görünürde seçimle iş başına gelmiş siyasetçiler tarafından yönetiliyordu. Ancak Türkiye örneğinde de olduğu gibi asıl iktidar hala ordudadır. Zira MGK, aylık toplantılarla sistem için hayati önem taşıyan kararları doğrudan kendisi almaktadır. Keza sistemin içinde bulunduğu krizden dolayı burjuva siyaset sahnesinde yer alan partiler kısa sürede teşhir olmaktadır. Bu da düzenin siyasi itibarını sıfıra yakın bir düzey(sizliğ)e düşürmektedir. Buna rağmen yönetimde herhangi bir boşluk doğmamaktadır. Bu da asıl yönetici gücün ordu eksenli derin devlet olduğunu gösteriyor. Bu arada MGK türü kurumların Türkiyeye özgü olmadığını, bütün kapitalist ülkelerde bu işleve sahip kurumlar olduğunu belirtelim. Bush yönetimi ve askeri darbelere yeniden dönüş Amerikan silah ve petrol tekellerinin temsilcisi Bushun iktidara gelmesinden sonra ABD emperyalizminin saldırgan tutumu dizginlerinden tamamen boşaldı. Amerikan emperyalizmi hegemonyasını koruyabilmek için sadece devrimci hareketler değil, Amerikan çizgisine ters düşen her ülke veya örgüt, açık şiddete dayalı bir saldırganlığın hedefi durumuna geldi. Irak, Yugoslavya, Afganistan, son olarak Filistin halkları bu vahşetin ilk kurbanları oldular. Bu listeye geçen Nisan ayında Venezüela halkı eklenmek istendi, ancak emekçiler militan bir direnişle ilk raundu kazanarak darbecileri geri püskürttü. Nisan ayında gerçekleşen ancak ömrü üç günle sınırlı kalan darbeyi sevinçle karşılayan tek ülke Amerika oldu. Bu girişimin 11 Eylülden sonra yetkileri arttırılan CİAnın ilk icraatı olduğu kimse için bir sır değildir. Darbecilere silah veren, darbe öncesi Venezüela heyetini Washingtonda ağırlayan, darbecilerin hemen başkanlık koltuğuna oturttukları işbirlikçi burjuvazinin temsilcisi Pedro Carmonaya arka çıkan mesajları peşpeşe yayınlayan yine Amerikan yönetimi olmuştur. Petrol üreten ülkelerin başında gelenlerden biri olan Venezüelada, Chavez gibi bir başkana ABD tahammül edemiyor. Hugo Chavezin hedef seçilmesi bir tesadüf değil. Kapitalist/emperyalist sistemin dünya çapında işçi sınıfı ve emekçilerin kazanımlarına azgınca saldırdığı bir dönemde, emekçilerin yaşamında nispi bir iyileştirme vaat ederek iktidara gelen Chavezin, bu alanda bir ilk adım olarak petrol şirketini kamulaştırması, tekellerin tahammül edeceği bir durum değildi. Petrol gelirlerinin bir kısmının asgari ücretin arttırılmasına (% 20 zam yapıldı), halkın çoğunluğunun sağlık ve eğitim alanında bir iyileştirmeye, işsizliğin azaltılması gibi alanlara harcanması, Amerikan tekelleri ve yerli işbirlikçilerini kaygılandırdı. Bu gelişmeler üzerine işbirlikçi burjuvazi, tarım burjuvazisi, devlet bürokrasisi arkalarına Amerikan emperyalizmini de alarak Chavez karşıtı bir blok oluşturdular. Buna medya tekellerinin yaptıkları düşmanca yayınlar ve CİA güdümündeki Venezüela İşçileri Konfederasyonunun işçi sınıfının bir kesimini Chavez karşıtı eylemlere yönlendirmeyi başarması da eklenince, gerici tablo tamamlanıyor. Venezüelada yaşanan gelişmeler, burjuvazinin düzen içi reformlara, emekçilere kısmi tavizlere bile katlanamayacak duruma geldiğini gözler önüne serdi. Bu gerici blok devlet başkanı Chaveze karşı tepkisini Amerikancı askeri darbe ile gösterdi. Nisandaki darbe girişimi ile ABD, aynı zamanda faşist askeri darbeleri yeniden devreye koyduğunu ilan etmiş oldu. Oysa Chavez, kendisine karşı blok oluşturulunca halka verdiği vaatleri sulandırmış, işçi sınıfı ve emekçileri düş kırıklığına uğratmıştı. Yine de askeri darbeye karşı direnişe geçen kitleler, darbeyi püskürtüp Chavezi tekrar başkanlığa taşıdı. Geriye dönük attığı adımlar ise, Chavezi hedef olmaktan kurtaramadı. Venezüela sert sınıf çatışmalarına gebedir Darbe üzerinden henüz iki ay geçmişti ki, ABD ve Venezüela basını Chavez düşmanlığına yeniden hız verdi. ABDnin önde gelen gazetelerinden Washington Post, muhaliflerin de, Hugo Chavezin de ikinci darbeyi beklediğini ileri sürdü. Keza, işbirlikçi burjuvazinin denetiminde olan Venezüela basını da aynı çizgide bir yayına hız vermiş bulunuyor. Son günlerde yayınlanan bir kaset halkta büyük rahatsızlık yarattı. Ordu içinde kendini Aktif Subaylar olarak tanıtan kişiler, kasette Chevezin silahlı destekçilerine karşı savaşmaya yemin ediyorlardı. Aynı günlerde Venezüela İşçi Sendikaları Konfederasyonu yönetimi genel grev çağrısı yapmaya hazırlanıyor. Ulusal Direniş Cuntası adlı grup da, Chavezin politikasından duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, Chaveze karşı mücadele çağrısı yaptı. Devlet Başkanı Chavez ise, ordu kademelerinden gelebilecek bir darbe girişimine karşı Bolivarcı Gruplar olarak adlandırılan milis güçlerinin sayısını arttırıyor. Yoksul semtlerde örgütlenen milislere katılımın yüksek olduğu, bugüne dek yüzbinlerce emekçinin milislere üye olduğu bildiriliyor. Çatışmaların aldığı bu boyut kendine özgü bir durumun ifadesidir. Zira Chavez kapitalizmi aşma iddiası taşımamasına karşın iktidarını korumak için yoksulları silahlandırıyor. Bu gelişme kitlelerin muazzam bir şekilde politikleşmesine de yolaçabilir. Kuşkusuz devrimci önderlik alanında yaşanan boşluktan dolayı emekçiler, burjuvazinin bir kesiminin peşinden sürüklenme riskiyle de karşı karşıya bulunuyorlar. Ama herşeye rağmen kitlelerin politik mücadeleye aktif bir katılımı söz konusudur. Emekçilerin Chavezi desteklemesi de onların yaşamında nispi iyileşme sa&curen;layan uygulamalarından dolayıdır. Bu da desteğin bir sınıf iç güdüsüne dayandığını gösteriyor. Çoğunluğun oylarıyla Şili devlet başkanlığına seçilen Allende, sosyalizmi inşa etme iddiası taşımasına rağmen Şili işçi sınıfının silahlanma taleplerini reddetmişti. Oysa aynı dönemde Şili burjuvazisi tarafından silahlandırılan faşist çeteler ve Amerikancı generaller darbe hazırlığına hızla devam ediyorlardı. 1973te Şilide gerçekleşen faşist darbenin ardından işçi sınıfı, devrimci hareket ve Allendenin sosyalist partisi ağır kayıplar verdiler. Bütün kazanımları bir çırpıda gaspedildi. Venezuelada farklı bir süreç işlemekle beraber Chavez kitlelerin gücünü harekete geçirmek için çaba harcıyor. Chavez yönetimi sistemi aşan herhangi bir yön taşımıyor. Ancak sistem taviz vermeye tahammül etmediği için Chavez ya geri adım atacak, ya da daha ileri bir noktada çatışmayı göze alacak. Emekçilerin çıkarlarını asgari düzeyde sahiplendiği sürece kitlesel bir desteği arkasına alabilecek. Yüzbinlerce emekçinin silahlanması kitlelerin çatışmaya hazır olduklarını gösteriyor. Sınıf çatışmalarının sertleşmesi durumunda, çatışma içinden devrimci bir önderliğin çıkması ihtimal dışı olmayacaktır. |
|||||